Hazal Beril Çam: ‘Toplumsal bellek kaybımız, olayları normalleştirme hızımız ve tepkilerimizin absürtlüğü inanılmaz bir seviyede’

18 Aralık 2024

Hazal Beril Çam’ın Sinek Gibi filmiyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde tanıştık, anlatım yolu ve mesajıyla bana farklı ve yakın geldi. Kadın cinayetleri ve toplumsal duyarsızlık konularında ironik anlatımıyla gönlümü kazanan film için yönetmenine sorularımı ilettim.

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Merhaba Hazal Beril, seni biraz tanıyalım mı?

Merhabalar Banu Hanım. Ben Hazal Beril Çam. İstanbul doğumluyum, büyüdüğüm şehir de burası. Üniversite için Ankara’ya gidip ODTÜ’de sosyoloji okudum ve 6 yıl boyunca orada yaşadım. Ankara, o yüzden biraz da fahri memleketim sayılır. Bu dönemde ODTÜ Sinema Topluluğu’nda aktif olarak yer aldım; arkadaşlarımla birlikte sinema festivalleri düzenledik, filmler izledik ve çekmeye çalıştık. Sonrasında Kadir Has Üniversitesi’nde Sinema-TV bölümünde yüksek lisans yaptım. Sinek Gibi bu süreçte ortaya çıktı ve tez çalışmam da filmden yola çıkarak toplumsal eleştiri aracı olarak sinema ve mizahı incelemek üzerine şekillendi. Yaklaşık iki yıldır da Podbee Media’da podcast yazarlığı, yapımcılığı ve editörlüğü yapıyorum. Hikâye anlatıcılığına olan ilgim, sinemadan podcast dünyasına uzanan bir yolculuğa dönüştü.

Sinek Gibi filminin konusu nasıl şekillendi, martılar İstanbul temsili bir şey olduğu için mi var? (Erkek egemen bakış açısı ya da şiddeti uygulayanların erkek olması düşünülürken martı da nereden çıktı?)

Aslında martı fikri, filmle ilgili en geç kesinleşen şey oldu. İlk başta metafor olarak kartal kullanmıştım. Fatma Girik’in Boş Beşik filminde bebeğinin bir kartal tarafından kaçırıldığı sahne bana hem çok epik hem de çok komik gelmiştir. O sahneyi kendi kafamda farklı bir bağlamda yeniden yorumlamak, bir nevi remake gibi bir şey yapmak istemiştim. Sonrasında bu fikirden vazgeçip daha doğrudan bir anlatım tercih ettim. O versiyonda gökten bir kadın düşüp bir kediyi eziyordu. Ama bu da tam içime sinmedi; çünkü istemeden bir komedi öğesi gibi görünüyordu. İşte o noktada martı meselesi şekillenmeye başladı. Bu fikri birçok arkadaşımla tartıştım, onların görüşlerini aldım ve sonunda bu metaforun filme en uygun hali olduğuna karar verdim. Martıyı seçmemin sebebi, İstanbul’un her yerinde gördüğümüz ve “içimizden biri” olarak algıladığımız ama zarar verebileceğini asla düşünmediğimiz bir canlının bir kadını kaçırıp öldürüyor olmasıydı. Çünkü kadın cinayetlerinin, erkek şiddetinin, tacizin ve tecavüzün de failleri uzaydan gelen vahşi yaratıklar değil; arkadaşlarımız, kocalarımız ve babalarımız, yani en yakınımızdaki erkekler. Konunun şekillenmesi de art arda çok fazla toplumsal travma yaşadığımız bir dönemin üstüne denk geldi. Sürekli böyle olaylara maruz kalmak ve sağlıklı kalabilmek neredeyse imkânsız. Ama şaşırtıcı bir hızla her şeyi normalleştirip gündelik hayatımıza geri dönüyoruz. Biraz kendimden yola çıkarak, bu kayıtsızlık halini, tepkilerimi ve tepkisizliklerimi anlamaya çalıştım. Sonunda, hiçbir şey yapamıyorsam bu durum üzerine bir film yapabilirim diye düşündüm. Sinek Gibi tam olarak bu düşüncelerin bir sonucu oldu.

blank

Bir sergiden yola çıkarak mı şekillendi proje?

ALİKEV’in sergisinden bahsediyorsunuz sanırım. O şöyle oldu: Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nın Genç Sanatçı Fonu adı altında her yıl farklı sanat dallarından projeleri desteklediği bir fon programı var. Her sene belirlenen temalar üzerinden projeler seçiliyor. “Tanıklık” temasının açıklanması, benim bu senaryoyu yazdığım zamana denk geldi. Ben de başvurdum. Bu süreçte benimle benzer dertleri olan, benzer konular üzerine düşünen farklı sanatçılarla bir araya gelme ve bir sergide yer alma şansı buldum. Bunun ALİKEV gibi anlamlı bir çatı altında gerçekleşmesi de benim için çok özel ve kıymetliydi.

Kadın cinayetleri ve kadına şiddete dikkat çekmek için yapılmış filmlerden birisi Sinek Gibi. Bu kadar çok yaşanan, tekrarlanan ve kanunlardaki eksikliklerden dolayı yaptırım gücü de zayıf bir durum maalesef. Senin gerçekçi bir duruma bir yandan absürt bir şekilde yaklaşmanın nedeni ne oldu?

Aslında ben filmde doğrudan kadın cinayetlerini değil, toplum olarak “bu kadar da olmaz” dediğimiz her şoku nasıl saniyesinde unutup bir sonrakine geçtiğimizi anlatmaya odaklandım. Bu şok döngüsünü benim için en can alıcı mesele olan kadın cinayetleri üzerinden, absürt bir şekilde anlatmak istedim. Çünkü toplumsal bellek kaybımız, olayları normalleştirme hızımız ve tepkilerimizin absürtlüğü inanılmaz bir seviyede. Gerçekliğin kendisi bu kadar absürtken, başka türlü anlatamazdım.

blank

Filmde erkek tavırsızlığı bir yana üç kadın arkadaş arasındaki tavır belirsizliği de dikkat çekiyor, bunu biraz açıklayabilir misin?

Karakterlerin hepsi, etraflarında olup bitenlere karşı kayıtsız ama bu kayıtsızlığı yansıtma biçimleri birbirinden farklı. Ana karakter Yağmur, hayatta pek bir zorlukla mücadele etmemiş, arkadaşlarının deyimiyle “tuzu kuru” biri. Zehra, çok hassas bir karakter; en çarpıcı politik meselelere bile tepkisi yalnızca üzülmekle sınırlı kalıyor. Simge ise aralarında hayata en fazla materyal derdiyle bağlı olan kişi. Bu çaba, onu öfkeli ve daha tepkisel biri yapıyor. Ama hepsinin ortak noktası, kendi dünyalarında kaybolmuş ve aşırı bireyselleşmiş olmaları. Garson ise bu kayıtsızlık durumunu bir adım öteye taşıyor. Olayı sorgularken “o böyle bir şey yapmaz” tavrıyla başladığı süreci, kanıtları yok ederek bir suç ortaklığına dönüştürüyor.

Bir şeyin çok yaşanması sanırım artık tepkileri de aşağıya çekmeye başladı, genel bir yorgunluk, bıkkınlık hali hakim toplumda, benim gözlemim bu yönde daha çok. Sen ne dersin?

Evet, kesinlikle katılıyorum. Sürekli aynı şiddet haberlerine maruz kalmak bir süre sonra “şiddet pornosuna” dönüşüyor gibi geliyor bana. İnsanlar bu görüntülerden garip bir haz alıyor; görselin vahşet miktarı arttıkça o kadar hızlı dolaşıma giriyor ve o kadar hızlı unutuluyor. Birkaç saniyelik bir tepki verme ritüeli sonrası her şey gündelik akışa geri dönüyor. Olayların bu kadar hızlı tüketilmesi ve paylaşılması da, şiddeti görünür kılmaktan çok normalleştiriyor bana kalırsa. Bir noktadan sonra bu görüntüler hayatın sıradan bir parçasıymış gibi algılanmaya başlıyor ve bu da toplumda derin bir duyarsızlık yaratıyor.

blank

Bu film nerede çekildi, biraz çekim koşullarından bahseder misin?

Filmin kafe sahnelerini Kadıköy’de, martı kısımlarını ise Ataşehir’de çektik. İkisi de benim yaşadığım yerler. Ataşehir’deki o cami, gökdelenler ve iş merkezlerinin iç içe geçtiği görüntü, ne zaman önünden geçsem beni durup düşündürürdü. Kadın cinayetlerindeki cezasızlığın sorumlusu olan devlet ve burjuvazi suç ortaklığının adeta görsel bir temsili gibi. Kalan sahneleri özellikle Kadıköy’ün en işlek caddelerinden birinde çektik. İstanbul gibi bir büyükşehirde hiçbir duyguyu tam olarak yaşamaya izin vermeyen, inanılmaz bir hızla akan, sürekli bir uyarıcıyla bölündüğünüz o kaotik ve gürültülü atmosferi olduğu gibi yansıtmak istedim. Bu, istediğim o gerçekçi ve doğal atmosferi yakalamamı sağladı ama çekim koşullarını da oldukça zorlaştırdı. Her an bir dış faktör yüzünden setin bölünmesi, karşıdaki kafenin müziğini kısmaması, insanların sürekli kadraja girip kameraya bakması, bazı yolları kesememek gibi pek çok engelle mücadele ettik.

Oyuncu seçimini nasıl yaptın, kadın oyuncular ve Öner Erkan nasıl dahil oldu?

Oyuncularımı tiyatrolarda izleyerek seçtim. Özellikle üç ana kadın karakterin “no-name” olmasını istiyordum, çünkü sokaktan geçen herhangi bir insan hissini kuvvetlendirmek benim için çok önemliydi. Bu yüzden audition süreci oldukça uzun sürdü. Yağmur karakterini canlandıran Cansu Saka’yı, Semaver Kumpanya’nın Cimri oyununda izledim. Hem cast olarak kafamdaki profile çok yakındı hem de audition performansıyla beni etkiledi. Simge karakterini canlandıran Naz Buhşem’i ise Evlilikten Sahneler oyununda, hayattan bezmiş 40 yaşında bir kadını oynarken izledim. Oradaki tavrı ve enerjisi düşündüğüm karakterle birebir örtüşüyordu. Zehra karakterini canlandıran Ece Nur Ateş ise yüksek lisans yaptığım sırada Kadir Has’taki oyuncu arkadaşlarım aracılığıyla tanıştığım biriydi. Onun gerçek hayattaki hayvansever ve renkli kişiliği, Zehra’nın naifliğiyle tamamen örtüştü. Öner Erkan ise daha garson karakterini yazarken aklımda olan bir isimdi. Onun o ironik kayıtsızlık halini çok iyi yansıtabileceğini düşünüyordum ve bu konuda haklı çıktım. Hepsiyle cast direktörümüz ve aynı zamanda filmin her aşamasında yanımda olan Akın Aslan sayesinde iletişime geçtik. Martının kaçırdığı kadını canlandıran Cemre Üçhisarlı ise benim çok eski ve yakın bir dostum. Kendisi Yağmur karakterine hem fiziksel hem de sosyal bağlamda oldukça benzeyen bir isimdi. Bu bilinçli bir tercihti. Çünkü toplumda, genç ve güzel bir kadının başına gelen bir şiddet olayıyla, alt sınıftan ya da daha marjinalize edilmiş bir kadının yaşadığı şiddetin uyandırdığı tepkiler arasında ciddi bir empati hiyerarşisi olduğunu gözlemliyorum. Bu fark beni rahatsız ediyor. Yağmur karakterinin kaçırılan kadına karşı geliştirdiği aşırı empati, kendi yaşamına dair hissettiği tehdidi ve “Bu benim de başıma gelebilir” duygusunu güçlendiriyor. Bu benzerliği bilinçli bir şekilde kullanarak karakterin tepkisini daha derinleştirmek ve seyircinin de bu ikiyüzlülüğü sorgulamasını sağlamak istedim. Yardımcı oyuncuların ise çoğu eşim, dostum ve akrabalarımdan oluşuyor. Bu da o sahneleri benim için çok özel kılıyor; filmi izlerken, kendi düğünümü izliyormuşum gibi hissediyorum.

blank

Sektörde daha yeni olduğunu düşünüyorum, festivalleri gözlemleme şansın oldu mu, neler düşünüyorsun? Sinek Gibi nasıl tepkiler aldı?

Evet, sektörde yeni sayılırım aslında. Daha önce bir dizide reji asistanı olarak çalışmıştım ama o yolda devam etmek istemedim. Sinek Gibi vesilesiyle ilk kez bir festivale katıldım ve aldığım tepkiler tahmin ettiğimden çok daha olumluydu. İnsanlar filme ilgi gösterdi, sorular sordular, yorumlar yaptılar. İlk filmimle böyle bir deneyim yaşamak benim için çok özel ve umut verici bir başlangıç oldu. Diğer yandan, festivallerin kısa filmlere yaklaşımıyla ilgili bazı eksikler olduğunu fark etmemek de mümkün değil. Kısa filmler genelde programın arka planında kalıyor ve uzun metrajlar kadar özenli bir sunum yapılmıyor. Oysa seçkideki kısa filmler, büyük emeklerle ve özveriyle ortaya çıkmış çok değerli yapımlardı. Bu yüzden kısa filmlerin daha görünür olduğu ve hak ettiği özenin gösterildiği bir festival anlayışının gelişmesi gerektiğini düşünüyorum. Umarım bu değişim çok da uzak değildir.

Bundan sonraki projen belli mi, ne üstüne olacak?

Bundan sonraki projem kafamda şekillenmeye başladı aslında. Bir aile draması diyebilirim ama absürt unsurlar da taşıyor. Yine bir kısa film olarak düşünüyorum. Umarım yakın zamanda kağıda döküp hayata geçirebilirim.

Son olarak neler söylemek istersin?

Pasif bir tanıklığın yerini cesur bir değişimin aldığı günler için umutluyum. Umarım sinema da bu değişimin küçük bir parçası olabilir. Bu güzel röportaj için çok teşekkür ederim.

blank

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Umut Subaşı: ‘Deneysel adı altında geçen filmlerin %95’i deneysel değil’

Umut Subaşı ile deneysele yakın tarzını ve filmlerini konuştuk…
blank

Hüseyin Urçuk: ‘Söylemek istediklerimi deneysel çalışmalarla ifade edebildiğimi düşünüyorum’

Hüseyin Urçuk ile Ankara Film Festivali’nde tanıştık, o da zaten