Tamamen duygusal nedenlerle sinema türleri arasında en çok korku sinemasını, korku sineması alt türleri arasında da en çok “haunted house” ya da “haunting” yani hayaletli ev, hayalet musallatı filmlerini seviyorum. Çünkü çocukluğumu annem ve teyzemle hayalet filmleri izleyerek geçirdim ve hayaletli filmler hala bana o zamanların masumiyetini hatırlatıyorlar. Ancak özellikle Hollywood’un her türe yaptığı gibi, bu türü de formülleştirip her bir filmi birbirine benzetmesine dayanamıyorum.

Ortalama bir hayalet filminin senaryosu bellidir; genç bir çift ya da bir aile yeni bir eve taşınır, ev meğer The House on Pine Street posterhayaletlidir, hayaletler mevzuya yavaş yavaş ısındıklarından olsa gerek, artan bir tempoyla yeni sakinleri korkuturlar, bu sırada onlarca “jumpscare” sahnesiyle hop hop hoplar dururuz ve finalde de büyük ihtimalle dini bir ritüelle hayaletlerden ve ruhlardan kurtulurlar. Ve film tam biterken son sahnede yeniden hayaletsel bir hareketlenme olur; böylece eğer ilk film tutarsa bir devam filminin geleceğini anlarız. Siz de biliyorsunuz ki, bu iş yıllardır böyle yapılıyor.

Son zamanlarda özellikle Birleşik Krallık’tan bazı umut verici işler çıkmasa, bu mistik ve gizemli tür, Hollywood’un ellerinde tamamen bir jumpscare’ler geçidine dönüşecekti. Ama her şeye rağmen arada sırada bu birbirinin aynı filmlerin arasından az da olsa daha farklı ve dikkate değer işler de çıkıyor. Çünkü haunted house türü, bu klişelerle ve hoplatmalı sıçratmalı korkutma sahneleri ile mahfedilemeyecek kadar mühim bir tür bana kalırsa. Böyle bir giriş yaptım, ama The House On Pine Street’i koşulsuz, şartsız ve sonuna kadar övmeyeceğim. Bunu da bilin…

Yönetmenliğini Aaron Keeling ve Austin Keeling’in yaptığı The House On Pine Street, muhteşem bir hayaletli ev filmi sayılmaz. En azından bu işin klasikleriyle yarışacak düzeyde değil. Hatta bana göre geçen yılların en iyi filmlerinden olan ve kendi çapında küçük bir film olan The Canal (2014) seviyesinde bile değil. Klişesi bol ve hikayenin gidişatı da tahmin edilebilir düzeyde. Ancak…

Atmosferik ve stil sahibi bir film denemesi olarak, başarısız olduğunu söylersek de haksızlık etmiş oluruz. Özellikle filmin finali, bu küçük bağımsız filmi diğer bir sürü düşük bütçeli ortalama hayaletli ev filminden ayırıyor. Çünkü The House On Pine Street, “haunting olayı aslında nedir?” sorusuna cevap arayan, bu soruya kendince bir cevap veren – en azından bu filmdeki hikaye özelinde – kayda değer bir film. Özgün işlerin kırıntısına muhtaç olduğumuz şu yıllarda, bence bir şans verilmesi ve izlenmesi gerek.

The House on Pine Street 02

Film, Jennifer ve Luke’un hikayesini anlatıyor. Bu genç çift, Chicago’dan Kansas’taki küçük bir kasabaya taşınıyorlar. Ancak burada önemli bir nokta var; o da Jennifer’ın bu taşınmadan hiç memnun olmaması. Çocukluğunun geçtiği ve hala annesinin de yaşamakta olduğu bu kasabaya taşınmalarından oldukça rahatsız Jennifer, çünkü annesi ile yıllardır aşamadığı bazı sorunları var. Aannesi biraz, nasıl desek, gıcık bir karakter. Bu nedenle de Jennifer’ın aklı hep eski hayatında. Jennifer aynı zamanda da yedi aylık hamile.

Bir süre sonra Jennifer, taşındıkları yüz yıllık evde bazı tuhaf olaylar yaşamaya başlıyor. Evde sesler duymaya ve rahatsız edici olaylar tecrübe etmeye başlıyor. Bu sırada, hamileliği de iyiden iyiye ilerleyen Jennifer’ın eşi Luke ve annesi, Jennifer’ın tüm bu buhranlarını hamileliğine ve yeni ve yabancı bir eve taşınmasına bağlıyorlar. Jennifer’a hiç inanmıyorlar ve sürekli saçmalamayı kesmesini söyleyip duruyorlar. Doğrusu, Jennifer’ın yaşadıkları tamamen kendi kafasında bile olsa, “ne biçim, ne vurdum duymaz bi kocan var be kadın” demekten insan kendini alamıyor. Neyse…

Film, Jennifer’ın yaşadıkları gerçek mi, yoksa onun zihninin ona oynadığı oyunlar mı olduğu noktasını finale kadar muğlak bırakıyor. Yani ortada bir şeyler döndüğünü açıkça görüyoruz, ama bu tuhaf olayların nedeni hayaletler mi, yoksa Jennifer’ın yaşadığı başka psikolojik hadiseler mi tam kestiremiyoruz. Finalde ise, film bu muğlaklığı bana göre çok enteresan bir bakış açısıyla açıklığa kavuşturuyor.

The House On Pine Street, “çok kötü afişe sahip güzel filmler”den de biri. Afişi gerçekten de berbat. Adeta on yıldır mezun olamamış sinema öğrencilerinin bitirme projesi olarak çektiği o düğün videosundan az hallice kalitedeki filmleri hatırlatıyor. Ama bu sizi yanıltmasın, zira pek çok eleştirmene göre film bu yılın en iyi korku filmlerinden biri.

The House on Pine Street 03

Başrollerde Emily Goss, Taylor Bottles ve Cathy Barnett var. Jennifer karakterine hayat veren Emily Goss, Jennifer’ın o gergin ve histerik ruh halini gayet başarılı bir şekilde seyirciye, yani bizlere geçirmeyi başarıyor. Jennifer zaman zaman öylesine histerik bir hal alıyor ki, neredeyse kendisine gıcık oluyorsunuz. Kansas’a gelmeden önce bazı problemler yaşamış, annesiyle arasını bir türlü düzeltememiş ve aslında bulunmayı hiç istemediği bir kasabada, yalnız ve arkadaşsız, izole bir konumda kalmış olan Jennifer; zaman zaman gözlerinden ateş çıkarıyor adeta. Ama Jennifer’ın bu kestirilemez ve tekinsiz hali, aslında filmin bel kemiği. Çünkü filmin ana fikri, Jennifer’ın bu ruh hali üzerinde yükseliyor.

The House On Pine Street’in güzel yanlarından bazıları da; artık bıktırmış olsa da her yerde zırt pırt karşımıza çıkan CGI’lardan neredeyse hiç kullanılmamış olması, yönetmenin sınırlı bütçeye sahip olmasına rağmen gergin ve karanlık sayılabilecek bir atmosfer yaratma becerisi ve gereksiz jumpscare’lerden kaçınılmış olması.

Aslında evin dış görünüşü pek ürkütücü değil, itiraf etmek lazım. Ancak içi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Evin içi gerçekten de ürkütücülük düzeyi olarak en azından 10 üzerinden 6-7 gibi bir puanı hak ediyor. Bu da muhtemelen görüntü yönetmenin başarısı olsa gerek.

The House on Pine Street 04

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Jennifer’ın komşusu ve komşusunun katatonik ikiz kızları, hikaye içinde gayet ürkütücü bir yan hikaye olarak dikkate değerdi. Hatta öyle ki, sadece o kızlar ve anneleri hakkında da harika bir gerilim filmi çevrilebilir.

The House On Pine Street’in yönetmenleri, iyi bir hayaletli ev filminin yavaş yavaş büyüyen gerilimle ve jumpscare’lerin tersine, bir türlü görünmeyen varlıkların verdiği o ürperti ve tekinsizlik hissiyle elde edildiğini biliyorlar anlaşılan. Çünkü bu öğeleri iyi kullanmışlar ve türün özüne saygı gösteren bir iş ortaya çıkarmışlar.

Hamile olmanın kendi özel psikolojisini korku filmi sınırları içine taşıyan ilk film, The House On Pine Street değil elbette. Ancak bu kez hamileliğin kendi psikolojisine, bir de asla dönülmek istenmeyen, kaçarcasına ayrılınmış kasabaya geri dönme gerilimi de ekleniyor.

Sınırlı bütçe ve az sayıda oyuncuyla çekilen The House On Pine Street, yazıya başlarken de dediğim gibi, bu güzide türe ait muhteşem ya da kusursuz bir film değil. Ben şahsen pek çok ecnebi eleştirmenin bu yılın en iyi filmlerinden yorumuna da katılmıyorum. Ancak yine de özellikle benim gibi bu türün hastası olanların atlamaması gereken bir film olduğu da bir gerçek. İnanın pişman olmayacaksınız.

Öteki Sinema için yazan: Ezgi Aksoy

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

2 Comments Leave a Reply

  1. German Angst’ı ben de baya sevdim ama Der Nachtmahr’ı daha izlemedim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Crow: City of Angels (1996)

The Crow II ya da bilinen adıyla City of Angels,
blank

Dario Argento Sunar: Suspiria (1977)

Dario Argento sunar, Suspiria: “Bu filmin son 12 dakikasından daha