Kendi içinde üç ayrı idari yapılanma, üç ayrı dil ve temel etnik gruplar olan Flaman, Valon ve Almanların dışında nüfusun yaklaşık dörtte birinin azınlıklardan oluştuğu, son derece kırılgan, iş ahlakı olarak da en basit işlerin bile aylar aldığı ve tembelliğin çok yüksek olduğu Belçika’daki yaşam koşulları sorgulanmaya muhtaçtır. Belçika başta olmak üzere Batı’nın günümüzde sahip olduğu zenginlik ve refahın arkasında sömürgecilik dönemi faaliyetlerinin önemli rolü inkâr edilemez. Kendi kendine bile yetemeyen küçük ve güçsüz bir devlet olmasına karşın Kongo ve Ruanda gibi ülkelerin sömürge haline getirmesi ve bu ülkelerdeki zenginliğin yağmalanması Belçika’nın günümüzdeki zenginliğinin kaynağını açıklar.
Belçika’nın Kongo’yu işgal ettiği yıllarda otomobil yeni icat edilmiş ve lastik tekerlek piyasası Belçika için büyük bir kazanca dönüşmüştür. 1890 yılında 80 ton olan kauçuk üretimi kısa sürede 6.000 tona çıkarılmış, belirlenen kauçuk kotalarına ulaşmak için Belçika Kralı tarafından kurulan “Halk Ordusu”, tecavüz, işkence, uzuv kesme başta olmak üzere katliam yapmaktan çekinmemiş ve baba-oğul Leopold’lar tarafından Kongo ormanlarının kauçuğu son damlasına kadar emilmiştir. 1885-1908 arasındaki 25 yıllık dönemde 20 milyonluk nüfusun yarısının yok edilmesine neden olan kauçuk, Belçika’nın günümüzdeki refahının temel taşıdır diyebiliriz.
Derebeyliğin hâkim olduğu Belçika ancak 1830’dan sonra devlet kimliğine kavuşmuştur. Hollanda’ya karşı olan insanların intikam duygularıyla bir araya gelmeleriyle kurulmuş Belçika’nın ilk kralının İngiltere’den ithal edilmiş olması manidardır. Bir İngiliz prensesinin eski eşi olan Leopold, Belçika Kralı olmayı kabul etmiş ve 1831’de yemin ederek göreve başlamıştır. Berlin Konferansı ile Afrika kıtası Almanya, Fransa ve İngiltere arasında paylaşılmıştır. Ne var ki bu ülkeler Afrika’nın tamamına hâkim olamayacaklarından Belçika gibi zayıf ülkelerin de sömürge edinmesine karar vermişler ve Kongo da Belçika Kralı Leopold’a “hediye” edilmiştir. Nüfus olarak Kongo’nun altıda biri, yüzölçümü olarak seksende biri olan Belçika, arkasındaki Batılı güçler sayesinde Kongo’ya sahip olmayı başarmıştır. Hani, minik bir çocuğunun kocaman bir boğayı ipinden tutup götürdüğü fotoğraf vardır ya, oradaki minik çocuk Belçika’yı simgelemektedir diyebiliriz.
Kendisinden katbekat büyük sömürgelerini yağmalamak ve talan etmek için böl, parçala, yönet politikasını uygulayan Belçikalılar ilk iş olarak sayıca az olanları statü olarak çoğunluğa üstün duruma getirmişlerdir. Bu ülkelerde bugün yaşanan katliamların asli kaynağı budur. Batı zihniyeti buralara girmeden önce bir Hutu-Tutsi çatışması veya rekabeti olsa da düşmanlık ve katliam yoktu. Irkçılık Afrika topraklarına Batılı güçler tarafından sokulmuş ve sonu gelmez çatışmalar, savaşlar hatta soykırımlar bu tarihten sonra yaşanmaya başlamıştır.
“Halkımız bana, neden Tutsiler’den nefret ettiğimi soruyor, onlara diyorum ki, tarihimizi okuyun. Tutsiler, sömürgeci Belçikalıların işbirlikçisiydiler. Bizim Hutu topraklarımızı çaldılar, bizleri kırbaçladılar. Onlar hamamböcekleridir. Ruanda bizimdir, Hutu toprağıdır. Bizler çoğunluktayız onlar vatan haini azınlıktır. İstilayı bastıracağız, isyancıları yok edeceğiz. Burası Hutu Gücü Radyosu. Tetikte olun, komşularınıza dikkat edin.” sözlerinin radyodan duyulmasıyla başlayan film büyük bir oteller zincirinin Ruanda şubesinin müdürü Paul Rusesabagina’nın sakin, bilindik ve güvenli gündelik hayatına girmemizle devam eder.
Paul bir Hutu, karısı ise Tutsi’dir. Geçmişte yaşananların ve Hutu-Tutsi gerginliğinin farkındadır. Fırtınanın kopacağı bir anda, başına gelebilecek herhangi bir tehlike anında ailesini koruyabilmek için güçlü insanlarla ilişkiler kurma çabası içerisindedir. Halkına, ülkesine ve kanunlarına güvenmediğinden çevresini büyük bir rüşvet ağıyla sımsıkı çevrelemiştir. Karısına “Bütün gün o subayı, bu diplomatı, şu turisti memnun etmek için çalışıyorum, bağlantı edinmek için yani yardıma ihtiyacımız olduğu anda arayabileceğim nüfuzlu insanlar tanıyorum’’ demesi Paul’un bilinçli tercihidir. Kafasını kuma gömen Paul için önemli olan bağlantıları ve işlettiği oteldir. Verdiği her rüşvetle bağlantılarını sağlamlaştırmakta, işini yapmış olmanın gururuyla sevinç duymakta ancak yavaş yavaş ülkesini sömürenlere benzemektedir. İngilizlerin Hindistan’daki misyon şeflerinden Lord Macaulay’ın ifadesiyle “görüntü ve kan olarak yerli fakat fikri, ahlaki ve kültür olarak Avrupalı” bir kişiye dönüşmektedir.
Küba’dan tanesi 10.000 Frank tutan purolar getirten Paul, “Birine 10.000 frank versem, bu onun için ne anlam ifade eder ki? O zengin biri ama ona Havana’dan gelme bir puro verirsem bir anlamı olur.” demekte ve rüşvet vermenin de bir “tarzı” olduğunu düşünmektedir. Bir akşam eve geldiğinde çocuklarının mahalleli arkadaşlarıyla oyun oynadıklarını görür. Onları gören Paul’un ilk sözü “kim kazandı” olur. Rekabet, başkalarından güzel ve büyük bir eve sahip olma, komşularından üstün yaşama, herkesten çok tüketme yani “para” odaklı yaşam ve Batılılarca “adam yerine konma” arzusu Paul’un iliklerine kadar işlemiştir. Çocuklarla değil kendi çocuklarının kazanıp kazanmadıklarıyla ilgilenmiş ve hemen ardından ceplerinden çıkardığı çikolataları dağıtmaya başlamıştır. Paul’ün, komşularının sahip olmadığı çikolataları dağıtması da bu zihniyetin ürünüdür çünkü paranın sevgiyi de satın alabileceğini düşünmekte ve herkes tarafından sevilmek istemektedir. Zengin Batılılara puro, yoksul Ruandalı çocuklara ise çikolata dağıtırken karısı da kendisine ayak uydurmakta, kocasını gülen gözlerle ve gururla izlemektedir.
Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından Ruanda ve Brundi, Milletler Cemiyeti mandası olarak Belçika’ya verilmiştir. İnsanları bölmek, parçalamak ve sınıflandırmak isteyen Belçikalılar Ruandalıların ırk kökenlerini belirlemek için kafatası, kemik, vücut ölçümleri yapmış, nüfus sayımı gerçekleştirmiş ve halk Tutsi, Hutu ve Twa olarak üçe bölünerek herkese birer kimlik kartı verilmiştir. Hutulara hiçbir şekilde siyasi yetki verilmemiş ve kilise tarafından da desteklenen bu politika, Tutsilerin yönetici, diğerlerinin ise sadık ve itaatkâr kullar olması gerektiği ideolojisini işlemiştir. Bu katı etnik ayrıştırma halklar arasına düşmanlık ve nefret tohumlarını hiç çıkmamacasına ekmiştir. Ruanda’da etnik gruplar tarih boyunca var olmuşsa da, koloni güçleri ve Batı tarafından yapılan uygulamalar etnik milliyetçiliği ve etnik ayrışmayı tarihte hiç olmadığı kadar derinleştirmiştir. Aynı dine inanan, aynı dili konuşan, aynı geleneklere sahip Hutu ve Tutsi kimlikleri arasındaki farklar derinleştirilerek ırkçılık ve düşmanlık beyinlere kazınmıştır.
Filmde, Batılı bir gazetecinin “Peki, bir Tutsi’yle Hutu arasında gerçekte ne fark var?” sorusuna yerel bir gazetecinin verdiği “Belçikalı sömürgecilere göre, Tutsiler daha uzun, daha zarif, daha ince burun yapısı ve daha açık tene sahip… İnsanların burunlarının genişliğini ölçüyorlardı. Belçikalılar ülkeyi idare etmek için Tutsileri kullandı ve iktidarı Hutulara bırakarak gittiler.” yanıtı birçok şeyi özetlemektedir.
1962’de bağımsızlığını kazanmasına karşın ülkedeki etnik ve ekonomik sorunların giderek artması üzerine ordu 1973 yılında Habyarimana önderliğinde yönetimi ele geçirir. Sömürgecilerin işbirlikçisi olan görülen Tutsiler toplumsal ve ekonomik hayattan dışlanarak ülkeden sürülmeye başlanır. Komşu ülkelerdeki mülteci Tutsilerin sayısı yüzbinlere yaklaşır. 1987’de Tutsi mülteciler tarafından Uganda’da kurulan ve esas amacı ülkelerine dönmek olan Ruanda Yurtsever Cephesi (RPF) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalışsa da başarılı olamaz. Habyarimana, RPF’nin yabancı bir ülkenin maşası olduğunu, Uganda devlet başkanının emrinde hareket ettiğini iddia eder. Bu iddia, ulusal çıkarlar doğrultusunda dışarıdan gelen düşmana karşı Ruanda’nın haklı bir savaşa giriştiği yönünde özellikle Hutu halkının ikna edilmesinde kullanılan başlıca dayanak olmuştur. Böylece Tutsilere olan nefret iyice artarak en ücra köylere kadar örgütlenen “interhamwe” adı verilen milisler tarafından cinayetler işlenmeye başlanır. Birkaç yıl süren bir iç savaşın yaşandığı ve Tutsilerin karşılık vermeye başladığı sırada devlet başkanı Habyarimana’nın uçağı düşürülür.
Devlet başkanının uçağının Tutsi isyancılar tarafından düşürüldüğü söylense de filmde Tutsiler tarafından değil de Hutulular veya Hutu-Tutsi anlaşmasını istemeyen “güçler” tarafından öldürülmüş olabileceği izlenimi verilmiştir. Habyarimana’nın ölümüyle yönetimi ele geçiren General Bizimungu’nun, habercilerin “anlaşmayı destekliyor musunuz, Başkan ile aynı fikirde misiniz” sorusuna kaçamak yanıt vermesinin böyle bir izlenime sebep olduğunu söylemeliyim. Ayrıca, anlaşma süreci devam ederken Hutulu militanların sokak sokak dolaşarak Tutsileri fişlediği, radyodan verilecek bir işaretle ülke çapında isyanlar çıkartılarak Tutsileri öldürme planlarının yapıldığı ve ateşli silah alacak paraları olmadığı için Çin’den on binlerce palalar getirildiği göz önüne alınırsa filmdeki bu gönderme manidardır. Büyük anlam ifade eder.
Bir akrabası Hutuların katliam planladıklarını anlattığında Paul hiç inandırıcı bulmamıştır. Ne var ki planlı bir şekilde Tutsileri öldürmeye başlayan Hutulu militanların ellerinden kaçıp kurtulmayı başaran komşularının kendisine sığınması üzerine şaşkınlığa düşer. Kendisi ve karısı farkında değilse de, Paul, beyazların gözünde yerli çalışanların başına diktikleri bir ustabaşı, yerli halkın gözünde ise yalnızca beyazların çıkarını gözeten bir işbirlikçidir. Komşularının Paul’un evine sığınmalarının ardında yatan içgüdü, Paul nasıl otelin isminin arkasına sığınıyorsa, onlar da Paul’un isminin arkasına sığınarak güvenliklerini sağlama gayretidir diyebiliriz.
Radikal Hutular, devlet başkanının öldürülmesini bahane ederek Ruanda’yı cehenneme çevirirler ve üç ay içerisinde bir milyona yakın Tutsi’yi ve muhalif Hutu’yu öldürürler. Habyarimana’nın öldürülmesi nefret ve kinin kusulması için bahane olmuş, Hutuların soykırımı ancak RPF’nin karşı koymasıyla durmuştur. Katliamın görüntülerini çeken Batılı bir gazeteciye “O görüntüleri çekmiş olmanız ve tüm dünyanın görecek olması beni memnun etti. Birilerinin müdahale etmesi için tek şansımız bu. Böyle bir canavarlığa tanıklık edip de nasıl müdahale etmezler?” diyen Paul’e gazetecinin “Bence insanlar bu görüntüleri gördüklerinde “Ah tanrım, ne korkunç” diyecekler ve yemeklerini yemeye devam edecekler.” diye yanıt vermesi modern dünyanın bakış açısını özetler durumdadır.
Ömründe birkaç gün bile okula gitmiş, birkaç film veya birkaç saat televizyon izlemiş, bir iki gazete okumuş veya bir süre internette gezinmiş bir kişinin “Yahudi Soykırımı”ndan haberdar olmaması mümkün değildir. Böyle olması elbette kötü bir şey değildir ve “zamanın ruhuna” uygundur. Oysa insan türünün, insana yaraşır bir dünya kurabilmesinin önündeki en büyük engel sömürü, yağma, talan, vahşet ve katliamların kime, nerede, ne zaman, nasıl ve kimler tarafından yapıldığını sınıflandırması ve tutumunu bu sınıflandırmaya göre belirlemeye çalışmasıdır. Modern dünyada “geçmiş” her türden sınıf, kesim veya devlet tarafından kendi politikalarını hayata geçirmek maksadıyla kullanılmakta ve boyun eğdirilmek istenen kitlelere büyük bir suçluluk duygusu aşılanmaya çalışılmaktadır. 1994 yılında Ruanda’da 3 ay gibi kısa bir süre içerisinde 2 milyona yakın insanın öldürülmesinden kimselerin haberdar olmaması bu zihniyetin bir yansımasıdır diyebiliriz. Küçük bir kız çocuğunun öldürülmeden önce “söz veriyorum bir daha Tutsi olmayacağım’’ demesi veya “Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?” diyen Bosnalı bir çocuğun sorusu karşısında sesi çıkmayan insanlığın durumu içler acısı değil midir?
Hutular tecavüz etmek ve öldürmek için kadınları çırılçıplak soyarak kafeslere doldurmuş, yorulduklarında ellerindeki Tutsilerin kaçmalarını engellemek için “aşil tendonlarını” kesmiş ve dinlendikten sonra öldürmeye devam etmişlerdir. Hutular gelecek nesli yok etmek için Tutsi çocukları bile acımasızca öldürmüşlerdir. Soykırım sonucu 3 milyondan fazla insan göç etmiş, sayısız yetim, hasta ve sakat insanlardan oluşan savunmasız bir nüfus ortaya çıkmış, kanun ve düzen yok olmuş, ülke adeta çökmüştür. Bu soykırım Batı basınında etnik gruplar arasındaki kabile çatışmaları olarak görülmüş, önemsenmemiş ve sessizlikle karşılanmıştır. Bu sessizlik ise Fransa ve Belçika gibi Avrupalı güçlerin yaşanan soykırımda doğrudan ve dolaylı birçok sorumluluğunun bulunmasıyla açıklanabilir diyebiliriz. Katliam haberlerini alan RPF üyelerinin ülkenin doğusundan girip, katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirmesi üzerine o ana kadar bölgeye müdahaleden uzak duran bazı Avrupalı güçlerin Hutu hükümetine askeri yardıma başlaması da manidardır. Fransa Cumhurbaşkanlarından Mitterrand’ın, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil’’ diyebilmesi de unutulmamalıdır.
Olaylar kontrolden çıkmaya başlayınca otel sahibi tüm yetkiyi Paul’e bırakarak ülkeyi terk eder. Katliamdan kaçan herkes otele sığınmaktadır. Paul’ün, insanların otele yönlendirilmesinde doğrudan ve dolaylı hiçbir katkısı olmamıştır. BM gözetimindeki otelin gidilecek tek güvenli yer olduğunu düşünen insanların gelmesiyle otel handiyse bir mülteci kampı haline gelmiştir ancak Paul bu durumdan rahatsızlık duymaktadır. Karısına, işe başladığında kendisine “asla otelin seviyesini düşürecek şeyler yapmaması gerektiğini” öğrettiklerini, “işini kaybedeceğini”, Tutsileri otele yerleştiği için pişman olduğunu söyler. Paul kararlarda sözü geçmeyen ancak alınmış kararları uygulamakla sorumlu tipik bir ikinci adamdır. Yeri gelmişken Don Cheadle’ın başarıyla oynadığı bu rolün Sarmaşık (2014) filmindeki Kadir Çermik ile birlikte izlediğim en iyi ikinci adam performansı olduğunu söylemeliyim.
Otel sahibi gittikten sonra Paul, çalışanların ortadan kaybolduğunu fark eder ve onları aramaya çıkar. Çalışanlar işlerini bırakmışlar, mutfakta radyo dinlemektedirler. Paul, herkesin işinin başına geçmesini söylediğinde içlerinden biri “Burada artık iş yok, patron gitti” cevabını verir. Paul bu söze kızarak “Patronun benim, herkes iş başına” deyince otel çalışanları kendi aralarında gülüşürler çünkü onlara patronun yalnızca beyaz olduğu öğretilmiştir. Ruandalılardan birinin bulaşıkçı, birinin garson, birinin müdür olması arasında hiçbir fark yoktur ancak aralarından birinin “patron” olması onlar için anlaşılmazdır.
Beyazlar -köpekleriyle birlikte- ülkeyi terk ederken acıklı bir sahne göze çarpar. Batılı ülke vatandaşları otelden ayrıldığı sırada şiddetli bir yağmur yağmaktadır. Arabaya binmek üzere olan bir gazeteciye ıslanmaması için otel görevlisi şemsiye tutmaya çalışmaktadır. Görmezden gelinmesine, kaderine ve hatta ölüme terk edilmesine rağmen hala kendisine öğretilen “uşaklık” görevini yapmaya çalışan bu adamın haline acımamak elde değil. Bir diğer dramatik sahnede ise beyazlarla birlikte hareket eden siyahi bir adam askerler tarafından durdurulur ve “ülkeyi yalnızca beyazların terk edebileceği” söylenir. Adam, “ben buralı değilim” der, pasaportunu gösterir ve geçme hakkı kazanır. Böylece cebinde taşıdığı bir kâğıt parçası, derisinin renginin göz ardı edilmesine yol açar.
Film bir kahramanlık filmi değildir. Paul, Hutu güçleri veya Tutsi isyancıları ile savaşma niyetinde değildir. Paul için önemli olan ailesinin yaşamı ve can güvenliğidir. İlişki içerisinde olduğu beyazların bir savaşa izin vermeyeceğini, ufak çatışmalarla olayların kapatılacağını çünkü hemen müdahale edeceklerini düşünmekte, kendisinin ve ailesinin kurtulacağı ümidiyle yaşamaktadır. Paul, BM gücü komutanı Albay ile karşılıklı içki içerken Paul kadeh kaldırır ancak albay karşılık vermez ve “Biz senin pislik olduğunu düşünüyoruz, Paul” der. “Batı, tüm güçlü devletler, güvendiklerinin hepsi Paul, senin pislik olduğunu düşünüyorlar, hayvan dışkısı olduğunu. Sizler değersizsiniz. Bu lanet otele sahip olabilirsin, ama bir şey var, sen siyahsın” diyerek gerçekleri Paul’un suratına bir tokat gibi çarpar. Bu sözler Paul’ün gözünü açacaktır. Kıbrıs Barış Gücü Komutanlığı yapmış olan bir komutanın anılarında, Türk-Yunan sınırında nöbet tutan BM askerlerinin sırtının Yunan tarafına, silahının ise Türk tarafına dönük olarak nöbet tuttuklarını yazarak Batı zihniyetini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Paul, beyazların ülkeyi terk etmesinin ardından karısına “Ben bir aptalım” der, “Bana onlardan biri olduğumu söylediler ve ben… Şaraplar, çikolatalar, purolar, tarz… Yuttum bunu. Yuttum bunu. Hepsini yuttum. Ve bana pisliklerini sundular. Geçmişim yok. Hatıram yok. Ben bir aptalım” der ve beyazların kendilerine hiçbir değer vermediğini, yardım eli uzatmadığını ve uzatmayacaklarını anlayınca kendi halkının değerini anlamaya, kurtuluşun beyaz adamda değil Ruanda’da olması gerektiğini görür. Ailesinin bir parçası olmaya başlayan Tutsileri otele yerleştirmeye, onlara yardım etmeye başlar.
Belçika egemenliği döneminde Kongo ve Ruanda’da yüzlerce yerel dil yok olmuş, Fransızca öne çıkmış ve büyük şehirlerin isimleri de Fransızca isimlerle yer değiştirmiştir. Kinsaşa Belçika kralına atfen Leopoldville olmuş, Kisangani misyoner yazar ve keşise atfen Stanleyville olmuş, Lubumbashi Belçika kralının annesine atfen Elisabethville olmuş, Mbandaka Belçikalı generale atfen Coquilhatville olmuştur. Medenileştirme, özgürleştirme ve demokratikleştirme sömürgeci “beyaz adamın” arkasına saklandığı kavramlardan en önde gelenleridir ve Afrikalılar günümüzde de medenileştirilmesi gereken insanlar olarak görülmektedir. Bu da bir adım sayılabilir. Çünkü ilk sömürgeciler olan ataları onları insan olarak görmüyorlardı.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay
Filmi çok güzel yorumlamışsınız, keyifle okudum. Ayrıca çok bilgilendirici bir yazı olmuş, kendi adıma teşekkür ederim. Hoşça kalın. :)
İlginize ve güzel sözlerinize teşekkür ediyorum. Sağlıcakla…