Horizon: Bir Amerikan Destanı – 1. Bölüm (2024)

4 Temmuz 2024

İngiliz filozof John Locke 1689 yılında yayımladığı Yönetim Üzerine İki İnceleme (Two Treatises of Government) adlı çığır açıcı çalışmasının Sivil Yönetimin Gerçek Kökeni, Boyutu ve Amacı Üzerine Bir Deneme (The True Original, Extent, and End of Civil Government) adlı ikinci makalesinde bir yönetim/hükûmet (government) ihtiyacını doğuran koşulları irdeler. Locke aynı çalışmada “siyasal iktidarı”, mülkiyeti düzenlemek ve korumak için ölüm cezasını ve dolayısıyla diğer bütün daha hafif cezaları da içeren yasalar yapma; topluluğun gücünü bu yasaların uygulanmasında ve devletin dış zararlara karşı savunulmasında kullanma ve bütün bunları kamu yararı için yapma hakkı olarak tanımlar. Locke’a göre bir yönetimin (büyük bir çerçeveden bakıldığında “devlet” denen kurumun) asli varlık nedeni, “temel hak ve özgürlükler” ile “mülkiyeti” koruma gerekliliğidir ve şiddet, meşruiyetini sadece bunları korumak koşuluyla kazanabilir.

Jean-Jacques Rousseau ve Voltaire gibi önemli düşünürleri etkileyen John Locke’un “liberalizmin fikir babası” olarak kabul edilmesinin ardında yatan en büyük neden, görüşlerinin Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirgesi (United States Declaration of Independence) üstündeki etkisidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş felsefesi, Locke’un görüşleri çerçevesinde inşa edilmiştir. Sırasıyla On Üç Koloni (1765-1775), Birleşik Koloniler (1775-1781) ve nihayetinde Birleşik Devletler’i (1781-1783) kuran Amerikan Devrimcileri için Locke öncü bir isimdi, birkaç sene sonra Fransız Devrimi’ni gerçekleştirecek olanlara da (Rousseau ve Voltaire üzerinden) dolaylı bir etkisi olmuştur.

En güçlü örneklerini ABD’de (ve Avrupa’da) gördüğümüz liberal kapitalizm, başından beri mülkiyet-şiddet ilişkisi sarmalında var olmuştur, yakıtını belirli bir bölgeye, nesneye ya da doğal kaynağa (mesela madene), üretim aracı olarak faydalanılabilecek belirli bir insana/köleye veya hayvana sahip olma fikrinden alır. En korkunç uygulamalarından birine Amerikan tarihinde rastlıyoruz. O nedenle, son iki yüzyılın aşağı yukarı bütün büyük Amerikan anlatıları (Moby Dick, Blood Meridian, The Grapes of Wrath, Gone with the Wind, The Great Train Robbery, The Birth of a Nation, The Little Caesar, Scarface, The Public Enemy, The Godfather Üçlemesi, Gangs of New York, The New World vs.) bir şekilde şiddet-mülkiyet ekseninde inşa edilir ve resmen suçla örülüdür. Kevin Costner’ın büyük bir kısmını şahsi servetiyle finanse ettiği, dört filmden oluşması planlanan ama henüz iki tanesini çektiği Horizon adlı western serisinin ilk filmi olan Horizon: Bir Amerikan Destanı – 1. Bölüm (Horizon: An American Saga – Chapter 1, 2024) da bu yoldan ilerliyor.

blank

Filmin açılış sahnesinde bir karınca yuvasının girişini görürüz, sonra bu yuva girişine birdenbire düzgün kesilmiş hatta kısmen boyanmış köşeli bir tahta parçası saplanır. Yuvanın girişi kapanmıştır. Kamera uzaklaşır. Adamın biri bu tahta parçasını bir kürek vasıtasıyla karınca yuvasının girişine kazık gibi çakmaktadır. Genel çekime geçeriz. Bunun topoğrafların kullandığı harita ölçüm cihazının göreceği işaret kazıklarından biri olduğunu anlarız. Alçak herif karınca yuvasının girişi yumuşak olduğu için kolaylık sağlar diye sopayı başka bir yer yokmuş gibi oraya çakmıştır. Müstakbel arazisini ölçüp biçtiği anlaşılır. Evini, ahırını, çitlerini dikeceği yerleri hesaplıyordur. Ailesi de yanındadır.

Daha sonra bu aileyi gözetleyen Kızılderilileri görürüz. Çok geçmeden bir baskınla bu aileyi komple yok edeceklerdir. Bu topraklar onlarındır (Apaçiler). Film boyunca sayısız örneğini göreceğimiz kanlı baskınların kökeninde mülkiyet olgusu yatar. Çocuğun mülkiyeti, bedenin mülkiyeti, arazinin mülkiyeti, arazide dolaşan av hayvanlarının mülkiyeti, suyun mülkiyeti, büyük baş hayvanların mülkiyeti… Her şey mülkiyete dayalı bir ölüm-kalım savaşı olarak sunulur ki ABD söz konusu olduğunda durum bundan ibarettir.

Horizon, Kanlı Bir Mülkiyet Masalı

Costner’ın 1988’den beri çekmeyi hayal ettiği bu western serisinin akıbetinin Michael Cimino’nun kariyerini bitiren Heaven’s Gate (Cennetin Kapısı, 1980) filmi gibi olması muhtemel ama bu benim umurumda bile değil. Ben geçen Pazartesi günü yapılan basın gösteriminde sinema perdesinde seyrettiğim en güzel westernlerden birini izlediğime eminim. Film 181 dakikaydı, ara verilmedi (çok özel durumlar hariç, basın gösterimlerinde ara verilmez) ve ben gözümü bile kırpmadan Horizon’ı seyrettim. İkinci filmi hemen bunun ardından izlemek ister misiniz diye sorsalardı, hiç düşünmeden evet derdim. İkinci film de gösterime girdiğinde, karşımızda sinema tarihinin en heyecan verici westernlerinden biri olacak, bunu filmin sonuna eklenen görüntülerden az çok tahmin edebiliyorum. İnşallah planlanan dört filmin dördü de çekilir.

blank

Horizon sert başlayıp sert devam eden son derece gerçekçi bir western. Batı’nın istila/işgal ve inşa sürecini altı, yedi farklı hikâye kolundan anlatmayı seçen epik bir film. Bir hikâye, Batı’ya göçle beraber âdeta köşeye sıkışan Apaçileri anlatıyor, diğer hikâyeler o bölgeye göç etmiş olanları, etmekte olanları ve muhtemelen edecek olanları… Bir şekilde yaşamı kutsayan, her türlü zorluğa rağmen yaşama tutunmaya çalışan insanları izliyoruz ama onların tam karşılarında ölümü kutsayanlar var. Kızılderililer kendi aralarında bölge savaşları yapmakla kalmıyorlar, bir Apaçi kabilesi de “şahin kanat” ve “pasifistler” olarak kendi içinde ikiye bölünüyor; beyazlar kendi aralarında başka meseleleri dert edinerek birbirlerini öldürüyorlar. Beyazları avlayan Kızılderililer, Kızılderilileri avlayan beyazlar görüyoruz, Kızılderilileri öldüren Kızılderililer ve beyazları öldüren beyazlar da… Her bir grup bitimsiz bir mücadelenin içinde günbegün eriyor. Sonu gelmez bir gruplaşma, hizipleşme ve savaş bu. Peki, nedir bunun ardında yatan temel güdü? “İşin aslı, lokmadır lokma” diyordu Abdurrahman Çavuş Tatar Ramazan’da. Aslında herkes onu mutlu edecek bir hayalin peşinde koşuyor, kelle avına çıkanlar bile. Filmde Danny Huston’ın canlandırdığı Albay Houghton’ın bunu kısaca özetleyen bir monoloğu var. Broşürleri dağıtılan Horizon adlı hayali kasaba hayatta tutunacak herhangi bir dalı kalmayan (kanun kaçağı, göçmen, yoksul vs.) herkesin umudu hâline geliyor. Film, adını geleceğe dair taşınan umudu simgeleyen bu (müstakbel) kasabadan alıyor. Muhtemelen hikâye orada bitecek.

Horizon’ın en etkileyici kısmı, olağanüstü görüntü çalışması. Film daha ilk sahnesinden başlayarak son sahnesine kadar tablo gibi karelerden oluşuyor, as duvara seyret. At arabasını izleyen Kızılderili, yağmurlu havada çamurlu ve sarp dağ yollarında ilerleyen atlı, maden kasabasının tepeden görünümü, at arabası kafilesi, yangın sahnesi, çift atla kaçan çocuk, karlı coğrafyalar, güneşli çöl, aydınlık orman yolları, filme adını veren ufuk çizgisinin altında kalan kanyonlar, vadiler, dağlar, tepeler ve sonsuza uzanan topraklar… Açılış sahnesinden kapanış bölümüne dek unutulmaz çerçeveler yakalayan görüntü yönetmeni J. Michael Muro (Open Range, Crash), Horizon’ı sinematografik açıdan Stagecoach (1939), Red River (1948), Broken Arrow (1950), The Searchers (1956), One-Eyed Jacks (1961), The Man Who Shot Liberty Valance (1962), Ride the High Country (1962), How the West Was Won (1962), The Good, the Bad and the Ugly (1966), Once Upon a Time in the West (1968) ve McCabe & Mrs. Miller (1971) panteonuna sokmayı başarıyor. Tabii hikâye için aynısı söylemek güç.

Horizon öyküsü itibariyle The Way West (Batı Geçidi, 1967), Silverado (1985) ve Tombstone (1993) çizgisinde kalmakla yetiniyor, “baş altı” diyelim. Farklı bölgelerde farklı zamanlarda geçen çok sayıda hikâyeyi iç içe anlatmaya soyunmanın bir duygudurum karışıklığına yol açtığını söyleyebilirim. Bir anda öfke dolu bir intikam hikâyesinden bir aşk hikâyesine, tüyler ürpertici bir ölüm-kalım savaşından bir çapkınlık hikâyesine sıçrayabiliyoruz. Horizon epey kanlı ve gerilim dolu bir macera, bu nedenle araya duygusal ya da komik olması için tasarlanmış “dinlendirici/sakinleştirici” sahneler ilave edilmiş ama bunlar beklenen etkiyi yaratmakta güçlük çekiyorlar. Irk çatışmalarından, toprak mücadelesinden, kan davasından, para için yapılan barbarlıklardan bunalanlar için çölde vaha etkisi yaratması beklenen ara öyküler fazlasıyla kompleks. Aslında bu olumsuz bir şey mi, emin değilim.

blank

Hayes Ellison, Marigold, Frances Kittredge, Elizabeth Kittredge, Trent Gephart, Pionsenay, Taklishim, Albert Houghton, Thomas Riordan, Hugh Proctor, Matthew Van Weyden, Abel Naughton, Sykes’lar başta olmak üzere başlıca karakterlerin hikâyelerine yeterince zaman ayrılmış. Yüzeysel geçilen hikâye pek yok. Kevin Costner sahneleri aceleye getirmemiş, olgunlaşmadan ve maksat hasıl olmadan planları kesmemiş, sadece hikâye aksları arasında ciddi süre farklılıkları olduğu için takip zor oluyor. Sinemada uzun zamandır bu kadar çok karakterin yer aldığı bir film seyretmemiştim; bir çırpıda birkaç özelliğini sayabileceğiniz ve en az üç, dört ayrı sahnede ekrana gelen yirmiye yakın karakter söz konusu. Bunlar basit tiplemeler değil, film ilerledikçe değişen, dönüşen ya da sırlarını açan karakterler. Hemen hemen tüm oyuncuların üstlerine düşeni yaptıklarını bu vesileyle belirteyim, bu oyuncu kadrosunu (kasting) bir araya getirenleri alkışlamak lazım. Jamie Campbell Bower haricinde sıra dışı bir oyunculuk performansı görmedim ama herkes rolünün hakkını vermiş.

Yönetmen Kevin Costner şiddet konusunda elini korkak alıştırmamış, bu açıdan gerçekçi bir yaklaşımı olduğunu söylemeliyim. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı ayırt etmeksizin mütemadiyen yaşanan bir katliam operası izliyoruz. Ama Amerika böyle kuruldu: Kan ve gözyaşı üzerine.

John Debney’nin yaptığı müziklere ayrı bir parantez açmalıyım. Klasik western müziklerini çok iyi etüt etmiş ve harikulade müzikler bestelemiş; Silverado’nun Bruce Broughton imzalı müziklerini, The Magnificent Seven’ın Elmer Bernstein imzalı ana temasını hatırlatan, epik ruha uygun parçalar bunlar. Filmin soundtrack’i zamanla klasikleşecektir.

blank

Filmin yapım süreciyle ilgili bir detayı çok önemli bulduğum için yazıma o konuyla son vermek istiyorum. Çekimleri biten ilk iki filme şahsi servetinden neredeyse 40 milyon dolar harcayan Kevin Costner, bu sancılı süreçte eşinden boşanmak durumunda kalmış (milyonlarca dolar tazminat ödediği söyleniyor, ayrıca ayda 200.000 doların üstünde nafaka ödüyormuş). Costner mental açıdan zorlu günlerden geçmiş. Film pandemi sırasında (2022) ve Utah gibi gece-gündüz sıcaklık farklılığının anormal seviyede olduğu bir çöl ikliminde çekildiği için yapım süreci de güçlüklerle doluymuş. Bu film hakkında aynı anda hazırlanan çekim belgeselini acayip merak ediyorum.

Kevin Costner, Dances with Wolves (Kurtlarla Dans, 1990), The Postman (Haberci, 1997) ve Open Range (Uzak Ülke, 2003) gibi çeşitli açılardan Amerikan ruhunu anlatan birkaç film yönetti ama ilk kez bir hayalini gerçekleştirmek için varını yoğunu ortaya koydu. Evlerini, çiftlik arazisini ipotek ettirip kredi çekti. Çünkü bir hayale/rüyaya tutunmadıktan sonra yaşam(an)ın ne anlamı var? Amerikan rüyasını anlatmaya soyunan bir sanatçı bu uğurda kendi varlığını masaya/cepheye sürmedikten sonra nasıl tutarlı olabilir? Amerikan tarihi, risk almanın tarihidir. Öyle olmasın isterim ama muhtemelen Horizon gişede batacak ama bu iflas, kendini bu coğrafyada bir hayat mücadelesi içinde bulan atalarının hikâyelerini anlatmaya adayan Costner’a başka bir zafer kazandırmış olacak. Costner’ın şahsi hikâyesi, Amerika’nın kuruluş hikâyesiyle birleşip bütünleşecek, onun içinde usulca eriyecek. Tıpkı filmin açılış sahnesinde ölen müteşebbisin mezarı gibi…

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

1 Comment Leave a Reply

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Innocent Blood (1992)

Innocent Blood, içinde “vampir” sözü geçmeyen; korkutmayı değil korkuseverleri gülümsetmeyi
blank

Daha Kötü Olamazdı: The Great Wall / Çin Seddi (2016)

The Great Wall hem önemsiz, hem önemli, hem de önemsizliğiyle