90’lı yıllarda çocukluğunu yaşayanların bir çok garip ortak noktası olduğunu söyleyebilirim. Nasıl o dönemki çocukların büyük bir çoğunluğu sinemaya Aslan Kral ile başladıysa, ilerleyen yıllarda buna benzer başka kesişme noktaları hep olmuştur. Hayata dair keşfetmelerin en yoğun olduğu o dönemde, jenerasyon olarak çok farklı fantastik karaktere maruz kaldığımızı söyleyebilirim. Pokemon, Digimon, Power Rangers, Alf, Casper ve Şirinler bunlardan sadece birkaç sevimli olanı. Bütün bu karakterlerin kişiliğimizi oluşturmada ve hayatı anlamlandırma sürecinde bizlere büyük etkileri olmuştur. Bütün bunların ötesinde bir roman ve film serisi hepsinden daha büyük etkiler yaratmayı başarmıştır. O dönem çocuklarının paylaştığı en büyük fantastik mit tartışmasız Harry Potter’dır.
Öteki Sinema için yazan: Nuri Şimşek
1965 yılında İngiltere’de doğan J.K. Rowling, Exeter Üniversitesi’nde, Fransızca ve Klasik Edebiyatlar bölümünden mezun olmuştur. Tek geçim kaynağı işsizlik maaşı olan Rowling’in aklında büyücülük okulunda okuyan bir çocuğun hikayesi vardır. Rowling, 4 saat rötarlı bir Manchester-Londra tren yolculuğu sırasında bu hikâye üzerine yoğunlaşır ve yolculuk sonunda Harry Potter ve Felsefe Taşı kitabının temel hikâyesini ve karakterleri aklında oluşturmayı başarır. 1997 yılında yayınlanan ilk kitapla bizim tanışmamız ise biraz daha geç olmuştur. 1999 yılında Harry Potter Büyülü Taş adıyla, Mustafa Bayındır’ın çevirisiyle Dost Kitabevi tarafından yayınlanan kitap yeterince ilgi görmemiştir. Serinin yayın haklarını alan Yapı Kredi Yayınları, büyük bir reklam kampanyasıyla beraber ilk kitabı Ülkü Tamer çevirisiyle Harry Potter ve Felsefe Taşı ismiyle 2001 yılında tekrar yayınlar. Bizim için macera da işte tam bu noktada başlar.
Serinin bütün kitaplarını çıktığı gün alıp maksimum bir hafta içinde bitiren ve filmleri ilk seanslarında izleyen bir hayranı olarak yazarının farklı tarzda bir kitap yayınlaması dışında uzun zamandır Harry Potter ile ilgili bir şey durmuyor ve okumuyordum. Böyle bir dönemde hem hikayeleri hatırlamak hem de gönül borcumu ödemek adına 8 filmi tekrardan izleyip, üzerine bir şeyler yazmak istedim.
Harry Potter ve Felsefe Taşı
Felsefe Taşı Şubat 2002’de vizyona girdiği dönemde ben 12 yaşındaydım; yönetmen, senarist ve oyuncunun filme katkılarının çok bilincinde olmadan izlemiştim filmi. Şu an dönüp baktığımda; çok kısa sürede büyük başarılar elde etmiş bir roman uyarlamasından beklentiler bu kadar yüksek iken yönetmen koltuğunu Chris Columbus’u emanet etmek Warner Bros.’un oynadığı bir kumardı belki de. Filmi uzun süre Steven Spielberg’in çekeceği dedikoduları ortalıkta dolaşırken, J.K. Rowling ile yaşanan bir anlaşmazlık bu planı bozmuştur. Evde Tek Başına serisiyle bilinen ve onun dışında çok fazla kalburüstü filmi olmayan yönetmen Columbus’un filmin altından kalkamayacağı düşünülüyordu. Fakat Columbus çok doğru tercihler ve yaklaşımlar ile filmin altından başarıyla kalkmasını bilmiş. Serinin başlangıcı olarak büyük öneme sahip olan filmin, seyircinin bu yeni dünyayla ilk karşılaşması olacağı için mümkün olduğunca açıklayıcı bir nitelik taşıması gerekmekteydi. Seyirciyi gereksiz ayrıntılarla yormadan, doğrudan hedefe götüren; hem okur kitlesini hem de seriye filmler ile başlayanları tatmin eden bir film olmuş diyebiliriz Felsefe Taşı için.
Prive Drive’da buluyoruz kendimizi ilk olarak. Her şeyin başlangıcına, Harry Potter’ın yıllar sonra herkes tarafından tanınmasına sebep olan olayın hemen sonrasında. Albus Dumbledore, Minerva McGonnagal ve Hagrid ile tanışıyoruz öncelikle. Sonraki yıllarda hayatımızda çok önemli yerlere sahip olacak karakterlerimiz bir bir gözükmeye başlıyor büyücü kıyafetleri içinde. Bebek Harry Potter ailesinden geri kalan tek kişilerin kapısına bırakılır. Harry, Muggle (büyücü olmayan-insan), teyzesi ve eniştesiyle beraber yaşayacaktır bir süre. Ve tabi ki kuzeni Dudley ile. Uzun yıllar büyük sıkıntı içinde yaşasa da bu Harry için en güvenli olandır. Zaman geçer ve Harry Potter büyür. Teyzesinin evindeki merdiven boşluğunda yaşamaktadır ve evin ayak işleriyle ilgilenmektedir. 11. yaş gününde Harry’ye bir mektup gelir fakat eniştesi mektubu açmasına izin vermez. Mektuplar gelmeye devam eder, fakat Harry bir türlü içinde ne yazdığını okuyamaz. Mektup bombardımanından sıkılan Vernon Enişte ailesini ve Harry’yi alarak bir adaya sığınır. Bir gece uyudukları sırada kapı kırılır. Hagrid gelmiştir. Harry’ye mektubunu verir. Mektupta yazana göre Harry bir büyücüdür ve yetiştirilmek üzere Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilmiştir. Dudley’nin her ortamda ne kadar aç gözlü olduğunu gördüğümüz, yosun tutmuş gereksiz bir aile ile tanıştığımız ve karakterimiz Harry’nin aslında ait olmadığı bu dünyada kendini rahatsız hissetmesinin ne kadar da mantıklı olduğunu anladığımız ilk bölümden sonra film biraz daha hızlanmaya başlıyor.
Harry için hayatın daha yeni başladığını söyleyebiliriz. Sıkıcı ve bunaltıcı bir yaşamın ardından kendini gösterme imkanına sahip olabileceği yeni bir ortam ve yeni bir ev. Genelde film izlerken özdeşleşip kendimi kaptırmayı çok sevmem fakat bu seri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zaman zaman Harry olup, zaman zaman Ron bazen de Hermione olabildiğim bir eser benim için Harry Potter. Filmin yapmak istediği de bu zaten. Seyirciyi olabildiğince o dünyanın içine sokabilmek. İlk filmin istediğini yapmak konusunda oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Çocuk olmayanların bile ellerinde olan Harry Potter kitapları gibi, filmde de büyük seyirciyi içine alabilecek bir yapı hakimdi. Filmin oyuncularının tamamen İngilizlerden oluşması oldukça başarılı bir tercih olmuş. Elemelerinin çok uzun sürdüğü ve ince elenip sık dokunan bir seçim sürecinin ardından belirlenen oyuncuların her birinin görevini layıkıyla yerine getirdiklerini söyleyebilirim. Zaman içinde marka haline gelecek isimler olan Daniel Radcliffe, Rupert Grint ve Emma Watson ise zihinlerde yaratılmış olan figürler ile hem fiziksel hem de davranış olarak o kadar uyumluydular ki belki de kitaptan sonra filme adaptasyonun bu kadar kolay yaşanmasının temel sebebi budur.
Nimbus 2000 ile, Gringots Bankası ile, asalar ile, Peron 9 3/4 ile ilk defa tanışıyor ve büyücülerin dünyasına giriyoruz. Harry ile beraber bizde keşfediyoruz Hogwarts’ı ve onun kurallarını. Gryffindor, Ravenclaw, Hufflepuff ve Slytherin bölümlerini öğreniyor ve taraf seçiyoruz. Daha ilk günden düşmanlarımız çıkıyor karşımıza. Okulun genel işleyişini, Büyük Salonu, hareket eden merdivenleri, bölümlerin ortak salonlarını ve öğrencilerin derslerde neler yaptıklarını görüyoruz. Büyülerin nasıl yapıldığını, hangi sözlerin söylendiğini görüyoruz. Temel sağlam olmalı ki üstüne gelecek olanlar yıkılmasın. Felsefe Taşı bu görevini layıkıyla yerine getiriyor.
Harry’nin güçlü karakter yapısını da bizlere göstermesi açısından farkı bir konumda duruyor film. İçindeki karanlık tarafın okula adımı atar atmaz Seçmen Şapka tarafından hissedilmesi ve kendisine Slytherin’i uygun görmesine rağmen, Harry kendi iradesi ve yaptığı tercih sayesinde Gryfindorr’a gidiyor. Hayatta yolumuzu belirleyen şeyler seçimlerimizdir. Harry ayrımını yaparak iyi olmayı seçiyor.
Ailesinin masum bir trafik kazasında ölmediğini öğrenen ve büyük düşmanı Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’den haberdar olan Harry, küçük yaşına rağmen okuldaki ilk senesinde kendisini belanın içinde buluyor fakat arkadaşları, zekası ve cesaretiyle büyük başarılar elde ediyor. Troller ile dövüşülüyor, 3 kafalı dev köpekleri alt ediliyor. Filmin en sevdiğim bölümlerinden bir tanesi Büyücü Satrancının oynandığı kısım. Küçükken beni bu kadar etkilemeyen bu sahne, ilerleyen yıllarda öğrendiğim ve oynamaktan çok keyif aldığım satranç sayesinde daha anlamlı ve keyifli geldi. Lord Voldemort’un kaybettiği gücüne tekrar kavuşmasını sağlayabilecek Felsefe Taşı’na ulaşması Harry tarafından engelleniyor ve Potter bir kez daha karanlık lordu alt etmiş oluyor, tıpkı bebekken yaptığı gibi. Profesör Quirrell’in bedeninde bir parazit gibi yaşayarak eski gücüne kavuşma telaşı içinde olan Voldemort ile karşılaşma Harry’nin gelecekte daha büyük mücadeleler içinde olacağının bir sinyali gibi adeta.
Severus Snape’ten nefret ettiğimiz (ki ilerde ne kadar yanlış yaptığımızı anlayacağız), Qudditch maçlarında heyecanlandığımız, Hagrid’i kendi dostumuzmuş gibi sahiplendiğimiz, Karanlık Orman’dan korktuğumuz, ölen Uniqorn için üzüldüğümüz, sonraki filmlerde bir daha göremediğimiz konulardan olan Bölüm Kupası’nda Gryffindorr’un birinci olmasıyla sevindiğimiz bir film Felsefe Taşı. Alışılagelmişin çok dışında bir dünya, fakat sevginin ve iyiliğin önemini çocuklara anımsatması açısından özel. Olumsuz olarak değerlendirilebilecek hatalara çok fazla takılmadığınız zaman kendi içinde başarılı bir film diyebiliriz Felsefe Taşı için. Serinin her filmle biraz daha karanlık bir hale büründüğü bir yapıda ilk film olarak renkli havasıyla diğer filmlerden farklı bir havaya sahip olsa da izlenmeyi hak eden bir film.
Hiç unutmuyorum, Sinema dergisinde Felsefe Taşı’na ayrılan kocaman bir kapağın ardından Heyman ile Colombus’un “neden tıpatıp aynı çektik” notlarını tekrar tekrar okuyup ezberlemiştim nerdeyse…