Vizyonda, festival tadı yakalamak isteyenlere çok uygun bir film var; Hasret. Ben Hopkins’in belgesel/dram tadındaki bu filmi bir yabancının bir yerliden daha çok İstanbul’u kavradığını ve ruhunu yakaladığını gösteriyor.
Öteki Sinema için yazan: Tuğçe Madayanti Dizici
Her şeyden önce Hasret’in stilini çok beğendim. Ne tam belgesel ne tam kurmaca… Üniversite hocam H. Sanders, yönetmenin kişisel aydınlanma da yaşadığı belli olan bu tür samimi filmler için documentary/diary derdi. Bence çok doğru bir tanım. Yönetmen Hopkins’in İstanbul’u sevdiği çok belli… Bu arayışında kendiyle ilgili bir serüvene çıktığı da gözüküyor.
Almanya’dan İstanbul’a belgesel çekmeye gelen bir ekibin İstanbul’u anlatan bu filmi, İstanbullu hassas gözlerimizin rehberi oluyor adeta… Armutlu, Gazi mahalleli gençlerin kendi mahallelerini kendilerinden dinliyoruz, ardından Gezi’nin, duvar yazılarında, sokak köşelerinde direnen izlerini ve ruhunun inceliklerinin izlerini sürüyoruz. Sonra gözümüz TOKİ’ye takılıyor, ağızlarda pelesenk olan neo-liberalizmin ruhlardaki izdüşümlerini seziyoruz. Kentsel dönüşümün doymak bilmeyen ve açlık kokan ağzından akan salyalara bakarak öğürüyoruz. Üçüncü köprünün kıyamet kahverengisiyle yeşili nasıl ezdiğine şahit olurken gözlerimiz doluyor. Güvenli bir köşe bulup çömelip saklanmak istiyoruz. ‘Hayır, ben bunların bir parçası olamam diyoruz’ içimizden.
Çaresizlik kaplıyor en ince, en huysuz yanımızı. Arkamıza bakıyoruz, tekiz, bu sefer kimse yok. Aramıza girmişler, bizi bize düşman etmişler. Yaşayan insanlardan ümidi kesiyoruz, şehrin esas sahibi olan kedilere bakıyoruz, belki bir çare buluruz diye ölülerle konuşuyoruz. Yok, hiç biri olmuyor. İstanbul hepimize sırtını dönmüş. Belli. Kendi rızamızla tanımlayamadığımız hasret içinde yanarken bir ses imdadımıza yetişiyor; 1930’lardan gelen plak cızırtılı Seyyan Hanım’ın bu enfes sesi ile bu sefer kendi rızamızla ağlıyoruz. Ve bu güzel filme ismini veren bu gizemli şarkı bitene kadar karanlık sinema salonunda bekliyoruz. Hasretle, ‘Off off!’ çekiyoruz…