Reklam kelimesinin anlamına baktığımızda “bir şeyi geniş yığınlara tanıtmak, beğendirmek ve böylece o şeyin daha çok istenmesini, alınmasını, satılmasını sağlamak için söz, yazı ve benzeri araçlarla yapılan her türlü tanıtma çabası” gibi bir ifadeyle karşılaşıyoruz. Reklamcılığın kökenine indiğimizde ise ta Eski Yunan ve Roma’ya dayandığına dair kuvvetli emarelere rastlıyoruz. Yani insanlık tarihi ile birlikte yol alan bir reklamcılık tarihinden söz edersek çok da yanılmış olmayız. Günümüze geldiğimizde artık kimi reklamların iyice kantarın topuzunu kaçırdığına şahit oluyoruz. Bir şeyin “ilk” olması, “tek” olması, “en iyi” olması, “daha fazla herhangi bir şey” içermesi gibi çoğu zaman gerçeği yansıtmayan sloganlarla pazarlanmaya çalışılan ürünlerin daha fazla ilgi çekeceği gibi yaygınlaşmış bir inanış var ki bu tip uygulamalara çok sık maruz kalıyoruz. İşin sinema tarafına bakalım. Hemen her devam filminin daha fazla aksiyon, daha fazla dehşet, daha fazla kan vs. içerdiğine dair sloganlar eşliğinde pazarlanmasına çoktan alıştık. 1990 sonrasında çekilen Türk korku filmlerinden kimilerinin (evet, birden fazla defa) “ilk Türk korku filmi” ibaresiyle pazarlandığını gördük. Bu tip reklamlar en çok ürünün kendisine zarar verir. Sadece gerçek hedef kitlenin dışında kalan kimi “potansiyel müşteriler” böylesi sloganlara (belki bir, hadi bilemedin birkaç defa daha) kanar, onların ilgisi de kalıcı değil geçicidir. Ürünün gerçek hedef kitlesi neyin ne olduğunu zaten biliyordur ve onların gözünde değer kaybetmek geri döndürülmesi zor bir zarara yol açar. Sözün özü; “ilk”, “tek”, “en iyi”, “daha fazla” vb. sloganlarla sunulan ürün ne olursa olsun şüpheyle yaklaşmak lazım. Gerçekten değerli olan ürünleri tarih doğru bir yere yerleştirecektir zaten. Gelelim Hereditary / Ayin filmine.
Ocak 2018’de Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştirdikten sonra “yılın en iyi korku filmi” sloganıyla reklamı yapılan film, nihayet 8 Haziran’da dünyanın birçok ülkesiyle birlikte ülkemizde de gösterime girdi. Açıkçası bu tip sloganların, bilhassa korku filmleri için çok yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Seyirciyi haklı olarak farklı bir beklentiye sokup (herkesin kafasındaki farklı “en iyi korku filmi” tanımının doğal değişkenliği nedeniyle) hayal kırıklığı yaratması, kaçınılmaz görünüyor. Bu durum da fısıltı gazetesinin tersten çalışmasına ve filmin gişesinin olumsuz etkilenmesine neden olabiliyor. Bunu böylece not düştükten sonra bu sefer gerçekten filme geçelim.
Bir sergi için hazırlanan Annie Graham, başta yaşadığı çok katlı devasa ev olmak üzere günlük hayatındaki kimi anları modellediği üç boyutlu minyatür dioramalar inşa etmektedir. Kocası Steve, 16-17 yaşlarındaki oğlu Peter ve 12-13 yaşlarındaki kızı Charlie ile beraber yaşamaktadır. Ne iş yaptığı belirgin biçimde gösterilmeyen Steve, sessiz sakin biridir, genelde aile içi dengeleri sağlamak için aile üyeleri arasında aracılık yaparken görürüz onu, bir nevi aileyi bir arada tutan tutkal gibidir. Peter, günlerini ot içerek geçiren sıradan bir ergen görünümü çizer, tek derdi âşık olduğu kız ile yakınlaşabilmektir. Charlie ise az konuşan, defterlerine mütemadiyen korkunç resimler çizen, dilini damağına vurdurarak çıkardığı (ki özellikle filmin ikinci yarısında duyduğunuz her anda tüylerinizi diken diken edecek) ses ile ayrı bir tedirginlik kaynağı olan, kelimenin tam anlamıyla garip bir çocuktur.
Filmin açılış sahnesi gerçekten ayrı güzellikte.1 Bahçedeki (film için hayati öneme sahip) ağaç evden uzaklaşıp Annie’nin çalışma odasında bulunan yaşadıkları evin maketine doğru yaklaşan kamera, Peter’ın odasının içine doğru zum yapar. Peter’ın odası bütün çerçeveyi kaplamak üzereyken kapı açılır ve içeri Steve girer. Yatağında uyumaya devam eden oğlunu “hadi cenazeye geç kalıyoruz” diye uyandırmaya gelmiştir. Bu sahneyi gördüğümüzde aklımıza ilk olarak “acaba bundan sonra göreceklerimiz gerçek mi, yoksa hepsi maketi de inşa eden Annie’nin kafasının içinde mi olup bitiyor” sorusu geliyor. Bunu not edelim.
Hep beraber Annie’nin annesinin cenazesine giderler. Cenazede yaptığı konuşma ile annesi Ellen ile arasının limoni olduğu anlaşılan Annie, annesini gizemli ve ketum biri olarak tanımlar ve cenazeye gelen insanların sayısının çokluğuna şaşırdığını ifade eder.
*** Bundan sonraki kısım eser miktarda sürprizbozan barındırır. ***
Annesinin ölümünden sonra, yakınlarını kaybedenlerin bir araya geldiği bir destek grubunun toplantılarına katılmaya başlayan Annie’nin, toplantı esnasında ailesindeki akıl hastalıkları hakkında söyledikleri de çok önemli. Sonuçta filmin ismi Hereditary ki kelime anlamı kalıtımsal, irsî ya da miras kalan.2 Depresyondan muzdarip babası ölmüş, şizofren abisi bedenine başka insanları koymaya çalışan annesi Ellen’ı suçluyormuş ve sonunda intihar etmiş, annesi Ellen’a ise disosiyatif kimlik bozukluğu (çoklu kişilik bozukluğu) tanısı konmuş. Annie ise ilk çocuğu Peter doğmadan önce, Steve’in de baskısıyla annesi ile olan bütün ilişkisini kesip görüşmemeye başlamış. Fakat Charlie’nin doğumundan önce barışıp tekrar bir araya gelmişler ve Ellen, Charlie ile çok yakından ilgilenmiş. Açılış sahnesindeki ikilik burada da devam ediyor. Ya Annie’nin ailesinde nesilden nesle geçen irsî bir akıl hastalığı var ya da aile, Annie’nin abisinin iddia ettiği gibi, Ellen kaynaklı “lanetli” bir mirasla mücadele etmek zorunda. Bunu da not edelim.
İlk bir saat boyunca acı ile başa çıkmaya çalışan ailenin yaşadıklarına tanık oluyoruz. Bu süreçte Graham ailesinin üyeleri ve filmin büyük bir kısmının geçtiği yaşadıkları ev ile bahçedeki ağaç evden oluşan mekân -Ellen’ın ardında bıraktığı kafa karıştırıcı ipuçları eşliğinde- sindire sindire tanıtılıyor. Sessiz sakin geçen bu bölüme bayıldığımı itiraf etmem gerekiyor. Arada Annie’nin, annesinin hayaletini gördüğü sahne gibi -ana akım korku filmlerinin seyirciyi koltuktan zıplatma fırsatını kaçırmayıp maksimum volümdeki yaylıları, vurmalıları, tellileri cümbür cemaat döşeyeceği- anlarda sükûnetini koruması, gerçekten takdire şayan bir tedirginlik yaratıyor. Bütün bu sakin atmosfer, kırılma noktası işlevi gören filmin en etkileyici sahnesinde yaşanan trajedinin gücünü katbekat arttırıyor ki eminim filmden çıktıktan sonra en uzun süre aklınızda kalan sahne bu olacak.
Ölümcül bir alerjiyle yaşamak nasıl bir şeydir bilirim. Filmde Charlie’nin de benimkine benzer bir zayıf noktası var: fındık alerjisi. Değil fındığın kendisini, içinde fındık olan herhangi bir yiyecek yediğinde alerjisi harekete geçiyor ve vücudu şişmeye başlıyor. Yanında antihistaminik iğne varsa sıkıntı yok, iğneyi olduktan sonra vücut tekrar normale dönüyor ama yoksa durum vahim. Boğazı nefes almayı engelleyene kadar şişmeye başlıyor ve zamanında müdahale edilmezse nefes alamadığından mütevellit ölüm gerçekleşiyor. Anlamışsınızdır herhalde; olayları alerji tetiklemiş olsa bile Charlie’nin başına hayal bile edemeyeceğiniz denli korkunç bir ölüm geliyor. Olanların baş sorumlusu gibi görünen Peter’ın, yaşadıklarının şokuyla hiçbir şey olmamış gibi eve gelerek kimseye haber vermeden yatması, bütün her şeyin korkunç bir kâbustan ibaret olmasını dilediğine delalet ki olan bitenin garipliği düşünüldüğünde filmin bütününe yayılan ikiliğin burada da devam ettiği gözleniyor. Nitekim olanlara birinci elden şahitlik etmiş olmasa bile olay anının birebir aynısının maketini yapan Annie, biraz daha huylanmamıza neden oluyor.
Charlie’nin ölümünden sonra Steve’in bütün iyi niyetli çabalarına rağmen anne ile oğul arasında “hep senin yüzünden” tartışması ayyuka çıkıyor. Graham ailesi yavaş yavaş parçalanmaya devam ediyor. Tam da bu noktada yardım dışarıdan geliyor. Katıldığı destek grubu toplantılarındaki kadınlardan biri olan Joan, Annie’ye ekstra bir ilgi gösteriyor ve Annie, bir süreliğine de olsa bu arkadaşlıkla huzur bulmayı başarıyor. Charlie’nin ölümü ve Joan’un devreye girmesi ile ivme kazanan Hereditary, bilhassa aileyi bir arada tutan tutkal işlevi gören Steve’in de ölmesiyle, ilk dakikasından itibaren vadettiği bir dolu çılgınlığın art arda sunumuna girişiyor.
Çok iyi çekilmiş, teknik işçiliği göz kamaştıran Hereditary’nin zayıf karnı olarak işaret edilebilecek iki nokta var: İlki hiçbir sürprizini saklamayı becerememesi, diğeri ise finalin yeterince etkileyici olamaması. Aslında bu ikisi biraz da birbirine bağlı zayıflıklar. Annie’nin annesine ait kitaplardan birini karıştırırken kendisine yazılmış bir notun işaret ettiği üzere ailedeki herkesin öleceği önceden haber ediliyor. (Dolayısıyla aile bireylerinin ölümü sürpriz olmaktan çıkıyor, ne zaman, nasıl ölecekler diye bekliyoruz.) Joan’un asıl niyeti daha ilk göründüğü andan itibaren belli oluyor, ilk karşılaştıkları anda sarf ettiği “seni annenden dolayı tanıyorum” cümlesi ile kapısındaki paspas yeterli deliller. Zaten filmin de bu sürprizleri saklamak gibi bir niyeti yok, kartlarını açık oynuyor ve bu tercihinde bir sıkıntı görmüyorum. Ancak bunun sonucunda “çok çarpıcı bir final” beklentisi yaratıyor ki asıl tökezlediği kısım burası. Tamam, Paymon isimli iblise tapan tarikatın varlığı, kafası kopuk aile üyelerinin ayine katılması ya da başka bedenlere transfer olan ruhlar falan evet, her biri kendi başına etki yaratacak güçte unsurlar ama bunların hepsini başka korku filmlerinde çok daha çarpıcı biçimlerde gördük. Tamam, “bunların hepsi daha önceden yapıldı kardeşim” tarzı eleştirileri ben de sevmiyorum ama filmi tamamen bunun üzerine kurarsan, daha önce gördüklerimizden farklı bir final beklentisini bizzat kendin yaratırsan, kusura bakma ama bunu vermek zorundasın.3
Şu ikilik mevzusunu da bir açıklığa kavuşturalım. Yanlış anlaşılmasın, Hereditary asla “acaba bütün bu olanlar gerçek mi, yoksa sadece Annie’nin kafasında kurduklarından mı ibaret” ucuzluğuna kaçmıyor. Fakat film boyunca etrafa serpiştirdiği bu tarz ipuçları ile anlatısını şekillendiren metaforun elini güçlendiriyor. Sonuçta Hereditary, bir aile trajedisinin kâbusa dönüşmesini anlatıyor ve işin içine tarikatları, iblisleri, beden değiştiren ruhları vb. sokarak gerçekten etkileyici bir korku filmi haline geliyor. Filmde asıl altı çizilmek istenen ikilik ise kadın ve erkek arasında. Buna birazdan değineceğim, önce söz konusu iblise biraz daha yakından bakalım.
Filmin doğaüstü yıldızı, kökü Mezopotamya mitolojisine kadar uzanan Paymon isimli bir iblis. Eski tarihli birçok ‘demonoloji’ kitabında cehennemin Şeytan’a itaat eden krallarından biri olarak gösterilen Paymon, kadın yüzüne sahip bir erkek olarak tasvir ediliyor. Birçok gücü olan iblisin, dünyayı çok iyi tanıdığından, dünyanın bütün sırlarına vakıf olduğundan, geçmişe ve geleceğe ait bütün bilgileri bildiğinden, ölüleri diriltebildiğinden, gerçekdışı görüntüler yaratabildiğinden, kendisine tapanları büyük bir güce ve servete kavuşturabileceğinden bahsediliyor. Bu arada Paymon’ın kelime anlamının bilinmeyen bir dilde ‘tinkling sound’ (tınlama, çınlama sesi) anlamına geldiği de söyleniyor.
***Bundan sonraki kısımda bütün finali açık edeceğim, o yüzden son bir kez uyarıda bulunmak istedim.***
Filmdeki tarikat, kendilerine güç ve servet bahşedecek Paymon’ı dünyaya getirmek için bir erkek bedenine ihtiyaç duyuyor ve anlaşılan bu erkeğin tarikatın “kraliçesi” Ellen’ın soyundan biri olması gerekiyor. Kocası ve oğlu öldüğü için umudu torununa kalıyor ama Peter doğduğunda görüşmeyi kestikleri için onu bu ayine hazır hale getiremiyor. Fakat ikinci torunu Charlie ile yakından ilgilenme fırsatı bulan Ellen, onu ayine hazırlıyor hazırlamasına ama Paymon’ın dünyaya gelebilmesi için hâlâ bir erkek bedeni kullanması gerekiyor. Bunun üzerine Charlie’nin ruhunu Peter’ın bedenine yerleştirip o bedeni de Paymon’ın dünyaya gelmesi için kullanıyor. Zaten bahçedeki ağaç evde gerçekleşen final sahnesindeki ayin esnasında Charlie’nin kesik başının Paymon heykelinin üzerine yerleştirildiğini görüyoruz. Böylece Paymon’ın “kadın yüzüne sahip erkek” tasviri de yerli yerine oturmuş oluyor ve Charlie’nin ruhuna sahip Peter’ın bedenini kullanarak dünyaya gelen Paymon’a krallık tacını takan tarikat üyeleri emellerine ulaşmış oluyorlar. Ayrıca Charlie’nin daha hayattayken dilini damağına vurdurarak çıkardığı ses ile Paymon’ın kelime anlamı arasında da bir bağlantı kurulabilir. Evet, biliyorum o ses pek tınlama/çınlama sesi gibi değil ama okuldaki cama çarpıp ölen kuşun kafasını makasla kesip alan, o kuşun kafasına bir taç yerleştirilmiş şekilde resmeden ve birçok geceyi sanki malum anın gelmesini sabırsızlıkla bekliyormuş gibi bahçedeki ağaç evde geçiren Charlie’nin ta en başından beri olacakları bildiğine dair ekstra bir işaret olarak yorumlanabilir.
Inverse4 sitesine konuşan yönetmen Ari Aster, Paymon hakkında şunları söylemiş; “Daha önce o kadar çok kullanıldı ki filmde Şeytan’ı kullanmak istemedim. Araştırmaya başladım, ‘demonoloji’ kitaplarındaki iblisleri taradım ve öykü içinde anlamı olabilecek Paymon’ı görünce seçimimi yaptım. Sonuçta okültizm ile hiçbir bağım yok ve birçok kaynaktan duyduğuma göre Paymon’ın bile demode olduğu düşünülüyor, yani bazı ‘okültistler’ arasında demek istiyorum.” Ayrıca Aster, filmde bu denli dikkat çekmesine rağmen Paymon’ın, senaryo yazım aşamasındayken öyküye çok geç dâhil olduğunu da söylüyor. Bu yüzden filmdeki tarikat üyelerinin özellikle Paymon’a tapmasının ardında çok daha büyük sebepler olduğunu uman okültizm meraklılarına cevaben, bu kısmın tamamen seyirciye bırakıldığını belirtiyor.
Biraz da filmdeki kadın-erkek meselesini didikleyelim. Bütün erkek karakterler çok silik, pasif ve etkisiz olarak çizilmiş. Annie’nin depresyondan ölen babası ya da Ellen’ın emellerine alet olmaktan korkarak intihar eden abisi gibi kulaktan dolma tanıdığımız erkek karakterler için en hafifinden güçsüz, zayıf gibi sıfatlar kullanabiliriz. Graham ailesine baktığımızda ise Steve’in evde varlığıyla yokluğu bile belli olmuyor. Aynı şekilde günlerini ot içmekle heba eden ergen Peter’ın da âşık olduğu kıza açılmaktan daha büyük bir derdi yok gibi. Filmdeki kadın karakterler ise tam tersi; olacakların ne kadarının farkında olduğunu bilmediğimiz ama önemli bir kısmını bildiğini tahmin ettiğimiz Charlie, kaderiyle yüzleşmekten korkmuyor. Bütün olayı tezgâhlayan “kraliçe” Ellen ya da muhtemelen onun emirlerini yerine getirmekle mükellef Joan için fazla bir şey söylemeye gerek yok zaten. Annie de olaylar yavaş yavaş şekillenmeye başladıktan sonra (kandırılmasını bir kenara koyarsak) canhıraş mücadele eden tek kişi oluyor. Şimdi buradaki ikilik şurada yatıyor: Filmde yaratılan dünyada bütün erkek karakterler pasif (edilgen), bütün kadın karakterler aktif (etken) iken bile iblisi dünyaya getirebilmek (yani güce ve servete kavuşabilmek) için bir erkek bedenine ihtiyaç duyuluyor. Yani film, ataerkil sistemin kadınlar üzerinde kurduğu tahakkümü resmetme çabasına giriyor. Ataerkil sistem erkekler tarafından kurulduğundan kuralları da erkekler belirler. Kadınlar bu sistem içerisinde yer alabilmek için ataerkilliğin belirlediği kuralları benimsemek ve bunlar doğrultusunda davranmak zorundadırlar. Filmdeki kadın karakterler de bunu yapıyor ama son bir manevrayla erkek karakterleri bertaraf ederek emellerine ulaşıyorlar. Ama ne olursa olsun finalde; bedenini Charlie’ye teslim etmesine rağmen tacı takan yine Peter oluyor. Yani aslında Hereditary, çözüm önerileri sunmak yerine ataerkil sistemin fotoğrafını çekmekle yetiniyor.
Bir aile trajedisinin kâbusa dönüşmesini merkezine alıp hayatta çok sık karşılaştığımız gibi kötü bir olayı bir başkasının takip ettiği o berbat dönemlerden birini abartılı bir biçimde anlatan Hereditary, modern korku filmleri arasında kendine sağlam bir yer edinmeyi hak ediyor. Yeni neslin Exorcist’i tabirine ise hiç katılmıyorum. Daha çok Rosemary’s Baby (1968) filminin anlatı yapısını temel alan ama oradaki Şeytan’ın yerine ona itaat eden iblislerden Paymon’ı öykünün merkezine yerleştirerek derdini anlatmayı deneyen, geçtiğimiz senelerde festivallerin tozunu atan korku filmlerinden It Follows (2014) ya da The Witch’in (2015) izinden giden bir film. İsmi geçen filmleri sevdiyseniz, Hereditary’yi de seversiniz ya da tam tersi. Son bir not olarak Annie’yi canlandıran Toni Collette’in insanüstü performansının gerçekten izlenmeye değer olduğunu da belirtelim.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
Notlar
1- Filmin açılış sahnesini yönetmen Ari Aster’ın yorumuyla aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.
2- Filmin Türkçe ismi niye Ayin, hiç bilmiyorum, Miras olabilirmiş pekâlâ ya da “isminden korku filmi olduğu belli olsun” deniyorsa Lanetli Miras.
3- Burada niyeyse aklıma kült dizi Spaced’in başkarakteri Tim Bisley’nin (Simon Pegg) sarf ettiği şu cümle geldi: “Hollywood endings are just a myth, life is just a thankless struggle.” Yani “Hollywood finalleri sadece bir efsaneden ibaretken, hayat sadece nankör bir mücadeleden ibarettir.”
4- The Hellish Twist in ‘Hereditary,’ Explained https://www.inverse.com/ (Ari Aster’ın söylediklerini bu siteden alıntıladım. Çeviriler tarafıma ait.)
[/box]
Hereditary’nin iyi bir korku filminde olması gereken başarılı senaryo, oyunculuk, sinematografi gibi bir çok meziyeti var gerçekten, ancak korkunç bir film olma bunlardan biri değil.
Psikolojik gerilim olarak çok iyi bir film.
Korku olarak da çok kötü.
Bir afişinde ” Yeni Neslin Exorcist’i ” diyordu.
Yuh artık !