Rivayete göre, Tanrı günahkâr Sodom kavmini yok etmesi için iki melek gönderir. Melekler İbrahim peygambere uğrarlar ve ne için geldiklerini anlatırlar. Tanrı’nın bildiğini bilmeyen İbrahim peygamber, Sodom’un günahkâr değil dürüst insanların yaşadığı bir yer olduğunu söyler. Ve bunu ispatlamak için elli dürüst insan getireceğini söyleyerek biraz zaman ister. Bütün çabalarına karşın kimseleri bulamayan İbrahim peygamber en azından on dürüst insan olabileceğini düşünse de orada yaşayan tek bir dürüst insan olduğu anlaşılır.
Komünistlere duyulan korku ve nefretin artması üzerine, ülkedeki komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan Amerika’ya Karşı Çalışmalar Kurulları Meclisi (HUAC), çalışmasına sanat ve özellikle sinema çevresinden başlamıştı. Kurulun ilk işlerinden biri 1944 yapımı “Song of Russia” isimli filmi araştırmaktı. Bilirkişi olarak görevlendirilen ve “Rusların gülerken gösterilmiş olmasının komünist propagandası” olduğundan hareketle filmde Rus parmağı olduğunu “kolayca” ispatlayan vahşi kapitalizmin savunucularından Ayn Rand ile Komite Başkanı John McDowell arasına şöyle bir konuşma geçmiştir.
“McDowell: Artık Rusya’da hiç kimse gülmüyor mu yani?
Rand: Tıpatıp sözcük anlamıyla soruyorsanız, hayır diyebilirim.
McDowell: Gülmüyorlar yani?
Rand: Bizim bildiğimiz anlamda gülmüyorlar, evet. Gülecek olurlarsa, özel, kişisel olarak gülüyorlar, rastlantısal. Toplumsal olarak değil kesinlikle. Düzenlerinin onaylamasına gülmüyorlar.”
Soruşturmaların yoğunlaştığı dönemde, 9 Şubat 1950’de, daha sonraları eşcinselliği, hilekârlığı ve alkolikliği başta olmak üzere karakteri üzerinden bitmek bilmeyecek tartışmalara hedef olacağını tahmin bile edemeyen Joseph McCarthy isimli taşralı bir senatör, zamanının geldiği düşüncesiyle, hükümet için çalışmasına karşın Komünist Parti’ye üye olan şahısların yer aldığı bir listenin elinde olduğu iddiasıyla ortaya çıkar. İddiaları üzerine kurula ifade vermeye çağrılan senatör, tek bir kişinin bile komünist olduğunu ispatlayamasa da toplumda büyük bir karşılık bulur ve tarihe “McCarthycilik” olarak geçen karanlık bir dönem başlar.
Cadı avı, haçlı seferi gibi isimlerle de anılan bu dönem boyunca, fikir özgürlüğü karşıtı hemen tüm faaliyetlerde olduğu gibi, öncelikle kütüphanelerdeki “yıkıcı yayınlar” tespit edilerek toplatılmış ve yakılmıştır. Kurul tarafından sorgulanan birçok kişi hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş veya işlerinden olmuşken, dostlarının isimlerini “fısıldayanlar” kariyerlerinde hızla yükselmeye başlamıştır. Böylece Hollywood’un doğru yola getirilmesi ve bir kültür endüstrisine dönüştürülmesinin ilk adımları atılır.
Kurula dostlarının adını verenlerden biri olan Elia Kazan’ın “ispiyonculuğu” etnik kökenine, kendisini hiçbir zaman tam bir Amerikalı olarak kabul ettirememiş olmasına ve sürekli Amerikan egemenlerine yaranmaya çalışmasına bağlanmıştır. Buradaki ırkçılık kokan imaları hissetmemek mümkün değildir. Yaşanan gelişmelerin işleri daha da kötüleştirmesi üzerine Hollywood patronları, çalışan herkesten, komünist olmadıklarına, geçmişte hata yapmış olsalar bile artık pişmanlık olduklarına ve bir daha aynı yanılgıya düşmeyeceklerine dair yemin etmelerini isteyen bir mektup yazmalarını şart koşan, sonraları “Amerikan Lejyon Andı” ismiyle anılacak bir karar alarak buna uymayanlara iş verilmeyeceğini ilan etmek zorunda kalmışlardır. Oyun yazarı Lillian Hellman zaten çürüme içerisindeki Hollywood’da o dönemde yaşananları şöyle özetlemektedir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“En iyi niyetliler bile ağızlarını biraz açacak olsalar, süslü muhasebe defterlerine, eski senaryolar denilen ücretlerin, özel limuzin paralarının, tatil harcamalarının ya da kayda geçirilmemiş yıllık bir ikramiyenin işlendiğini görüverirlerdi. Her şeyden daha fazla acıklı olan, doğruları söylemesi beklenen ancak vergi kaçıran, kazancını ve tatil harcamalarını en yakınlarından gizleyen, eşlerini aldatmayı hüner sayan, ikramiyelerini saklayan insanlar nasıl haysiyetli davranabilir ki?” (Lillian Hellman, Şarlatanlar Dönemi)[/box]
Ülkemizde ‘’Kahraman Şerif’’ adıyla bilinen High Noon, güçlü kadrosuna ve aldığı ödüllere karşın sinema yazarı Andre Bazin tarafından “keşfedilinceye” kadar unutulmuş bir filmdir. İnsanların korkup kaçması ve saklanmasıyla düşmanlarına karşı tek başına mücadele etmek zorunda kalan bir kasaba şerifinin macerasını anlatan filmin, McCarthy’nin başlattığı “komünist haçlı seferi” karşısında sessiz kalan aydınları eleştirdiği iddia edilmektedir. Bu iddialar, senaryo yazarı ve yapımcı Carl Foreman’ın, filmin aslında politik bir film olduğu ve şerif karakterinin komünist avı dönemine bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemesi sonucu dile getirilmiştir ancak yönetmen Fred Zinnemann, bu iddiaları kabul etmeyerek, filmin sadece yapması gerekeni yapan bir adamın hikâyesi olduğunu söylemiştir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Ve 1940 yılına kadar, eğitimden geçmiş aydın kişilerin, ileri sürdükleri inançlara sahip çıkacaklarına inanarak gelmiştim: düşünce ve söz özgürlüğü, her bireyin kendi inancına bağlı kalma hakkı, sorguya çekilen kişilerin yardımına koşulacağını, kuru sözlerle yetinilmeyeceğini gibi… Oysa McCarthy ile oğlanları ortaya çıkınca, sesini yükseltenlerin sayısı üçü beşi aşmadı. Hemen hemen herkes ya yaptıkları ya da yapmadıklarıyla McCarthy’ciliğe hizmet etti, kendilerini almak için yavaşlamayan arabanın peşinden koşturdular. Bugün de, o zaman da, böyle saçma sapan bir şeye bel bağladığımdan ötürü içerlemişimdir kendime; evet, Amerikan aydınlarını inançları uğruna her kavgayı göze alabilen, canları yanma pahasına da olsa direten kişiler sanmaya hakkım yoktu; böylesi bir sonuca varılacak kadar köklü bir tarihten yoksundular.” (Lillian Hellman, Şarlatanlar Dönemi)[/box]
Rusların gülümsemesinden bile anlam çıkarmaya çalışan sistemin kısa bir süre içerisinde kendisini kıyasıya eleştiren bir filme müsamaha göstermesi anlaşılır bir tutum değildir. Carl Foreman komünist cadı avcılığı konusunu senaryonun çeşitli yerlerine elinden geldiğince serpiştirmiş olabilir ancak yapımcıların, yönetmenin ve başrol oyuncusunun böyle bir maksatlarının olmadığını beyan etmesi, elbirliğiyle kotarılan bir iş olmadığını düşündürmektedir. İzlemiş olsa, etrafının komünistlerle sarılı olduğunu düşünen McCarthy bile komünizmle mücadele eden cesur ve yalnız adam olduğunu düşünerek, kendini şerif karakteri ile özdeşleştirmiş olabilirdi. Ayrıca Beyaz Saray’da en çok izlenilen film olması, demokrasi, insan hakları, küreselleşme gibi konular başta olmak üzere “dünyanın selameti” için kendilerini ‘’feda eden’’ Amerikan Başkanların kendilerine güçlü bir kahraman figürü bulmuş olmalarıyla açıklanabilir.
Üç kişilik küçük bir çetenin kasaba meydanından etrafa korku salarak geçişinin gösterilmesiyle başlayan film seyirciyi hızla bir nikâh törenine götürür. Evlenen şerif Will Kane’dir. Kasaba halkından kimselerin törende bulunmaması ve nikâhın kilisede değil de yargıcın ofisinde yapılıyor olması geleneklerle bağdaşmadığını bildiğimizden, hayli şaşırtıcıdır. Bütün yaşamını kanun adamı olarak geçiren Kane, emeklilikten ve evliliğin getireceği yeni hayattan korkmasına karşın hayal kırıklığına uğratmak istemediği karısına, elinden geleni yapacağına dair söz vermiştir. Silahına veda edecek, şehirde bir mağaza açacak ve çocuklarını büyüteceklerdir. Silahını ve rozetini yargıca teslim ederken yeni şerifin henüz gelmemiş olmasından dolayı “endişeli” olduğunu söyleyen ve silahını çıkarmamak için bahane aradığını düşündüğümüz Kane’in yeni hayatına alışmakta çok zorluk çekeceğinin ilk ipuçları görülür.
Kahramanın yolculuğu, gündelik hayattan sıyrılarak varoluşunu anlayabilmek için tüm korkularına rağmen cesur davranmak zorunda olan insanın macerasını ifade eder. Cesur olunmazsa bu süreç yolculuk değil, yalnızca kısırdöngü olur. Tekrar tekrar yolculuğa başlanır ancak bir türlü tamamlanamaz. Her insanın dünyaya gelişinin bir amacı, yerine getirmesi gereken bir görevi vardır. İnsan, yolculuğunu tamamlamak, ölümden korkmadığını göstermek ve “amacını” bulabilmek için ruhsal olarak “ölmeli” ve yeniden doğmalıdır. Bunu başaran her insan “kahraman” olarak nitelendirilmeyi hak eder. Zengin, yoksul, eğitimli, cahil, güzel, çirkin olmanın kahramanlıkla hiçbir ilgisi yoktur hatta rahat yaşam, gündelik hayatın etkisine kapılarak yolculuğa çıkmayı engelleyici etki yapabilir. Halk masalları kahramanın eylemini fiziksel olarak gösterirken (padişahın kızı ile evlenebilmek için dağdaki canavarı öldürmek), dinsel öğretiler yüksek ahlaki meziyetler olarak (ilahi sırlara erişebilmek için dünyevi şeylerden elini eteğini çekerek inzivaya çekilmek) sunarlar. Ne şekilde gösterilirse gösterilsin kahramanın yolculuğu tek bir amaca yöneliktir ve asla değişmez.
Kanun kaçaklarının doludizgin at koşturduğu, kadınların ve çocukların dışarı çıkmaya cesaret edemediği tipik bir ‘’vahşi batı’’ kasabası olan Hadleyville, Şerif Kane ile birlikte çok değişmiştir. Kasabanın azılı suçlusu Frank Miller yakalanarak, adalete teslim edilmiş ve idama mahkûm edilmiştir. Kasaba huzura kavuşmuş, “ahlaklı kadınlar” rahatlıkla sokaklarda dolaşmaya başlamış, çocuklar yeniden dışarda oynamaya başlamıştır. Kamera seyirciye oyun oynayan çocuklar, tıraş olan, sohbet eden insanlar, kiliseye gitmek için hazırlık yapanlar hatta barda içki içenler olmak üzere bütün kasabayı ve insanları gösterir. Hava güzel, her şey sakin, huzurlu ve gündelik hayatta olması gerektiği gibi, bilindiktir.
Macera çağrısı genellikle insanı harekete geçmeye çağıran bir zorluk şeklinde kendini gösterir. Bir ölüm, hastalık, aldatılmak, işten ayrılmak, yaşamda kendini bir çıkmazda hissetmek ve bunlara benzer durumlar macera çağrısının işaretlerinden sayılabilir. Gündelik yaşamın “ölümcüllüğünden” çıkması için çağrı herkese yapılsa da pek çok insanda çağrıyı cevaplayacak cesaret yoktur. Büyük çoğunluk ‘’tanrıdan kaçma budalalığı’’ göstererek çağrıyı reddeder ve bir ömür pişmanlıklar içinde yaşar. Çağrılar çeşitli biçimlerde gelmeye devam eder ama kişi o çağrıları hep bir talihsizlik veya kaderin oyunu olarak algılar. Çağrıya cevap verilmesi ise eşikten atlama olarak adlandırılır.
Silahını ve rozetini bırakan Kane, arkadaşlarıyla vedalaşırken telgrafçı içeri girer. Hapisten kaçan Frank Miller’ın öğlen treniyle kasabaya geldiği haberini verir. Bu Kane için açık bir macera çağrısıdır. Telgrafçı da macera çağrısını kahramana ileten haberci rolünü üstlenmiştir. Habercinin gelişiyle Kane’in gündelik yaşamında bazı şeylerin değişeceği anlaşılır. Dostları başının belaya girmemesi için kaçması gerektiği söyleyerek, şerifi apar topar arabaya bindirerek kasabadan gönderirler. Korku içindeki kasabalı Miller ile Kane’in tekrar karşı karşıya gelmesini engellemek istemektedir. Şerif, Miller’ı tutuklayarak hapse göndermişse de, bir kez daha başaramayacağı ve azılı haydudun “olması gerektiğinden” daha acımasız davranacağından korkulmaktadır. Belediye başkanının şu sözleri birçok şeyi özetlemektedir.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Pekâlâ, ben diyorum ki, bu kasaba şerife para ile ödenemeyecek şeyler borçlu. Bunu asla unutmayın. O gerçek bir kahraman ve iyi bir adam. Bugün dönmek zorunda değildi. Ve kendi iyiliği ve kasabanın iyiliği için keşke dönmeseydi. Çünkü Miller geldiğinde burada olmazsa içimden bir ses, bir sorun çıkmayacağını söylüyor. Yarın yeni bir şerifimiz olacak. Bence gelene dek hiçbir şey yapmayalım. Bence mantıklı olan, tek çıkar yol budur. Will, hala vakit varken, sanırım gitsen iyi olur. Bu senin için ve bizim için iyi olur.” (filmden)[/box]
Sayıca üstün olmalarına karşın bütün kasabalının bir kaç adamdan korktuğunu görünce erken yaşta ölen, Batı’nın ender rastlanabilecek dürüst ve haysiyetli insanlarından Etienne de La Boetie’yi hatırlamamak mümkün değil. İnsan doğasının özgürlük olduğu ve yöneten-yönetilen ilişkilesinin mutlaka tahakküme yol açtığı görüşünü savunan filozofa göre nasıl olmuştur da, doğasında özgürlük bulunan insan “her yerde zincire vurulmuştur?” La Boetie’ye göre, insanlar, ilk anda şiddet kullanarak yönlendirilseler bile, özgürlüğe dayalı doğalarından ötürü, hizmet etmek istemezler. İnsanların gönüllü olarak hizmet etmeleri ve boyun eğmeleri, özgürlüğe dayalı ilk doğanın, köleleştirici bir eğitimle yozlaştırılmasıyla mümkündür. Boyunduruk altında doğan insanlar kulluk-kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Dolayısıyla bu insanlar, iktidarı tehlikeye sokacak herhangi bir eyleme kalkışmazlar. Böyle bir eylemin getirdiği özgür düşünceden, özgür iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimsemekte ve sürdürdükleri yaşamın dışında başka yaşam biçiminin olduğunun ya da olabileceğinin farkında olamazlar. Zor kullanılarak tahakküm altına alınanlar farkında olsa da var olan tahakkümün içine doğan insanlar için bu durum, doğal görünür ve eğitim aracılığıyla da bu doğallık pekiştirilir. Böylece eğitimle gelen özellikler, insanın ikinci doğası haline dönüşür. Boyun eğmeye dayalı bu ikinci doğa sayesindedir ki, tahakküm ilişkileri sürdürülebilir diyen La Boetie vahşi kapitalizmin ipliğini pazara çıkarıyor.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Fakat ey Tanrım, nedir bu? Bunu hangi adla tanımlayabiliriz? Bu ne biçim bir beladır? Kendilerine ait ne malları ne aileleri ve çocukları hatta ne de yaşamları olan sonsuz sayıdaki insanın boyun eğmesini görmek ne büyük bir felakettir, daha doğrusu ne uğursuz bir kötülüktür? Eğer kendinize ihanet etmezseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmazsanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yaltaklık etmezseniz o ne yapabilir ki? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlara eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip kızlarınızı şehvet duygusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlara götürsün diye, katliama götürsün diye, onların tutkularının vekilleri ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. Derin zevk duygularını incelikle ele alabilsin ve pis ve rezil eğlencelerin içinde yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz.” (Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev)[/box]
Peki, bu durumdan kurtuluş yok mudur? La Boétie bu konuda umutsuzdur. Ona göre insanın özgün doğası, göreneklere (ikinci doğa) göre daha az etkiye sahiptir: “Halk bir kere kullaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor.” Üstelik halk popülist eylemler yapan yöneticilere bağlanmakta; aslında onların bu eylemleri sonucunda sadece ‘’kaybettiklerinin bir bölümünü geri aldığını görememekte‘’ hatta yöneticilerinin mucizeler yaptığına inanmaktadır. Dolayısıyla artık bu durumdan kurtuluş pek mümkün değildir. Hapiste olmasına karşın kasaba üzerindeki tahakkümünü sürdürmeyi başaran Frank Miller’ın kim olduğu önemli değildir, halkın “gönüllü kulluk” yapabileceği herkes olabilir.
Kaçtıklarının farkında olmayan Amy mutludur ve sevgi dolu bakışlarla kocasına sarılırken görülür. Araba gözden kaybolurken şerif yardımcısı, kız arkadaşına ‘’Kane ve yeni karısının hızlı bir şekilde kasabadan ayrıldığını’’ söyler ve ‘’onu daha önce atları böylesine kamçılarken görmemiştim’’ der. Kane’in daha önce asla yapmadığı bir davranışı sergilediği açıkça dile getirilerek seyircideki merak, heyecan ve gerilimin dozu artırılır.
Amy mutlu ancak kasabadan ayrıldıklarına inanamaz bir şaşkınlık içindedir. Nihayet sevdiği adamla birlikte arzuladığı ve hayallerini kurduğu yeni hayatına başlayacaktır. Oysa Kane doğru olanı yapıp yapmadığını düşünmektedir. Yüz ifadesi, evlenerek yeni bir hayata başlamayı düşünen insanların mutluluğunu yansıtmaz. Kane’in bu ikilemine ortak edilen seyirci, şerifin durmasını bir “kahraman” gibi geri dönmesini ister. Kane birden arabayı durdurunca zaten kasabadan ayrıldıklarına inanamayan ve mutluluğunun pamuk ipliğine bağlı olduğunu sezen Amy’nin korktuğu başına gelir. “Neden duruyorsun” der, kötü bir şeyler olacağı korkusuyla. “Bu doğru değil, geri dönmeliyim Amy, Beni kaçırtıyorlar” diyen Kane ‘’Hayatımda kimseden kaçmadım’’ der. Amy’nin yalvarmaları hiçbir işe yaramaz. Böylece Kane’in ‘’eşiği’’ aştığı, macera çağrısına yanıt verdiği ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlaşılır.
Eşikten atlanmasıyla zorlu görev başlar. Amy, “kaçmaları” için hala zamanları olduğunu söyleyince Kane ‘’Şu mağazayı asla açamazdık Amy’’ der. ‘’Tüm hayatımız boyunca kaçmaz zorunda kalacağız.’’ ‘’Gidelim’’, der Amy yalvararak. ‘’Kahraman olmaya çalışma, kahraman olmak zorunda değilsin.’’ Ancak Kane dinlemez. Kahramanın yolculuğu artık başlamıştır. Ve geri adım atmanın daha kötü olacağını bilir. ‘’Burası benim kasabam. Dostlarım var. Arkamda yardımcılarım olacak, belki de bir sorun çıkmaz’’ der. Miller’dan kaçmak, pişmanlık içinde bir ömür sürmek ve onunla bilinmedik başka yerde karşılaşmak yerine gerekirse, ‘’kendi kasabasında’’ ölmeyi tercih etmektedir. ‘’Öldürmenin’’ Amy’nin inançlarına aykırı olduğunu ve ilk trenle kasabayı terk edeceğini bilmesine karşın Kane yeniden silahını kuşanır.
Kocasından ayrılan ve kasabadan gitmek isteyen Amy, geçmişte yaptıklarına karşın Kane’in kasabada sevilmediğini öğrenir. Bu Amy için, her şey sona erince beraber yaşayacağı veya ölünce yasını tutacağı adam olan Kane’i tanıma ve gerçeklerle yüzleşme anıdır. Her şeyi bilecek ve son kararını ona göre verecektir. İlk kurşun atıldığında trene binekten vazgeçerek kasabaya dönen Amy, kocasının bıraktığı vasiyeti okuduktan sonra her şeyi öğrenmiş olarak inancı dâhil her şeyi bir kenara bırakacak ve bir an bile duraksamadan yardıma koşacaktır. Babası ve kardeşlerinin öldürülmelerine karşın intikam almak yerine kayıtsızlığı seçen Amy bu kez silahı eline almakta asla tereddüt etmeyecektir.
Miller’i idama mahkûm eden yargıç da kasabayı terk eder. Yasayı güvence altına alan bir irade yoksa yasanın anlamsızlığını ortaya koyan, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların hakkını savunacak, zorbalığa karşı koyacak kanun adamı da kaçınca Kane’in yükü bir kat daha artar. Şerifin, adam toplamak için geldiği kasabanın barında, herkes Miller’ın Kane’i öldüreceğinden söz etmektedir. Barmen, içeridekilerin Miller’ın dostları olduğunu, yanlış kapıya geldiğini söyler. Bu ilk hayal kırıklığıdır ve çocukların “Kane öldü, Kane öldü’’ diye kasaba sokaklarında koşuşturdukları duyulur. Yakın dostunun evine gider ancak arkadaşı onu karşılamak yerine gizlenir ve karısına evde olmadığını söyletir. Art arda gelen bu sahneler Kane’in de kasabam dediği yeri, dostlarım dediği insanları gerçek anlamda tanımaya başladığı andır. Çaresiz kalan şerif dindar biri olmamasına, evliliğini bile Kilise dışında yapmasına karşın Kilise’ye gider. İçeri girdiği esnada Eski Ahid’in “Malaki” kitabından dördüncü bölüm okunmaktadır. Bu bölümü aşağıya yazıyorum:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
‘’İşte o gün geliyor, fırın gibi yanıyor. Kendini beğenmişlerle kötülük yapanlar samandan farksız olacak; o gün hepsini yakacak. Onlarda ne kök, ne dal bırakılacak. Ama siz, adıma saygı gösterenler için ışınlarıyla şifa getiren doğruluk güneşi doğacak. Ve çıkıp ahırdan salınmış buzağılar gibi sıçrayacaksınız. Kötüleri ezeceksiniz.’’[/box]
Kane’in konuşmasından etkilenen birçok adam gönüllü olmaya hazırken, bir başkasının ortaya çıkarak, Kane’in şeriflik görevinin sona erdiğini, Miller ile arasındaki sorunun kişisel olduğunu söylemesi üzerine vazgeçerler. Kane’in geçmişteki çabaları olmasa, asla sokaklara çıkmaya cesaret edemeyecek çocukların Kilise bahçesinde güvenle oynadıklarını gören seyirci, kasabalı hakkında olumsuz düşünmeye başlamıştır. Konuşmalar bir karara varmadan uzayıp giderken Ezra adında bir adam “Burada işittiğim bazı şeylere inanamıyorum. Kendinizden utanmalısınız. Bu adamı biz tuttuk ve şimdiye kadar ki en iyi şerifimizdi. Bu onun sorunu değil, bizim sorunumuz. Doğru şeyi yapmazsak daha başımıza çok bela gelir. Yapılacak tek şey var ve bunun ne olduğunu biliyorsunuz” der.
Eski Ahid’de adı geçen Ezra, bir din adamı belki de bir peygamberdir. Kudüs’te Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa eden ve öndersiz kalan Yahudileri bir araya getiren isim Ezra olmuştur. Yahudi toplumunun bir lideri, bir sofer, bilgin ve kohen olan Ezra, Yahudi toplumunun, başlarında bir kral ya da peygamber olmadan zorlandığını duyar. Yanına güvendiği adamlarını alır ve yardıma koşar. Hadleyville kasabası da, Şerif Kane önderliğinde sokaklarında ateş edilmeyen, cinayet işlenmeyen, güzel ve sakin bir yer haline gelmişken kasabanın eskisinden de kötü bir yere dönüşeceği vurgulanmış ve insanlara Ezra ismini kullanarak ikinci bir şans verilmişse de, insanlar bu şansı da teperler.
Çaldığı her kapı yüzüne kapatılan şerif, bildiği ancak inkâr ettiği güçlerle yani Frank Miller’ın kasaba üzerindeki tahakkümüyle yüzleşmeye başlar. Bu aşamada Amy ile özdeşleşen seyirci hem şaşırır hem de korkar. Şerifin sanıldığı gibi iyi bir insan olmadığı, kıskançlıkla, bencilce hatta haksızca davrandığı ve Miller’ı hapse atınca onun sevgilisiyle birlikte olmaya başladığı ortaya çıkar. Unutmak için çaba gösterdiği şeyleri kasabalının unutmadığını görmek Kane’i de korkutur ve “kasabam” dediği yerde en büyük yalnızlığı yaşarken dostluklarının, arkadaşlıklarının sahte olduğunu anlamaya, kendini feda etmesinin amacını sorgulamaya ve şüphe etmeye başlar.
Kimselerin kendisine yardım etmeyeceğini anladıktan bir süre sonra atının yanına gider. Burası son kararın verileceği ve karar verildikten sonra geri dönüşün olmayacağı yerdir. İlk anda kötüyle olan savaşında şerifi destekleyen seyirci de fikir değiştirmiş, olan biteni gördükten sonra böyle bir kasaba için değmeyeceği düşüncesine sahip olmuştur. Ne var ki, seyircinin aksine Kane kalmaya, kadınlar, çocuklar ve adalet için savaşmaya karar verir. Bu esnada yanına gelen eski yardımcısı ile olan kavgası kasabalı ile olan kavgasıdır aslında. Hiç beklemediği darbeler alır, az sonra gireceği savaş öncesi yorgunluğu artar hatta yaralanır ama yenmeyi başarır. Zorlu mücadelesine girmeden önce kasabaya olan kızgınlığına da şefkatini de gösterir. Seyircinin kızgınlığı da, öfkesi de iyice artmıştır.
Öğlen olmasına, trenin gelmesine birkaç dakika kalmıştır. Kane, ölümünden sonra açılmak üzere vasiyetini yazar. Tüm kasabalının gözü saatlerdedir. Vasiyetini yazmaya başladığı ilk andan trenin düdüğünün duyulmasına kadar geçen iki dakikalık süre boyunca karısı, eski sevgilisi, arkadaşları, kilisedekiler, bardakiler kısaca bütün insanlar teker teker seyirciye gösterilir. Saatin tik taklarıyla birlikte müzik de yükselerek zaten öfkeli olan seyircinin gerilimi yavaş yavaş artırılır. Amy, Miller’ı getiren trenle kasabayı terk etmek üzere istasyona giderken, kocasının önünden geçtiği esnada dönüp yüzüne bakmaz bile. Bütün hayalleri yıkılan, dostluklarının, arkadaşlıklarının büyük bir yalandan ibaret olduğunu anlayan ancak geri adım atmamaya kararlı ve düşmanıyla tek başına karşılaşacak onurlu bir adamın karısını götüren arabanın ardından bakarken gözüktüğü bomboş sokaktaki yalnızlığının filmin en hüzünlü sahnesi olduğunu söylemeliyim.
Miller gelir, adamlarıyla buluşur, silahını kuşanır ve kasabaya doğru harekete geçer. Duyulan ilk silah sesiyle Amy dayanamayarak, trenden iner ve kasabaya doğru koşmaya başlar. Yerde bir ceset vardır, korkuyla yaklaşır kocasının olmadığını görünce umutla ofise gider. Orada vasiyeti görür ve okur. Miller ile karşılaşan Kane kasabanın tam ortasında onu öldürmüştür. Bu sahne ile Miller fiziksel olarak, yeni bir hayata başlamak isteyen Kane de ruhsal olarak ölmüştür. Kasaba ile işi kalmadığını belirtmek için şaşkın bakışlar arasında ‘’teneke’’ yıldızını yere atar, Amy ile birlikte kasabadan ayrılırlar.
Kahramanın denendiği nokta yeraltı dünyasına iniş veya ölüm olarak adlandırılır. Burada kendisiyle dövüştür. Peri masallarında ve mitolojik hikâyelerde kahramana zorda kaldığında daima yardıma koşan yüce bir güç vardır. Masallarda bu bir tanrı, bir hayvan veya kahramanın doğru yolda olduğunu söyleyen bir kişi veya olaydır. Bu, yolculuğunu ısrarla sürdüren kahramana yapılan doğaüstü bir yardımdır. Filmdeki ‘’doğaüstü yardım’’ ise tüm inancını bir yana bırakarak eline silahı almaktan çekinmeyen Amy vasıtasıyla gelmiştir.
Film Amy hakkında hiçbir ayrıntı vermez. Kimdir, nedir, Kane ile nasıl tanışmıştır ve böyle bir kasabada ne işi vardır bilinmez. Ailesinin öldürülmesi üzerine “quaker” olmayı seçen Amy birçok yerde seyircinin yansımasıdır. Seyirci de ilk anda Amy gibi, Kane hakkında hiçbir şey bilmez, kendine sırtını dönen kasabalı için mücadeleye değmeyeceğini düşünür ancak tanıdıkça ve olan biteni öğrendikçe yanında yer almaya başlar.
Aradan geçen bunca yıla rağmen ayakta kalmayı başarabilmiş, etkileyici müziğinin akıllardan çıkmadığı ender filmlerden High Noon’un Amerikan düşüncesini yansıtmayı başaramadığını düşünen Hollywood’un ünlü kovboyu John Wayne’in aciz durumdaki şerifin kasaba halkından yardım dilenmesi karşısında dehşete düştüğü ve cevap olarak Rio Bravo’yu çektiği rivayet edilir. Kötü adamların saldırısını önlemek için kendisine yardım etmek için sıraya giren kasaba halkını aşağılayarak geri çevirerek kasaba meydanında zart zurt ederek dolaşan bir şerifi canlandıran John Wayne böyle bir şey söylemiş midir bilemiyorum ancak her iki filmin birbirine tam zıt konuları işlediği aşikâr. Yeri gelmişken Rio Bravo’nun en iyi ve unutulmaz karakterinin Stumpy olduğunu, sinemaseverlerin her iki filmi de izlemelerinin güzel bir deneyim olacağını söylemeliyim.
High Noon’u Copland ile karşılaştıran bir yazı olsa ne iyi olur :) Bu Ayn Rand, Sinan Çetin’in yıllar sonra “keşfettiği” ve kitaplarını mal bulmuş Mağribi gibi yayımladığı romancı Ayn Rand’dir, değil mi?
Doğru hocam, yıllarca bütün filmlerinde, dizilerinde “fon” olarak kullandığı Ayn Rand…
Her dönemde farklı anlamlar yüklenerek de önemini devam ettirecek çok iyi bir film, her zamanki gibi mükemmel bir analiz. (Öyle ki başka bazı sinema sitelerinde kaynak gösterilmeksizin kes-yapıştır yapılmaktan gocunulmamış) Bazı ayrıntılar kafaya takıldı. Şerif, yardımcısının 1 yıldır eski sevgilisi ile birlikte olduğunu nasıl bilmiyor?, Psikopat Miller trenden indiğinde karşılaştığı sevgilisine nasıl olup da reaksiyon göstermiyor? Şerifin hakladığı ilk iki adam şikeli maç gibi biraz kendilerini kolay öldürttüler sanki. Filmin esas unsurları değil elbet ama insan izlerken yine de düşünmüyor değil.
Hocam merhaba, güzel sözleriniz için teşekkür ediyorum.
Filme ilişkin sorduğunuz şeyler ise aklımda kalmamış maalesef, yeniden izlemek gerekecek…Sağlıcakla…