Türk sinemasını konuşurken/yazarken seyirciyi dışlamak olmaz. Sinema bir halk eğlencesi/sanatı olarak doğdu, yükseldi ve başka hiçbir sanat formunun yapamadığı kadar popülerlik kazandı. Bu harika bir sonuç çünkü filmler muhteşemdir. Filmlerin bizi başka hayatlara, dünyalara taşıyabilme, yeri geldiğinde gerçeklikten tamamen kaçırma gücü vardır ve bu neredeyse büyülü bir şeydir. Sinemanın aslı da büyüye (illüzyona) dayalıdır. Gözümüz ve aklımız projeksiyondan hızlıca akan sabit fotoğrafların canlanışına hayrandır ve bunun kalpteki karşılığı aşktır. Bu yüzden olsa gerek, bir resmi-heykeli çok beğenir ama sevdiğiniz bir filme -neredeyse- aşık olursunuz.
Fakat insanlar sinemaya her zaman yoğun bir ilişki tercihiyle gitmezler. Hollywood tarafından sürekli baskılanan film üretme biçiminde sinema sanattan ziyade bir eğlencedir. Bu anlayışla ülke sinemaları da kendi eğlendiren filmlerini üretirler çünkü insanları eğlendirme vaadiyle dışarıya çıkarmak her zaman daha kolaydır. Dilerseniz işe gitmek dışında neden evinizden çıktığınızı bir düşünün. Bu sorunun cevabı genellikle eğlenme-dinlenme-iyi vakit geçirme amaçlı aktivitelerle verilecektir.
Gişe Sinemasından Nefret Ederek Sinemasever Olunur mu?
Gişe yapan filmlerin derdi de budur. Onlar seyirciyi eğlendirirler ve duygusal açıdan sömürürler. Bu filmin iyiliğinden kötülüğünden bağımsız bir çabadır. Çok iyi bir film de seyircinin duygularını sömürüyor olabilir. Bunu ne kadar iyi yaparsa gişede o kadar başarılıdır. Harika bir zamanlama ile vizyona çıkan Dağ 2 filmi, içerdiği militarist romantizm ve milliyetçilik duygusu ile sinemaya gidenlerin istediğini veren bir filmdi, karşılığını aldı. Hem sömüren hem eğlendiren bir filmin işi ise her zaman daha kolaydır. Bunun en kolay verilecek örneği ise Recep İvedik filmleri olacaktır. Şahan Gökbakar‘ın oynadığı Recep karakteri kötü senaryolarda karşımıza çıkıyor olabilir ancak bu senaryoların içerdiği malzeme ve doz miktarı iyi hesaplanmıştır.
Gişe filmlerinin halay başı olan Recep İvedik filmleri ve benzer işler sektörün devamlılığı açısından önemlidir. Bu sayede salonlar seyirci toplar, sinema salonu işletmeciliği karlı bir hale gelir ve insanlar film yaparak/göstererek para kazanırlar ancak bu çıkıldıkça dikleşen bir dağdır ve zirveye ulaştığınızda artık sinemanın en yozlaşmış üretme ve sunma biçimine şahitlik edilir.
Para Kazanmayı Umursamayan Salonları Yalnız Bırakıyoruz
Türkiye sinemayı seyirciye ulaştırma biçimlerinin tamamını denedi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki baskıcı ortamda bağımsız ve politik sinemacılar eser veremez hale geldi ve salonlar için daha da fenası, video denen evde film oynatma makineleri hayatımıza girdi. Her sokağa bir video kulübünün açıldığı zamanlar. Yeşilçam bu değişime hızlıca ve daha ucuza üretme imkanı bulduğu için hevesli bir şekilde ayak uydurdu. Asıl derdi iyi film yapmak olan sinemacılar ise çaresiz bir salon yalnızlığına sürüklendiler ve ülkemizdeki salon sayısı dramatik bir şekilde azaldı. İstenmeyen bir deneyle ispatlandığı üzere; sinema salonlarının devamlılığını sağlayan işler gişe filmleridir. Recep İvedik 5’in 1500 kopya ile ülkeyi işgal etmesinin altında bu endişe de yatar. Salonlar film göstererek para kazanan işletmelerdir ve tecrübe edilmiş bir şekilde sanat sinemasını savunmak konusunda en son güvenilmesi gereken yerlerdir. Bu da aslında hala bağımsız ve az kopya ile gösterime giren filmleri gösterme inadını gösteren Yeşilçam Sineması, Beyoğlu Sineması gibi salonları bağrımıza basmamız gerektiğini gösteriyor. Peki, bunu yapıyor muyuz? Bu sorunun cevabını okur versin.
Bunlar zaten bildiğimiz konular, şimdi biraz da çalışmadığımız yerden soralım. Festivallerde izlediğimiz bol ödüllü filmleri çeken sinemacıların gişede olmayan (ve olamayacak) şanslarını nasıl yaratabiliriz? Daha önceki yazılarımda film festivallerinin yarıştırdığı-gösterdiği filmler için bir kazanç modeli yaratması gerektiğinden bahsetmiştim.
Çünkü, festivallerde salonları hınca hınç dolduran ancak film vizyonda gösterime girdiği vakit sinemanın semtine uğramayan bir sanat/sinema takipçiliğimiz var ve bu yüzden salonlar artık festival filmlerini istemiyor. Festivaller önlerine gelen meselesi büyük ama sineması kötü her filmi ödüllendirerek yanlış bir seyirci güdümlemesi yarattılar ve festival takipçisi olmayan seyirci bu sayede kaybedildi. Filmi festivalde izlemiş seyirci zaten o filmin vizyonuyla ilgilenmiyor. Ancak bu fikrin bir karşılık bulacağını sanmıyorum, bulmadı da zira günümüz Türkiye’sinde festivaller de can çekişen yapılara dönüştüler. Bu yıl hangisi yapılabilecek, inanın bilmiyoruz. Film çekmek isteyenler için devlete bağımlılık içermeyen, senaryolarını özgürleştirici bir kazanç modelini nasıl yaratabiliriz? Çünkü buna ihtiyaç var.
Başkalarının Parasıyla Film Yapmak?
Günümüzde film yapmak ve göstermek için “başkalarının parasını” kullanmanızı sağlayan pek çok fonlama modeli var. Bu modelleri çalışan ve peşine düşen pek çok “başarılı” sinemacı tanıyorum ancak para hiçbir zaman beklentisiz verilmez ve paranın sinemaya bu şekilde ulaştırılma hali seyirciye ulaşma meselesini sinemacının gözünde değersiz kılar ve hatta pek çok yeni yönetmen röportajında okuduğum üzere, bununla bir övünme hali yaratır.
Bu sonuçtan gideceğimiz yer ise manşette sorduğum soru olacaktır. Eğer iyi sinemacılar filmlerini seyirciye ulaştırmak konusunda hevessizleşirse sinemaya giden insanların sinemaseverlerden oluşmayacağı da ortada. Onlar basit bir şekilde evden eğlenmek için çıkan ve bunu olabildiğince ucuza getirmeye çalışan insanlardır ve sinemada film izlemek bu amaca kolayca hizmet eder.
Recep İvedik seyircisini aşağılayarak bir yere kadar kendimizi iyi hissedebiliriz, gerçekten bu filme bilet alanların çoğu belki bu yıl bir daha hiç sinemaya gitmeyecektir ama asıl dert bu değil. Adına “sanat sineması”, “bağımsız sinema”, “festival filmi”, “yönetmen sineması” ve birkaç şey daha dediğimiz vagonların lokomotiften ayrılmasını nasıl engelleyeceğiz?
Türkiye’de Festivallerin Devamlılığında Büyük Sıkıntılar Var
Festivaller bize yetiyor mu? O konuda lütfen endişeli olun. Festivaller artık eskisi gibi keyifle değil epey uğraşarak yapılıyor. 2016 yılında Kasım ayında 3 film festivali iptal edildi. Yapılanların yöneticilerinin de bir sürü ödeme problemiyle uğraştığını biliyorum. Ve üzülerek söylemek istiyorum ki; devlet kendi uslu (ve iyi) sinemacılarını yaratmayı başardı. Muhafazakar sinema artık İsmail Güneş ya da Mesut Uçakan’dan mamul bir yapı değil. Tunca Arslan’ın birkaç sene önce bu sinema yapma anlayışıyla dalga geçtiği yazısı geçerliliğini yitirmek üzere çünkü Seyid Çolak, Emre Konuk gibi sinemacılar yetişiyor ve onların da film yapma dili değişti. Festival yönetimleri de el değiştiriyor. Birkaç yıl içinde Türkiye’nin film festivalleri başka bir gerçeklik yaşayacak ve o zaman yine seyirciye ulaşmaktan başka bir çare kalmayacak.
Erken öten horozum, başımı kesmek isteyen bu yüzden çoktur ancak ben yine de (bu kez oldukça yumuşak bir şekilde) uyarmayı ihmal etmiyorum. Sinemaya gidenlere kızmak yerine sinemaseverleri sinemaya çekmek konusunda çareler aramalıyız. AVM sinemalarına olan hıncımızla da artık hesaplaşmalıyız. Bunlar üzerinden önem kazanmak güzel ancak çare üretmiyor. Yeni Emek’i protesto edenlerin bir çözüm sunmaktan ne kadar uzak olduğunu görünce üzülüyorum. Hele de Emek sineması üzerinden Atilla Dorsay’ın bu denli hırpalanması artık bu işin kan davasına dönüştüğünü gösterir. Bununla mı vakit kaybedeceğiz? Salonlardan önce seyirciyi kaybettiğimizin farkında olmak gerekir artık.