Gidenlerin Ardından: Henry Silva (1926-2022)

25 Şubat 2023

2022’nin Eylül ayında, sinema sektörü, yetiştirdiği en kendine has kötü-adamlardan (villain) birini, sayısız filme âdeta onu var eden ruhu üfleyen Henry Silva’yı kaybetti, maalesef ardından doğru düzgün bir şey yazan olmadı. Unutulmak… Hepimizi bekleyen o meşum kader. 2017’deki Tomas Milian yazımda Almost Human (Kanunsuzlar Şehri, 1974) filminden bahsederken “Onu tarihin tozlu raflarından çekip çıkarmanın vakti geldi de geçiyor” diyerek bir Henry Silva yazısı sözü vermiştim, maalesef Silva yaşarken bunu başaramadım ama şimdi o sözümü yerine getiriyorum. Hadi başlayalım…

blankHenry Silva 1926 yılında Brooklyn’de (New York, ABD) dünyaya geldi. Ailesi İspanyol ve İtalyan (kendi beyanına göre Sicilya) asıllıydı (Porto Riko kökenli olduğuna dair iddiaları reddettiği söylenir). Küçük Henry suç oranının yüksek olduğu bir muhit olan Spanish Harlem’de (Harlem’in Hispanik bölgesi) büyüdü; 2000 yılında Chicago Sun-Times’a verdiği röportajda başta A Hatful of Rain’deki Mother karakteri olmak üzere daha sonra sinemada canlandırdığı birçok kötü adamı çocukluğunda ve ilk gençlik yıllarında bizzat tanıdığı, ayakkabılarını boyadığı, çevresinde gözlemlediği suçluları model alarak canlandırdığını beyan edecekti.

Babası o daha 6 aylıkken evi terk eden küçük Henry henüz 8 yaşındayken -izlediği filmlerin büyüsüyle- aktör olmaya karar verir. 13 yaşındayken okulu yarıda bırakıp bulaşıkçılık, garsonluk, şoförlük, liman işçiliği gibi bir sürü işe girer çıkar, oyunculuk eğitimi için para biriktirir. Bir süre sonra oyunculuk sertifikaları alır, çeşitli tiyatrolara katılır, 1940’ların sonunda küçük rollerle sahne hayatına başlar, 1950’den itibaren televizyon dizilerinde ufak tefek roller alır. Marlon Brando ve Anthony Quinn’in oyunculuk resitali verdikleri Viva Zapata! (1952) filmindeki küçük bir rolle sinemaya merhaba der. 1953 yılında ünlü oyun yazarı Tennessee Williams’ın Camino Real oyununda küçük bir rolle Broadway’e de adım atar. Bu arada birçok yeniyetme aktör gibi TV’de görünüp yüzüne aşinalık kazandırmaya devam eder.

1950’lerde ABD’de, aralarında Charles Bronson, Lee Van Cleef, Jack Palance, Lee Marvin ve James Coburn gibi isimlerin de bulunduğu, yüz hatları ve sert mizaçlarıyla dikkat çeken ve genelde “ikinci sınıf” kötü adam (başkötünün yardımcıları, tetikçileri vs.) rolleri oynayan bir grup aktör perde/ekran süreleri kısa olmasına rağmen dikkatleri üstüne çekmeyi başardı, bunlardan biri de Henry Silva’ydı. Silva da Jack Palance gibi Actor’s Studio geleneğinden geliyordu. 1955 yılında -o dönem- Lee Strasberg’in başında olduğu Actor’s Studio’nun seçmelerinde yüzlerce aday arasından seçilen beş kişiden biriydi.

blank

Silva Actor’s Studio’da Debra Winger ve Tony Sirico’yu da eğiten aktör ve oyun yazarı Michael V. Gazzo’nun öğrencisi oldu. Gazzo’yu hepiniz, kendisine bir Oscar adaylığı kazandıran The Godfather Part II’daki (Baba 2, 1974) Frank Pentangeli rolünden tanıyorsunuz (ailesini kurtarmak için küvette bileklerini keserek intihar eden mafya babası). Michael V. Gazzo’nun askerden dönen bir uyuşturucu/morfin bağımlısını anlattığı 1955 tarihli A Hatful of Rain adlı drama Broadway’de büyük bir sükse yapıp uzunca bir süre kapalı gişe oynamaya başlayınca oyuncular bir anda film şirketlerinin dikkatini çekti. Bu oyuncular, (başroldeki) Ben Gazzara (Anatomy of a Murder, The Killing of a Chinese Bookie, Saint Jack), Shelley Winters (The Night of the Hunter, A Patch of Blue, A Place in the Sun), Harry Guardino (Pork Chop Hill, Jigsaw, Contract on Cherry Street), Anthony Franciosa (Tenebrae, Careless, Across 110th Street), Frank Silvera (Killer’s Kiss, Fear and Desire, Valdez is Coming) ve Henry Silva’ydı. 1956’da oyundaki başrol bu sefer Steve McQueen tarafından canlandırıldı. Neyse, A Hatful of Rain 1957’de Fred Zinnemann tarafından aynı adla sinemaya uyarlandığında Silva’dan sahnede başarıyla canlandırdığı uyuşturucu satıcısını oynaması istenir.

blankHenry Silva 1950’lerin ortalarında Suspicion ve Alfred Hitchcock Presents gibi TV dizilerindeki küçük rollerde dikkat çekici portreler sunmaya başlayınca televizyonda parlamaya başlar, sinemadaki yükselişi de kısa bir süre sonra başlar. The Tall T (1957), The Law and Jake Wade (1958) ve The Bravados (1958) gibi popüler filmlerle isim yapmaya başlar. Derken Actor’s Studio deneyiminden sonra kariyerini değiştirip dönüştüren ikinci büyük olay yaşanır. 2000 yılında verdiği bir röportajda o günü şöyle anlatır: “Bir gün arabamla dolaşıyordum. Trafik ışıklarında durduğumda birinin şöyle bağırdığını duydum: Henry, filmlerdeki hâlini beğeniyorum.” Dönüp sesin geldiği yöne bakar, bu sözleri sarf eden ABD tarihinin en büyük starlarından biri olan Frank Sinatra’dan başkası değildir. Sinatra, Silva’yı başrolünde oynadığı Some Came Running’in (1958) setine davet eder. Daha sonra Ocean’s Eleven’da (1960) bir rol teklif eder, Silva hiç düşünmeden kabul eder. Tamamen tesadüf, kariyerinin son rolü de Steven Soderbergh’in 2001 tarihli Ocean’s Eleven yeniden-çevriminde olacaktır. Henry Silva 14 Eylül 2022’de öldüğünde bunu kamuoyuna ilk duyuran kişi, Rat Pack’ten dostu ve Ocean’s Eleven’daki rol arkadaşı Dean Martin’in kızı Deana oldu.

Resmî üyesi olmamakla beraber Frank Sinatra’yla dostluğu sayesinde Dean Martin, Peter Lawford, Sammy Davis Jr. ve Joey Bishop’lı Rat Pack’in ikinci halkasından biri hâline gelen Henry Silva, renkli bir hayata kavuşmakla kalmaz, aynı zamanda Rat Pack’li Ocean’s Eleven’da (1960) soygunculardan birini, Sergeants 3’de (1962) bir yerliyi ve The Manchurian Candidate’te (Casuslara Karşı, 1962) son derece tehlikeli bir Kore ajanını oynar. Sinatra’yla dostluğu sinema kariyerine olumlu yansıyacaktır.

Silva’nın kariyeri TV’de de iyi gidiyordur. O dönemin en popüler Amerikan dizilerinden The Untouchables’ta konuk oyuncu olarak katıldığı bölümlerde başkötü karakterleri oynamaya başlar. Dr. Kildare, The Alfred Hitchcock Hour, Stoney Burke gibi popüler dizilerdeki misafir rolleriyle TV’ye renk katar. Ardından sinemadaki ilk başrolü gelir. Johnny Cool’da (1963) filme adını veren başrol Silva’nındır.

blank

Henry Silva, ekranda görünür görünmez bir tehdit olduğunu fark ettiğiniz aktörlerdendi. Uzun boylu ve atletikti. Green Mansions’ta (1959) tam bir kas yığınıdır. Crimebusters (Poliziotti violenti, 1976) gibi filmlerde askerî üniformayla sırım gibidir. İnce, uzun ve sportif vücudu sayesinde her giydiği elbise yakışıyordu. Takım elbisenin Silva’ya ne kadar yakıştığını görmek isteyen varsa Hail, Mafia (1965), Les hommes (Men, 1973), Le Marginal (1983) ya da Ghost Dog (1999) gibi filmlerini seyredebilir. Hem takım elbise hem askerî üniformanın acayip yakıştığı bir rol söz konusu olduğunda akla ilk gelen ise Probability Zero’dur (Probabilità zero, 1969). Silva’nın keskin çene ve elmacık kemiği hatları etrafını dikkatle süzen ve ölümü çağrıştıran küçük, donuk gözlerle birleşiyor, anlamlı ve delici bakışları güldüğünde acayip yakışıklı görünmesine, öfkelendiğinde ise şeytani bir görünüm kazanmasına yol açıyordu. Dick Tracy’deki (1990) Influence gibi ağır bir makyajın ardından bile attığı bakışla karşısındaki insanı âdeta delip geçen gözleri vardı. Silva, görür görmez, “Bu heriften uzak durmam gerek” dedirten insanlardandı. Lee Van Cleef, Richard Boone, Neville Brand, Jack Elam, Lawrence Tierney, Danny Trejo, Peter Stormare, Erol Taş ekolündendi yani. Katışıksız bir tehdit.

Henry Silva daha çok The Law and Jake Wade’deki (1958) Rennie, Green Mansions’ta (1959) kabile şefinin tehlikeli oğlu, Ride a Crooked Trail’deki (1958) katil Sam Teeler, Drive Hard, Drive Fast’teki (1973) psikopat Deek La Costa, gotik tarikat filmi Black Noon’daki (1971) Moon gibi kötücül karakterlerle tanınır ama o aynı zamanda Contract on Cherry Street’te (1977) polis şefi Frank Sinatra’nın Porto Riko asıllı sadık iş arkadaşı, Viva Zapata!’daki (1952) kararlı köylü, The Bravados’ta (1958) Gregory Peck’i ters köşe yapan aile babası, Ocean’s Eleven’daki (1960) Roger Corneal, The Animals’ta (1970) bir tecavüz mağdurunun intikamını almasını sağlayan iyi kalpli yerli Chatto (bu filmin son 5 saniyesini, evet, son beş saniyesini, sakın kaçırmayın), The Manhunt’ta (1975) küçük kızının intikamını almaya çalışan öfkeli baba, geçenlerde üzerine kapsamlı bir yazıda değindiğim Shoot’taki (1976) silah düşkünü berber, Weapons of Death’te (1977) kurşun geçirmez arabasının içinde kendisine ateş eden tetikçileri seyreden gaddar soyguncu Santoro, katil timsah filmlerinin piri Alligator’da (Canavarın İntikamı, 1980) diri diri yutulan kurban gibi çok daha geniş spektrumda bir oyun kabiliyeti sergiler. Ama bana göre asıl başarısı, canlandırdığı kötü adamlara kattığı derinlik ile canlandırdığı iyi adamlarda ufak dokunuşlarla gri bölgeler bırakabilmesindedir.

Charles Bronson ve Rod Steiger’lı Love and Bullets’ta (Korkusuz, 1979) tüm yaptıkları yanına kâr kalan soğukkanlı kiralık katil, Buck Rogers in the 25th Century’deki (1979) insanlık için korkunç emelleri olan “Katil” Kane, Thirst’teki (1979) Dr. Gauss, Trapped’deki (Baker County USA, 1981) psikopat koca, Harvest’ta (1993) bir pedofilin kemiklerini zevkle kıran Dedektif Topo hep birbirinden belirgin çizgilerle (giyim-kuşam, tavır, davranış, prensip, dış görünüş, konuşma tarzı, aksan, milliyet vs.) ayrışan unutulmaz karakterlerdir. Killer vs Killers’taki (Killer contro killers, 1985) kiralık katil “Signore Solitario” Sterling yalnız çalışmayı severken (“Başkalarıyla çalışmayı sevmem. Sürülerden hiç hazzetmem.”) Love and Bullets’taki Vittorio Farroni her zaman başkalarını araç/aparat olarak gören bir kiralık katildir ve asla elini sıcak sudan soğuk suya sokmaz, birini kullanır ve sonra gözünü kırpmadan onu harcar. Chuck Norris’in Code of Silence’ında (Suskunluk Yasası, 1985) Henry Silva’yı daha görür görmez psikopat bir suç örgütü lideri olduğunu anlarsınız. Yaptırdığı katliamları -çok normalmiş, çok sıradan bir vakaymış gibi- uzaktan seyretmeye bayılır ama Ghost Dog’da çizgi film seyretmekten hoşlanan, yeni neslin eğilimlerine bir türlü anlam veremeyen bambaşka bir mafya babası portresi çizer. Maurizio Lucidi’nin Dirty Dozen çakması Probability Zero filmi, ağır yaralı Henry Silva’nın son kez dağları ve gökyüzünü tarayan anlamlı bakışlarıyla makineli tüfekten çıkan ve onu delik deşik ettiğini anladığımız acımasız mermilerin sesiyle biter. Film bittiğinde Silva’nın demin ölen karakteri zihninizde tekrar canlanır. Yer aldığı projenin kalitesi ne olursa olsun, Silva çoğu zaman bakışıyla, duruşuyla ve kimi zaman sadece sesiyle harikalar yaratmış bir aktördür. 90’lardaki meşhur Batman ve aynı evrende geçen Superman animasyon dizilerinde Bane’i seslendirir, sesinin bir nesle aşina gelmesinin sebebi odur. Mad Dog Time’da (Kuduz Bakışı, 1996) Sleepy/Uykucu Joe Carlisle rolünde katledilmeden önce attığı kahkaha o büyük hayal kırıklığı yaratan filme dair en iyi, en etkileyici ve belki de en çok hatırlanan detaydır.

blank

Allan Quatermain and the Lost City of Gold’daki (1986) Agon ya da Woo fook’taki (Foxbat, 1977) Michael Saxon gibi, The Return of Mr. Moto’daki (1965) Bay Moto gibi insana “Abi sen ne yaptın?” dedirten, yanlış rolde (miscasting) olduğu izlenimi veren bir sürü filmi olduğunu kabul etmekle beraber, Henry Silva’nın zamanla “ortalama üstü” portrelerden oluşan son derece renkli ve özgün bir filmografi inşa ettiğini söylemek mümkün; kendi de ölene kadar “Hemen hemen hiçbir zaman aynı karakteri canlandırmadığını” söyleyerek bununla övünüyordu. Çok sayıda teklif gelmesine rağmen dizilerden uzak durmasının, hiçbir zaman bir dizideki ana karakterlerden birini canlandırmaya yanaşmamasının asıl nedeni buydu: Ölene kadar durmaksızın farklı karakterlere hayat vermek. Öyle de yaptı.

Henry Silva 1985 yılında verdiği bir röportajda “Lider kötü adamlar ilginç rollerdir çünkü sinema salonundan çıktığınızda o adamları hatırlarsınız” diyerek sinemada zamanla silinip gitmemesini, bir noktadan sonra hep başkötüyü oynamasına bağlayacaktır.

Şimdi her zaman olduğu gibi sizinle Henry Silva’nın sürprizlerle dolu zengin filmografisinden genişçe bir seçki paylaşacağım. Bu çalışma kapsamında Silva’nın daha önce seyretmediğim 20-25 filmini daha seyrettim, o yüzden bu yazıya başlamamla bitirmem arasında aylar geçti. Seçtiğim filmler Henry Silva’nın önemli bir rolde oldukları arasından olacak, görece küçük rollerde yer aldığı Viva Zapata! (1952), A Hatful of Rain (Morfin, 1957), The Bravados (Ölüm Mahkûmları, 1958), Ocean’s Eleven (1960), Shoot (1976) ve Dick Tracy (1990) gibi birçok iyi filmi o filmlerde oynayan başka oyuncularla ilgili yazılara saklayacağım. Aşağıdaki filmlerin hepsini seyrettim; B-filmlere ve istismar sinemasına antipatiniz yoksa bir şans verebilirsiniz. Tomas Milian yazımda önerdiğim Almost Human’ı (1974) burada tekrar önermiyorum. Her zaman olduğu gibi bir-iki sağlam filmi gizlemiş olabilirim. Ne yapalım, ben böyleyim. Hep böyleydim. İyi seyirler…

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

The Tall T (1957)

Randolph Scott hakkındaki yazımda ve otobiyografisinden bahsettiğim yılın sinema kitapları yazımda Budd Boetticher’e olan hayranlığımın altını çizmiştim. Boetticher-Scott ortaklığının en iyi örneklerinden biri, Martin Scorsese’nin de hayranı olduğu The Tall T (1957). Elmore Leonard’ın The Captives adlı öyküsünü uyarlayan Burt Kennedy. Randolph Scott ve Richard Boone karşılıklı döktürüyorlar, filmin asıl sürprizi ise soğukkanlı katil Chick (“Ben daha önce hiç kadın vurmadım, değil mi Frank?”) rolündeki Henry Silva. Bu film Henry Silva’nın beyazperdede dikkatleri üstüne çektiği ilk büyük rol. Silva’nın Chink’i bana hep Shane’deki (Vadiler Aslanı, 1953) Jack Wilson’ı (muhteşem Jack Palance) anımsatmıştır, bunu da not düşmüş olayım.

The Manchurian Candidate (Casuslara Karşı, 1962)

John Frankenheimer’dan gerilimin neredeyse tüm filme yayıldığı antikomünist bir Soğuk Savaş klasiği. Frank Sinatra, Laurence Harvey, Janet Leigh, Angela Lansbury… Sağlam kadrolu, birinci sınıf bir politik gerilim. Kore Savaşı sırasında beyni yıkanan bir Amerikan askeri devasa bir komplonun en önemli parçasına dönüşüyor. Henry Silva ile Frank Sinatra arasında geçen sahne en az filmdeki işkence sahnesi kadar unutulmaz. Aslında bu filmi Frank Sinatra hakkında yazacağım yazının seçkisine saklayacaktım ama Cannonball Run II (Yolun Sonu II, 1984) ve Sergeants 3 (1962) zayıf filmler, Contract on Cherry Street’te (1977) ise Henry Silva kendisine yakışır bir rolde değil, hâl böyle olunca Silva’nın yakın dostu Frank Sinatra ile oynadığı hiçbir filmi bu seçkiye koyamama riski ortaya çıktı, ben de Ocean’s Eleven’ı (Soyguncular, 1960) başka bir yazıda kullanmaya karar verip The Manchurian Candidate’i seçtim, çünkü bu filmde iki dostu pata küte kavga ederken izliyoruz. Hatta Chunjin rolünde saf tehdidi âdeta ete kemiğe büründüren Silva, role kendini kaptırıp Sinatra’yı resmen sakatlamış.

Johnny Cool (1963)

1963 yılında Henry Silva’ya bir star olma fırsatı verilen film. Yapımcı Rat Pack’ten Peter Lawford olmasa (kadroda Joey Bishop ve Sammy Davis Jr. da var) Silva bu rolü alabilir miydi, emin değilim. Ne yalan söyleyeyim, Silva’da bir star kumaşı yok ama yine de bir karakter yaratma fırsatı verilen filmlerde üzerine düşeni yapıp çok ilginç portreler çıkardığını görüyoruz, Johnny Cool da bunlardan biri. Açılış pek inandırıcı değil ama ne zaman ki Silva birilerini öldürmeye başlıyor, gözlerinizi ondan alamıyorsunuz. 1971 yılında verdiği bir röportajda “İşin garibi, Amerika’da beni kötü adam olarak görüyorlar, Avrupa’da ise iyi adam” diyecek olan Henry Silva’ya Avrupa sinemasının (İtalya, İngiltere, Fransa vb.) yolunu açan film Johnny Cool’dur.

The Secret Invasion (Gizli İstila/ 5 Ölüm Kahramanları, 1964)

Aslında Gizli İstila pek bayıldığım bir film değil ama dört tane önemli özelliği var, o nedenle bu seçkiye özellikle almak istedim. Bir, Roger Corman’ın o tarihe kadar eline geçen en büyük bütçeye sahip olması. Bu da bol figüranlı kalabalık savaş sahneleri çekmesine olanak tanımış, filmde etkileyici kareler var. İki, bence en önemlisi, bu film bir grup suçlunun askerî bir hedef uğruna bir araya getirildiği ilk İkinci Dünya Savaşı filmi. Evet, “ilk”. Ve bunu bu alanda çığır açan gişe canavarı The Dirty Dozen’dan (12 Kahraman Haydut, 1967) yıllar önce yapıyor. Üç, Henry Silva bu görece sönük filmdeki en parlak unsur. Dördüncü özellik çok özel bir olay: Henry Silva’nın babası Jesus Silva, küçük Henry daha altı aylıkken evi terk ediyor. Anne Angelina Martinez okuma-yazması olmayan bir kadın, hâliyle iş bulmakta güçlük çekiyor ve büyük zorluklar çekerek oğlunu büyütüyor. Bu sıkıntılı dönemde küçük Henry’yi hayata bağlayan ve onun oyuncu olma hayali kurmasını sağlayan en önemli şey sinema filmleri oluyor, özellikle de Mickey Rooney’nin oynadığı “Andy Hardy” filmleri. Henry Silva’yı bu filmlere meftun eden özelliği bizzat kendi ağzından Los Angeles Times’a verdiği bir röportajdan öğreniyoruz: “Andy Hardy filmleri hep aileyle ilgili filmlerdi. Bu da benim hiçbir zaman sahip olmadığım bir şeydi.” Gizli İstila filminde Henry Silva çocukluk kahramanı Mickey Rooney ile oynuyor; başka söze gerek yok, seçkiye almasam çat diye ortadan çatlardım.

Hail, Mafia (1965)

Raoul J. Lévy enteresan bir yönetmen, 44 yaşında (ve henüz sadece üç film yönetmişken) ölmeseydi acaba nasıl bir filmografisi olurdu diye merak ediyorum. Onun o epik Marco Polo (Marco the Magnificent, 1965) filmini çocukluğumdan hatırlıyorum ama Hail, Mafia bir başka. Son 15 dakikada bu kadar toparlayan film az bulunur. Eğer Hail, Mafia’yı seyredecekseniz hem Jack Klugman’la Henry Silva arasındaki diyalogları dikkatli dinleyin hem de filmi sonuna kadar izleyin, ödülünüzü alacaksınız. Saçma gerekçeler, tuhaf diyaloglar, tetikçilerinden kaçması gerekirken hiçbir şey yapmadan bekleyen bir muhbir, zerre kadar inandırıcı olmayan bir infaz… Her şey yerli yerine oturacak.

The Hills Run Red (Un fiume di dollari/Kanlı Tepeler, 1966)

İtalyan Sineması’nın gizli devlerinden Carlo Lizzani’nin yönettiği The Hills Run Red benim en sevdiğim İtalyan usulü westernlerden (spagetti western) biri. Üstelik hem Dan Duryea’nın hem Henry Silva’nın hem Thomas Hunter’ın en iyi İtalyan usulü westerni (Lizzani’nin en iyi westerni ise Requiescant olabilir, kararsızım). Çok sayıda parçadan oluşan film müzikleri (soundtrack) Ennio Morricone’den. Henry Silva giyimi (o unutulmaz siyah deri kıyafeti), konuşması, histerik kahkahası ve iki saniye sonra ne yapacağı belli olmayan dengesiz tavırlarıyla beyazperdedeki en ikonik karakterlerinden biri kabul edilen -sinema yazarı Howard Hughes’ün de Once Upon a Time in the Italian West adlı harikulade kitabında övmeye doyamadığı- Garcia Mendez’e hayat veriyor.

The Boss (Il Boss/Mafyadaki Amcam, 1973)

Caliber 9 (1972) ve The Italian Connection’la (Gangsterler Çarpışıyor, 1972) beraber Fernando Di Leo’nun mafya üçlemesinin sonuncusu. Henry Silva mafya tetikçisi rolünde âdeta kasıp kavuruyor. Ama öyle sıradan bir tetikçi değil, kendisini yetiştiren adamı öldürmeyi göze alacak ya da koskoca mafya babalarına akıl verecek düzeyde zeki ve hesapçı bir katilden söz ediyoruz. İstismar sinemasını ve Avrupa gangster sinemasını seviyorsanız filmi açın, ilk suikastında kurbanlarını nasıl öldürdüğünü seyredin, sonra filmi kapatabiliyorsanız kapatın; meraktan ölmezseniz iyi.

Weapons of Death (Napoli spara!, 1977)

Bu filmi seçkiye dahil etmenin sebebi, birçok sağlam Cüneyt Arkın aksiyonuna bile nal toplatabilecek başdöndürücü temposu. Daha filmin yarısına gelmeden yoruldum, tükendim. Weapons of Death öyle bir yazılmış ki her beş dakikaya bir aksiyon sahnesi koymayı başarabilmişler, işin ilginci, 1970 ve 80’lerin en iyi İtalyan kurgucularından Vincenzo Tomassi’nin büyük emeği sayesinde hiç sırıtmıyor. Tıkır tıkır, saat gibi. Her türden kovalamaca, takip, hırsızlık, soygun, cinayet, suikast, tuzaklama, bombalama, baskın ve linç sahnesi var, hatta bazıları birden fazla kez. Yönetmen Mario Caiano suçlu-masum demeden onlarca insanı patır patır öldürüyor. Lüzumsuz yere bu kadar çok güvenlik görevlisinin öldürüldüğü başka bir aksiyon filmi seyrettim mi, emin değilim. Ayrıca Henry Silva hayatını kurtaranın hayatını bağışlayan ama gözünü kırpmadan masum bir insanı hatta bir çocuğu hunharca katleden karizmatik suç lideri Santoro rolünde sıkı bir performans ortaya koyuyor.

Buck Rogers in the 25th Century (1979)

TV dizisi olarak tasarlanan bir (yeniden-çekim) bilimkurgunun pilot bölümünün sinemalarda gösterime sokulmuş uzun metraj versiyonu. Bugün Buck Rogers’ı hatırlayanların aklında sadece William Buck Rogers’a hayat veren Gil Gerard ve Kane’i canlandıran Henry Silva kaldı. Silva çekim programına uymadığı için dizide oynamadı, sadece dizinin ilk bölümünde yer almış oldu. Hâl böyle olunca insan sormadan edemiyor: Gil Gerard 32 bölümde diziye adını veren rolde yer almamış olsaydı, acaba bugün onu hatırlayan olur muydu?

Sharky’s Machine (1981)

Bu filmin iyi bir film olduğunu iddia edemem, hatta en kritik anlarda yapılan gereksiz Burt Reynolds esprilerine alışık değilseniz sinirlerinizi hoplatabilir ama filmde Henry Silva asla unutamayacağınız, uyuşturucu bağımlısı, psikopat bir katile hayat veriyor. Sinemada Wilhelm Çığlığı’nın (Wilhelm’s Scream) bir insan bedeninde vücut bulduğu, onunla bütünleştiği nadir filmlerden. Sizi temin ederim, Silva’nın çığlığını unutamayacaksınız.

Le Marginal (Mağlup Edilmeyen, 1983)

Birbirinden çok sevdiğim isimlerden oluşan rüya gibi bir ekibi buluşturan kült bir klasik. Yönetmen Jacques Deray, başrollerde Jean-Paul Belmondo ve Henry Silva. Sinematografi Rainer Werner Fassbinder’in fetiş görüntü yönetmeni Xaver Schwarzenberger’den, müzikler efsanevi Ennio Morricone’den. Çeşitli yazılarımda bahsetmiştim, tekrar etmemde mahzur yok. Ennio Morricone’nin bu filmdeki meşhur bestesi, Le professionnel için yaptığı Le Vent, Le Cri’den sonra hayatta en sevdiğim Morricone parçasıdır, sürekli dinlerim. Fazla söze gerek yok: Belmondo ve Silva, ikisi de döktürüyorlar.

Above The Law (Kanunun Üstünde, 1988)

Tüm dünyada dövüş okullarının (dojo) Aikido öğretmeye başlamasına yol açan film. Chuck Norris’li Code of Silence’ın (İz Bırakmayan Silah, 1985) yönetmeni Andrew Davis, Henry Silva’nın o filmdeki performansından o kadar etkilenmiş ki onu Steven Seagal’ın Nico Toscani rolüyle hafızalara kazınacağı ilk filmi Above the Law’da (1988) başkötü (main villain) olarak oynatmış. İki film de dövüş sanatları bilgisi bakımından olağanüstü seviyede olmalarına rağmen aktörlük/oyunculuk bakımından yerlerde sürünen Norris ve Seagal’ın en iyi filmlerinden kabul ediliyor, ki bu görüşe ben de katılıyorum. Birbirini andıran bu iki filmin başarısındaki en büyük pay Andrew Davis ve Henry Silva’nın. Silva Above The Law’daki işkence sahnesinde Steven Seagal’ın burnunu kıracak kadar kendini rolüne kaptırmış. Metot oyuncusu dediğin böyle olur.

Ghost Dog: The Way of the Samurai (Hayalet Köpek: Samuray Tarzı, 1999)

Jim Jarmusch’tan başta Le Samouraï (1967), Rashomon (1950) ve Branded to Kill (1967) olmak üzere birçok başyapıta selam duran benzersiz bir tetikçi filmi. Henry Silva beyazperdede canlandırdığı en karizmatik kötü adam rollerinden birinde âdeta güneş gibi parlıyor. Silva’nın Ray Vargo’su (Bay Vargo) az ama öz konuşan, zaaflarının farkında olan bir bilgelikle dolu, zamana ayak uyduramadığı için er-geç ortadan kalkacağının bilincinde olan Sam Peckinpah kahramanlarını hatırlatıyor. Özellikle küçük bir masanın başında capo’larından (mafyada bölge şefi) birini dinlediği sahne favorim. Delici bakışları, tehditkâr duruşu bronzdan bir heykeli anımsatıyor; sanki bir konuşsa ardından kıyamet kopacak bir Tanrı. Sanırım oyunculuk biraz da budur: Meramını sessiz kalarak da anlatabilmek.

[/box]

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Gidenlerin Ardından: Senarist Shinobu Hashimoto

Shinobu Hashimoto Japon sinemasının en önemli senaristlerden biriydi. 1950’den itibaren
blank

2 Ocak 2012: Can Abanazır’ı Kaybettik

O, bir çok öğrencisi için Can Hoca değil, Can Baba’ydı.