Hasan Ete ile 25. Altın Safran Belgesel Film Festivali’nde tanıştık. İyi Ölüm belgeseli Uluslararası Kısa Metraj Belgesel Film kategorisinde jüri özel ödülü kazanınca benim ilgimi de çoktan çekmiş oldu. İnsan hikayelerine, toplumdan uzak düşmüş yalnız ruhlara ve son isteklere dayalı filmler çeken Hasan Ete, projelerinin kendisini bulduğunu belirtiyor.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Hasan önce biraz seni tanıyalım mı?
1997 yılında İstanbul’da doğdum. 2019 yılında Akdeniz Üniversitesi Sinema bölümünden mezun oldum. İlk kısa belgesel filmimi (Meftun) 2017 yılında tamamladım ve ardından 2018 yılında ikinci kısa belgesel filmimi (Meryem Ana) tamamladım. Filmlerim ulusal ve uluslararası birçok festivalde izleyiciyle buluştu. Meryem Ana, 2020 yılında SİYAD En İyi Kısa Metraj Belgesel Film Adayı oldu. Son belgesel filmim, Hollanda-Türkiye ortak yapımı olan İyi Ölüm, şu anda festival sürecine devam etmektedir. Aktif olarak belgesel film yapımcılığı ve yönetmenliği yapmaktayım. Çalışmalarım genellikle belgesel film üzerine yoğunlaşıyor. Ayrıca Haliç’te bir restoran işletiyorum.
Üç kısa belgeselinde de insan hayatıyla ilgilisin, nasıl hikayeler ilgini çekiyor? Belgesel çekmeye nasıl karar verdin?
Belgesel çekmeye nasıl karar verdiğimle başlamak istiyorum. Üniversiteye başladığımda aslında tam olarak böyle bir hedefim yoktu. İlk hikâyeyi bulma sürecim, diğer filmlerim için de aynı şekilde gerçekleşti. Hiçbir zaman “bir film çekmeliyim” diye bilgisayarın başına oturmadım. Tüm projelerim bana kendiliğinden geldi diyebilirim. İlk filmim Meftun’un hikayesi de böyleydi. Hikaye Ağrı’da geçiyordu fakat karakterimin hikayesi abimin hikayesine de benziyordu. Benim için önemli olan nokta bu: Kendi hikayelerimi ve yakından tanık olduğum, deneyimlediğim hikayeleri filmleştiriyorum. Meryem Ana anneme ithafen, İyi Ölüm ise babamın anısına çektiğim filmlerdir.
İlk filmimden sonra bu alana ilgim yoğunlaşmaya başladı. Kalabalık bir ailede büyüdüm, bu da benim insanlarla iletişim kurma becerimi güçlendirdi. Sosyal yönüm oldukça güçlü; iletişim kurmak, gezmek ve yeni insanlarla tanışmak beni besliyor. Dünyanın farklı ülkelerinde bulundum ve çalıştım. Belgesel sinemada, iletişimin gücünün filme nasıl aktarıldığını ilk filmimde çok iyi anladım ve bu beni çok etkiledi. Kısacası şu an için kendimi en iyi ifade ettiğim alanın belgesel film olduğunu söyleyebilirim.
Meftun ve Meryem Ana bir şekilde yalnızlığı seçmiş insanları anlatıyor, İyi Ölüm ise son istek üzerinden daha fazla insan görme amacına… Bu insanları filme çekme isteğine nasıl ikna ediyorsun?
Şu anki sürece kadar yapmış olduğum tüm filmler, benim hikayelerimin farklı insanlarda ve yerlerdeki tezahürüydü. İkna sürecinde doğru bir iletişim ve gerçek bir samimiyet çok önemli. Bana göre, dünyanın her yerinde duygu ve enerji aynı şekilde hissediliyor. Buna en iyi örnek olarak İyi Ölüm filmimi verebilirim. Filmde yer alan tüm insanlar Hollandalıydı ve son dilek anını kayda alacaktık. Bu, ikna edilmesi gerçekten zor bir durumdu. Burada yönetmenin projeye duyduğu yakınlığın ve samimiyetin önemi çok fazla öne çıkıyor. Eğer gerçek duygunuzu karşı tarafa geçirebiliyorsanız ve insanların yüreğine dokunabiliyorsanız, dünyanın her yerinde film çekebilirsiniz. Dediğim gibi, doğru bir iletişim ve gerçek bir samimiyet çok önemli.
İlk iki belgeselde de duygusal sahneler ve bilgelik var ama son belgeselden daha çok etkileniyoruz, bu konuyla nasıl karşılaştın, çekmeye nasıl ikna oldun?
Dönem dönem enerjim film yapmaya yönelik oluyor ve İyi Ölüm de tam olarak böyle bir dönemde karşıma çıktı. Sosyal medyada gezinirken bir fotoğraf karesi gördüm: Sedyede yatan bir kişi müzede bir tabloyu inceliyordu. Bu inanılmaz bir şekilde ilgimi çekti ve araştırmaya başladım. Araştırdıkça, bu hikayenin benim hikayem olduğunu anladım.
Fotoğrafın hikayesi şöyleydi: Hollanda’da bulunan Dilek Ambulansı Vakfı (Stichting Ambulance Wens), sınırlı vakti kalan terminal dönem hastalarının son dileklerini tamamen gönüllü bir şekilde gerçekleştiriyordu.
Babam da 2008 yılında kansere yakalandı ve hastanede vefat etti. Bu proje beni kişisel olarak etkilemişti. Projeye ilk adımı atmamın ilk sebebi buydu. Proje ile ilgilenmemin diğer bir sebebi ise Vakfın Kurucusu Kees Veldboer’di. Uzun bir araştırma sürecinin ardından, 2021 yılının Temmuz ayında vakfın kurucusu Kees ile iletişime geçtim. Ne yapmak istediğimi ve yönetmen olarak bu hikaye ile olan özel bağımı anlattım. Daha sonra ön araştırma yapmak ve kendisiyle tanışmak için Hollanda’ya geleceğimi söyledim. Kees, projeye onay verdi ancak sadece üç gün sonra kalp krizinden vefat etti. Bu haberi vakfın sitesinden tesadüfen öğrendim. Bu noktadan sonra projeye başlamamak benim için mümkün değildi. Kees hayatını insanların son dileğine gerçekleştirmek için adamıştı fakat hayat ona bu şansı vermemişti. Şunu söyleyebilirim ki bu film de onun son isteği olmuştu. Film; babamın, Kees’in ve filmde son dileği gerçekleştirilen Wim Beuving’in anısına adanmıştır.
Bu aslında iki kişinin hikayesi. Biri isteği yerine getiren adam diğeri de isteği yerine getirilen kişi. Hikayeyi iki kişi üzerinden ilerletmen daha etkili olmuş. İstek getiren kişiyi birçok kişiyle görebilirdik. Bu yöntem bir tercih mi oldu yoksa koşullar mı öyle ilerledi?
Projenin en başından beri böyle bir tercihim vardı. Ölüm, kendi başına çok ağır bir durum. Bu yüzden hikayeyi en sade şekilde anlatmayı hedefledim. Bunu yapmanın yolu da bir karakterin daha filme dahil edilmesinden geçiyordu. Frank, seyircinin şahitliğinin bir yansımasıydı. Tek bir hastanın dileğini göstermemin en büyük nedeni, gerçekliği yumuşatmamak adınaydı. Bazen söyleşilerde şu soruyla karşılaşıyorum: “Neden daha fazla insanın son dileğini görmüyoruz?” Eğer daha fazla hasta gösterseydim, bu kadar çarpıcı olmayacağını biliyordum çünkü ölüme de alışacaktık. Bu kararı, ön araştırma sürecinde birçok dileğin gerçekleşme anına şahitlik ettikten ve oradaki gönüllülerle vakit geçirdikten sonra verdim. İlk dileğe katıldıktan sonra, sonraki dileklerde daha az zorlandım. Bu, vakıf gönüllüleri için de aynıydı. Son olarak, bir şeyin fazla hissettirmesindense, daha fazla talep edilmesi beni daha çok memnun ediyor.
Filmini yurtdışında çekmişsin, koşulları nasıl oluşturdun, kolay mı zor mu oldu? Orada çekmek bir avantaj mı dezavantaj mı? Bunu biraz okuyucularla paylaşalım.
İlk iki filmim de yaşadığım şehirlere uzak mesafedeydi. Bu uzaklık ve prodüksiyon sürecine alışıktım, fakat Hollanda benim için tamamen farklı bir maceraydı. Hollanda’da bir hikaye çekeceğimi söylediğimde hep “nasıl yapacaksın” sorusuyla karşılaştım. Fakat ben hiç “nasıl”ı sormadım ve tamamen başlamaya ve bitirmeye odaklandım. Bence asıl fark burada.
Ülke, kültür, dil ve para birimi farkı süreci elbette çok zorladı. Kendi ülkenize göre daha az konforlu oluyorsunuz ve tek bir gidişle filmi tamamlamanız gerektiği düşüncesi ayrı bir stres oluşturuyor. Aksi halde bütçe inanılmaz bir şekilde büyüyor. Hollanda’da film yapmanın avantajı ise uluslararası ortaklıklara daha açık hale gelmeniz. Fonlama sürecine başlamadan önce hikayeyi ve hikayenin geçeceği yeri tam olarak kavramaya çalıştım. Dosya oluşturmadan önce iyi bir saha araştırması yapıp gerekli fotoğraf ve videoları oluşturdum. Bu, dosyamı çok güçlendirdi. İlk önce kendinizin tam olarak inanması gerekiyor.
Sinema Genel Müdürlüğü’nden Belgesel Film Yapım Desteği ve 13. TRT Belgesel Ödülleri’nde Proje Destek Ödülü kazandım. Fakat bu destekler Hollanda’da film çekmek için yeterli değildi. Ancak Bakanlık desteği ve TRT ödülü, vize sürecimiz ve oradaki sponsorlar açısından çok faydalı oldu. Hollanda’da bulunan sponsorlar bu sürecin bir noktada kolaylaşmasını sağladı. Post prodüksiyon sürecini de tamamen sponsorluklarla tamamladım. Ayrıca filmin yapımcılığını da kendim yapıyorum. Bu noktada, destek ve sponsorluklar dışında bütçenin geri kalan kısmını kendim tamamladım.
Sonuç olarak, yurtdışında film çekmek zorlu bir süreç, ancak doğru planlama, iyi bir ekip ve kararlılıkla üstesinden gelinebilir. Hollanda’da çekim yapmak bana uluslararası bağlantılar ve iş birlikleri açısından avantajlar sağladı.
Bu konu biraz da sosyal devlet algısıyla mı ilerliyor, film Hollanda’da geçiyor ve emekli bir adamın diğer insanlarla ilgilenmesi üzerinden… Orada yaşananları bize biraz anlatabilir misin?
Ekonomik olarak refah düzeyiniz ne kadar iyiyse, aslında o kadar düşünmeye başlıyorsunuz. Frank’in filmde dediği gibi: “Emekli olduktan sonra çok fazla vaktim vardı ve insanlar için ne yapabileceğimi düşündüm.” Bu cümle durumu oldukça iyi açıklıyor. Orada tanıdığım birçok gönüllü, gerçekten insanlara yardım etmek ve iyi hissetmek adına gönüllü olarak çalışıyor. Vakıf ise tamamen bağışlarla ve devletin belirli destekleriyle faaliyetlerini sürdürüyor. Hollanda’da sosyal devlet anlayışı, bireylerin topluma katkıda bulunmasını teşvik ediyor. Emeklilik sonrası insanların aktif kalmaları ve toplumda olumlu bir rol oynamaları destekleniyor. Frank ve diğer gönüllüler, bu sistemin bir parçası olarak, başkalarına yardım etmenin getirdiği tatminle hareket ediyorlar.
Bir yerde kurmaca sistemiyle çalışıp belgesel üreten birisiyim diyorsun, bunu biraz daha açar mısın?
Şöyle ki, sete çıkmadan önce her bir detaya özenle çalışıyorum. Elbette sahada değişen birçok şey oluyor ama bunun içinde kaybolmuyorum. Bunun en önemli sebebi, iyi bir ön araştırma yapıp tam olarak nasıl bir film yapmak istediğimi kafamda netleştirmemle alakalı. Örneğin İyi Ölüm’ün birçok detayı kafamda hazırdı ve oraya gittiğimde bu detayları toplamaya yönelik çalıştım. Aksi takdirde, orada çok fazla hikaye vardı ve hedefiniz net olmayınca kaybolabilirsiniz. Hiçbir filmimde tamamen toplamacı bir anlayışla sete çıkmadım. Yani “ne varsa çekelim, kurguda hallederiz” mantığında çalışmadım. Kurgu süreçlerim bu noktada belgesel filmlerin kurgu sürelerine nazaran daha kısadır. İyi Ölüm’ün kurgusu da bir haftalık bir çalışmayla bitti çünkü kurguya oturmadan önce hikaye akışı ve sıralama kafamda çok netti. Kurgucumla sadece bu planı gerçekleştirdik. Kısacası bu şekilde çalışmam, belgeselin hem çekim hem de kurgu aşamasında daha verimli olmasını sağlıyor. Kurmaca sistemiyle çalışmak, belgesellerime yapı ve netlik katıyor, böylece seyirciye daha etkili bir hikaye sunabildiğimi düşünüyorum.
Film için maddi koşulları nasıl oluşturuyorsun, kısa film (belgesel) de dahil film çekmek artık daha mı zorlu bir yola girdi, giriyor?
Film çekmek her dönem için zordu, fakat şu anki dönemde inanılmaz derecede zorlaştı. Fonlar bu noktada yardımcı oluyor, ancak bunlar da yeterli düzeyde değil ve elde etmesi çok zor. Ana geçim kaynağımı sinema üzerine kurmadım. Bu kararı setlerde çalıştıktan sonra aldım. Koşullar gerçekten zor. Fonlamamın bir kısmını diğer çalıştığım alandan elde ediyorum. Yönetmenlik dışında, belgesel film yapımcılığı ve restoran işletmeciliği yapıyorum. Sadece sinema özelinde bir kazanç sağlayıp hayat sürdürmek, film yapmak ve film yapabilecek motivasyonu sağlamak bence çok zor. Bu yüzden farklı alanlarda çalışarak, film projelerimi finanse edebiliyorum ve bu da bana daha fazla özgürlük ve esneklik sağlıyor.
Ülkemizdeki kısa film festivallerini kısaca değerlendirmeni istesem?
Samimi duygular içinde yürütülen festivaller var. Umarım sayıları artar. Samimi ve adil festivallerin, genç yönetmenlere ve film yapımcılarına motivasyon verdiğine inanıyorum.
Bundan sonraki projelerin nelerdir, uzun metrajlı çekme fikri, hedefi var mı?
Evet, ilgilendiğim bir belgesel hikayesi var ve bunu uzun metrajlı bir belgesel film yapmayı planlıyorum. Ancak öncelikle İyi Ölüm’ün festival sürecinin tamamlanmasını bekliyorum. Bu süreçte gerekli motivasyonu topladıktan sonra bahsettiğim projenin çalışmalarına başlamayı planlıyorum.
Son olarak neler söylersin?
Son olarak, belgesel sinemanın benim için ne kadar önemli bir ifade aracı olduğunu vurgulamak isterim. İyi Ölüm, benim için sadece bir film değil, aynı zamanda derin kişisel bağları olan bir proje. Bu süreçte beni destekleyen herkese teşekkür etmek istiyorum. Film yapmak, bireysel bir çaba gibi görünse de, aslında birçok kişinin emeği ve desteği ile mümkün oluyor. Aileme, ekibime ve bu film vasıtasıyla tanıdığım herkese çok teşekkür ederim. Bu değerli röportaj için de size çok teşekkür ederim.