Modern sinemanın önemli isimlerinin bilhassa ilk dönem filmlerinde İkinci Dünya Savaşı’nın ve ‘68 Kuşağı’nın derin etkileri ve şaşırtıcı yansımaları net bir şekilde görülmektedir. Tıpkı Amerikan sinemasının erken dönem örneklerinde, 1929 Ekonomik Krizi’nin (Büyük Buhran/Kara Perşembe) etkilerini gözlemlemenin kaçınılmaz olması gibi. İster sosyal meselelere dolaysız bir yaklaşım sergilesin isterse bir nevi kaçış (fantastik, korku vb.) niteliği taşıyor olsun, sinema, bir yandan kişisel geçmişlerin dökümüne sahne olurken bir yandan da çağının doğrudan ya da dolaylı olarak bir yansımasını teşkil eder. Bu bağlamda, 1960’tan sonra doğan yönetmenlerin yakın tarihli bazı eserlerinde şahsi geçmişlerinin bir tür dip toplamını almaya başladıklarını görüyoruz. Amerikan sinemasının sürpriz yönetmenlerinden John Cameron Mitchell de onlardan biri.
Aynı zamanda aktör olan Mitchell, 1980’leri ve 90’ları çok sayıda önemsiz ve sıradan projede bir çeşit “operatör yönetmen” olarak geçirdikten sonra 2001 yılında Stephen Trask’ın romanından uyarladığı ilk uzun metrajı Hedwig and the Angry Inch ile bombayı patlatmıştı. Punk rock âleminin sıra dışı bir trans birey üzerinden güzellemesi olarak nitelendirilebilecek bu özel ve güzel filmde hem yönetmen hem de başrol oyuncusu olarak parmak ısırtan John Cameron Mitchell, sersemletici ve hazmı güç öyküsüyle sıra dışı bir Amerikan bağımsızı olarak parlayan Shortbus (2006) ile seyircisini ikiye bölmüştü. Artık hem seveni hem nefret edeni artmıştı. Shortbus’tan dört yıl sonra gösterime giren üçüncü uzun metrajı Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole, 2010) onu takip eden herkesi bir kez daha şaşırtmayı başardı. Mitchell; ayakları yere sağlam basan klasik bir aile dramasına imza atmış, çocuklarını kaybeden bir çiftin hikâyesini beyazperdeye taşımıştı. Mitchell’in Mutluluğun Peşinde’den yedi yıl sonra gelen How to Talk to Girls at Parties (Partilerde Kız Tavlama Sanatı) filmiyle seyircisini yine ters köşe yaptığını söyleyebiliriz. Bu sefer karşımızda 1970’lerin ikinci yarısında Güney Londra’daki Croydon’da geçen tuhaf ve benzersiz bir punk masalı var.
Aslında filme kaynak teşkil eden How to Talk to Girls at Parties adlı eser, Neil Gaiman’ın Selections From Fragile Things adlı kitabının beşinci cildinde yer alan 13 sayfalık bir bilim kurgu öyküsü. Öykü ilk kez 2006 yılında yayınlanmış. Gaiman’ın eseri; “yanlış parti”ye giden Vic ve Enn (Henry) adlı, 15 yaşlarında iki kafadarın şaşırtıcı deneyimini anlatır. Vic ve Enn, bir parti evine girerler ve bu ev, ne konuştuklarını, ne yaptıklarını, hangi müziği dinlediklerini pek anlamadıkları “vitrin mankenlerini andıran” kızlarla tıka basa doludur. Kızların kendine has bir çekicilikleri ve başkalıkları vardır ama ikilinin daha önce gördükleri kızlara pek benzemezler. Vic çok geçmeden yanlış partiye geldiklerini anlar ve Enn’i de alıp apar topar kaçar. Öykü de oracıkta biter. Tabii muhtemelen Gaiman’ın öyküsündeki “dünya dışı yaşam formu” (uzaylı) konsepti, aslında yabancı öğrenci değişim programıyla İngiltere’ye gelen öğrencileri simgeliyor. Mitchell bunu kavramış olacak ki How to Talk to Girls at Parties’deki bir karakterinin ağzından uzaylılar için “Bunlar Kaliforniyalı olmalı” gibi bir cümle çıkıyor.
Uyarlamaya imza atan John Cameron Mitchell ve Philippa Goslett, Neil Gaiman’ın How to Talk to Girls at Parties adlı öyküsünden ana konsepti alıyor, biraz geliştirip ona şahsi deneyimlerinden beslendiğini düşündüğüm bir tür devam öyküsü yazıyorlar ama bunu yaparken orijinal kaynaktaki detaylardan beslenmeyi ihmal etmiyorlar. Mesela Vic’in Stella’dan neden uzaklaştığına dair çılgınca bir teorileri var. Zaten Shortbus’ı seyredenler Mitchell’in bu konudaki yaratıcılığına şahit olmuşlardır. İki delikanlının karşı cinsi keşfetme yolculuğu şeklinde tasarlanmış olan orijinal öyküde Vic şöyle eder: “Onlar sadece kız. Başka bir gezegenden gelmiyorlar.” (They’re just girls. They don’t come from another planet.) Muhtemelen Mitchell ve Goslett’in How to Talk to Girls at Parties için kalkış noktası bu cümle. İkili, öyküde Enn ve Triolet arasında yarım kalan ilişki acaba devam etseydi nasıl olurdu diye düşünmüş ve Enn ile Zan arasındaki keşif dolu yolculuk doğmuş. Ayrıca Vic ile Enn’e komedi öğesi işlevi gören fazladan bir arkadaş (John) ilave etmişler. Öykünün önüne bir punk konseri koyup, Nicole Kidman’a da kariyerinin en çılgınca rollerinden birini hediye etmişler: Siouxsie Sioux, Cruella de Ville ve David Bowie’nin çılgın bir karışımı gibi duran Kraliçe Boadicea (Queen Boadicea) karakterini.
How to Talk to Girls at Parties (Partilerde Kız Tavlama Sanatı); kural tanımaz punkçılarla sinsice planları olan yamyam uzaylıları bir araya getiren bol gürültülü ve uçuk bir çalışma olmakla birlikte, tıpkı uyarlandığı orijinal eserde olduğu gibi, özellikle “ebeveyn olmak”, “öteki olmak”, “kendi gibi olmak” üzerine de söyleyecek sözleri olan bir yapım. Bunu sadece Enn ve Zan ya da Enn ve annesi arasındaki ilişkide değil, Zan ile onun “ebeveyn öğretmenler”i özelinde de görüyoruz. Ayrıca dikkatli bakıldığında; çocuklarını kollayan, onlara kol-kanat geren Boadicea karakterinin işlevi de şu soruyu sordurmak oluyor: Bakma, koruma, gözetme, sahip çıkma eylemleri olmadan gerçek manada ebeveyn olmak mümkün müdür?
John Cameron Mitchell; Enn ve Zan’i yol ayrımına getiren öyküsünü örerken aşk, görev bilinci ve fedakârlık gibi kavramları da masaya yatırmayı ihmal etmiyor. Bunu yaparken oyuncakçı dükkânına giren küçük bir çocuk gibi davrandığı doğru. Yıkıyor, döküyor, kırıyor ve bol bol bağırıyor. Ki punk ruhu da bunu gerektirir. Bu ölçüsüz ve emsalsiz devinim, çoğu zaman sert müzikler ve yer yer iğrenç görüntüler eşliğinde ekrana geliyor. Elini korkak alıştırmayan Mitchell’in aşırı tepki alacağını bile bile filmin punk ruhundan feragat etmediğini söyleyebiliriz. Neticede karşımızda The Man Who Fell to Earth, Jubilee, Trainspotting, Liquid Sky ve The Rocky Horror Picture Show gibi birçok sıra dışı klasikten beslenen, tuhaf ve benzersiz bir sinemasal deneyim var. Yine de bazı aşırılıkları nedeniyle herkesin damak tadına uygun olmadığı bir gerçek.
Son olarak, John Cameron Mitchell ve Philippa Goslett’in Enn karakterini fanzin editörü ve illüstratör yaparak, yaşanan deneyimin, uyuşturucunun halüsinatif etkisinden ziyade, bir çizgi roman sanatçısının sınırsız düş gücünün dışavurumu şeklinde okunmasına kapı araladığını belirtelim. Belki de tüm izlediklerimiz, Enn’in hayal gücünden süzülen ve bütünüyle karşıt kültürlerden gelen iki kişi arasında kurulacak alternatif bir aileye duyulan özlemden ibarettir. Hem zaten punk, bir alternatif arayışından başka nedir?
Not: İlk kez Rabarba Dergi’nin 2018 Mayıs sayısında yayınlanmıştır.