blankÖteki Sinema olarak düşük bütçeli filmlere karşı özel bir ilgimiz, sevgimiz olduğu doğrudur. Az ya da çok, filmi tamamlayacak kadar bütçeyi çekimler başlamadan önce denkleştirmiş bir filmin çekim programı, kimi anlık problemler dışında genelde tıkırında gider ve kimi aksaklıklar illaki olsa da film, büyük olasılıkla tamamlanır. Düşük bütçeli filmlerdeyse böyle bir garanti yoktur. Bırakın hayalinizdeki filmi aynen çekebilmeyi, kimi zaman film tamamlanamadan bir daha indirilmemek üzere yüksekçe bir rafa kaldırılır. Craig Anderson’ın yazıp yönettiği Red Christmas (2016) da çekimlere başlandığında tamamlanacağı kesin olmayan düşük bütçeli filmlerden biriydi. Horror Movie: A Low Budget Nightmare, işte bu filmin çekim hikâyesini, öncesi ve sonrasını da işin içine katarak anlatıyor.

Baştan söyleyelim; Horror Movie: A Low Budget Nightmare, ne bu tip düşük bütçeli filmlerin var olabilme macerasını anlatan ilk belgesel, ne de son olacaktır muhtemelen. Ayrıca benzer belgeseller göz önüne alındığında öyle çok acayip bir yapım hikâyesi anlattığı da söylenemez açıkçası. Öte yandan Red Christmas da muadilleri arasından sıyrılıp öne çıkacak kapasiteye sahip düşük bütçeli filmlerden biri sayılmazdı. Filmi, belgeselden önce izlemiştim ve ne yalan söyleyeyim, çok fazla ilgimi çekmemişti. Peki, o zaman neden bu belgeselden bahsediyoruz diye sorulabilir. Şöyle cevap vereyim; filmin yapım sürecinde karşılaşılan problemlerin birçoğu standart denebilecek problemler olduğundan dolayı belgesel, “düşük bütçeli bir film nasıl çekiliyor”, “çekim aşamasında –hatta öncesinde ve bilhassa sonrasında- ne gibi zorluklarla karşılaşılıyor” gibi birçok temel sorunun yanıtını çok basitçe özetlemiş gibi oluyor ve bu yüzden önemli bir yerde duruyor.

blank

Avustralya’da yaşayan Craig Anderson, hayatı boyunca film çekmek isteyen ama nedense kendini televizyon işlerine kaptıran ve daha ne olduğunu anlayamadan 38 yaşına gelmiş biri. Muhtemelen işleri de çok yolunda gitmemiş olacak ki bir anda kendini eşyalarının bulunduğu depoda yaşarken ve geceleri deponun zeminine serdiği şiltede uyurken buluyor. İşler bundan daha kötüye gidemez herhalde diyerek ölmeden önce rüyasını gerçekleştirebilmek için elinde olan azı da riske ediyor ve kürtajdan sağ kurtulmayı başaran bir fetüsün büyüdükten sonra geri dönüp ailesinden intikam almasını anlatan filmini çekmek için kolları sıvıyor.

Önce televizyondaki işinden istifa ediyor ve o güne kadar biriktirdiği bütün parayı ortaya koyuyor. Çok daha ucuza çekilen filmler olsa da genelde düşük bütçeli korku filmleri ortalama bir milyon dolara mal ediliyor. Anderson ise bu işi 82 bin dolara bitirme niyetinde. Belgeselin başında bu rakam telaffuz edilse de sonrasında bütçenin ikiye katlandığı görülüyor, iki hesaplama arasında geçen 10 aylık süreçte birçok şey değişmiş. Bu arada filmin çok önemli bir avantajı var: The Hills Have Eyes (1977), The Howling (1981), E.T. (1982) ve Cujo (1983) gibi birçok önemli filmde önemli roller almış ünlü oyuncu Dee Wallace ile uygun bir ücret karşılığında anlaşmayı başarmışlar. Wallace’a bir hayli yüklü bir bedel(!) karşılığında ABD-Avustralya arası ‘business class’ uçak biletini alıp gönderdikten sonra artık geri dönüş olmadığına iyice inanmak zorunda kalan Anderson, bütçe gediklerini kapamak için harekete geçiyor.

blank

Horror Movie: A Low Budget Nightmare, filmin çekimleri başlamadan önce kameraya alınmaya başladığı için konuşan kafalara hiç yüz vermeyen, daha çok ‘reality show’ havasında devam eden, dinamik bir belgesel. Kimileri eften püften olsa da doğal akışa uygun problemlerle yükselen gerilimleri yakalamayı başarıyor ve devamlı diken üstünde süregiden çekim sürecini tüm çıplaklığıyla yansıtıyor. Düşük bütçeli filmlerin son kullanıcı olan seyirciye ulaşmadan önce geçirdiği aşamaları görmek, bilmek isteyenler adına iyi bir kaynak.

Son olarak filmde kullanılan gerçek plasenta ve yönetmenin babası ile Dee Wallace arasındaki inişli çıkışlı muhabbet hakkındaki bölümlerin fena halde eğlenceli olduğunu söyleyelim.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

Sürprizbozanlı Not: Biraz daha kafayı kaldırıp uzaktan bakınca “bağımsız film nedir” sorusunun tam karşılığının Red Christmas olduğu görülüyor. Craig Anderson, güç bela da olsa filmini tamamlayıp festival yolculuğuna başlamadan önce benzer(!) yollardan geçtiğini düşündüğü Avustralya yapımı The Babadook’un (2014) bir milyon dolara, Yeni Zelanda yapımı Deathgasm’in (2015) ise iki milyon dolara satıldığını öğrenince heyecanlanıyor ve bu rakamlara olmasa da en azından birilerinin kendi filmini de satın alacağını hayal ediyor. Fakat iyi sayılabilecek eleştiriler alsa da hiç kimse filmiyle ilgilenmiyor. Festival yolculuğu ona yabancısı olduğu sistemin acı gerçeğini öğretiyor: “En başından birileriyle anlaşıp “satılabilir” bir film çekmediğiniz müddetçe piyasa için yoksunuz demektir.” Yani eğer filminizi satabilmek (ve bu sayede borçlarınızı ödeyip bir sonraki filminizin finansmanının bir kısmını çıkarmak), başka bir deyişle olabildiğince fazla insana ulaşabilmek istiyorsanız, filmi çekmeden önce “anlaşmanız gereken” birileriyle anlaşıp “bağımsızlığınızdan” feragat etmeniz gerekiyor. Bu zinciri kırabilen sinemacıların sayısı hiç de fazla değildir.

[/box]

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

blank

blank

blank

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Man Bites Dog (1992)

Man Bites Dog, vücuda getirildiği dönem için fazla orijinal sayılabilecek
blank

The Pervert’s Guide to Cinema (2006)

''Sinema, en sapkın sanat biçimidir!'' Modern kültürel felsefenin Elvis'i olarak