Şahsi kanaatimce gelmiş geçmiş en karizmatik aktör. 50’den fazla filmini seyrettiğim nadir oyunculardan. 2-3 dakikalık küçücük bir yan rolde ya da sözleşmesi gereği oynamak zorunda kaldığı beş para etmez bir stüdyo filminde bile bir güneş misali parıldayan, eşi benzeri olmayan, dev bir aktör. Hatta bir aktörden de fazlası! Amerikalılar böylesine ‘büyük’ yaşamış kişiler için ‘larger-than-life’ tanımını/deyimini kullanırlar, bunu ‘hiçbir tanıma ve kalıba sığmayan abidevi bir kişilik’ olarak çevirebiliriz.
25 Aralık 1899’da doğan ve 4 kez evlenen Humphrey Bogart’ın (kendisi Bogey yerine Spencer Tracy’nin ona seslendiği şekilde Bogie’yi tercih ediyormuş, oğlu Stephen da Bogie’yı kullanmayı tercih ediyor, bundan böyle biz de öyle yapalım) özel hayatı inişli çıkışlıydı, son eşi Lauren Bacall’a kadar bu böyle sürdü. Bogie annesi Maud’u sevmezdi (bunu defalarca itiraf etmiştir). Çok sevdiği babası ise Bogie’nin kollarında ölmüştü. Yıl 1934’tü. Babası onun meşhur bir oyuncu olduğunu göremeden ölmüştü. Bogie’nin kız kardeşi Kay iflah olmaz bir alkolikti, 1937’de öldüğünde sadece ve sadece 35 yaşındaydı. Kay New York’ta öldüğü zaman, diğer kız kardeşi Frances’a bakma işi Bogie’ye kalmıştı, çünkü Frances manik depresifti ve gözetim altında tutulmaya muhtaçtı. Bogie kızkardeşini Los Angeles’a getirtmişti. Bogie ve oyuncu eşi Mayo Methot 1938 yılında evlendiler. Evlendikleri gece bile kavga eden ve ayrı yerlerde geceleyen Bogie&Mayo çiftine, kamuya açık alanda yaptıkları sayısız kavgadan sonra magazin basını “the battling Bogarts” (savaşan Bogart’lar) adını takmıştı. Mayo, bir seferinde Bogart’a dolu bir silah bile doğrultmuştu. Sürekli kavga ediyorlardı. 1945 yılında boşandılar. Mayo Methot da feci derecede alkolikti, zaten ölümü de trajik oldu. Bir zamanların bu önemli ve gelecek vaat eden, çekici kadın oyuncusu beş para etmez bir otel odasında öldüğünde, günlerce fark eden bile olmadı. Ceset kokmaya başlayınca öldüğünü anladılar. Yıl 1951’di. Mayo, 47 yaşındaydı. Bogie bir yandan bir aktör olarak var olma mücadelesi verirken, böylesi dönemlerden geçiyordu. Özel hayatından, çoğu zaman sinemada canlandırdığı karakterlere de enjekte ettiği, ‘aniden öfkelenen, hayata ve insanlara karşı alaycı, biraz da acımasız, sert ve sarsılmaz karakterini’ tanımak için bunları bilmekte fayda olduğunu düşünüyorum.
Bogie meşhur bir oyuncu olduktan sonraki 20 yılına birkaç ömürlük yaşanmışlık sığdırdı. Dolu dolu yaşadı ve özel hayatındaki her türlü sıkıntıya rağmen sürekli üretti. Kara filmlerde, gangster filmlerinde, macera filmlerinde, romantik filmlerde hatta komedi filmlerinde unutulmaz işlere imza attı. Radyoda, tiyatroda ve televizyonda en iyi bildiği işi yaptı. Filmleri kadar, hareketli yaşamı da her daim kameralar önündeydi. Ne yaparsa olay oluyordu. İçki maceraları, gönül maceraları, kavgaları dövüşleri, her konudaki sert ve alaycı eleştirileri, ünlü şahsiyetlerle atışmaları, Rat Pack grubu, politik çıkışları ve şakaları dilden dile anlatılıyordu. Efsanesi günden güne büyüyordu. Popüler yaşantısına rağmen, herkes onun masasına oturamazdı, adeta yakın dostlarından örülü bir kozada yaşıyordu. Dostlarına karşı inanılmaz bir düşkünlüğü vardı. Yakın dostları olmadan neredeyse dışarı bile çıkmazdı. 17 Ocak 1957’deki cenazesinde yakın dostu, büyük yönetmen John Huston onu şöyle anmıştı:
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Bogie’nin konukseverliği yiyecek ve içecekten çok öteye giderdi. Bir konuğun vücudu kadar ruhunu da beslerdi, onu öylesine bir iyi niyetle doldururdu ki, bu sarhoşluktan hem bacakları hem kalbi titrerdi. Bu gelenek, dik oturabildiği son saate kadar devam etti. Size son günlerinde ne çabalarla bu konukseverliği gösterdiğini anlatayım.
Üst katta, saat beşte, tıraş edilmek, taranmak, gri flaneller ve kırmızı ev ceketini giydirilmek üzere yatağında uzanırdı. Artık yürüyemez hale geldiğinde, zayıf düşmüş vücudu bir tekerlekli sandalyeye konur ve ikinci kat sahanlığındaki yemek asansörüne getirilirdi. Asansörün tepesi, başına yer açacak şekilde çıkarılmıştı. Hemşireleri onu içeri yerleştirir ve küçük bir tabureye oturur halde, (asansörle) mutfağa indirilirdi; burada bir transfer daha yapılır, ve yine tekerlekli sandalye ile kütüphanedeki koltuğa nakledilirdi. Ve beş otuzda (David Niven, saat 6 olarak hatırlıyor), orada, bir elinde cherry kadehi, öbüründe sigarası oturur, gelmeye başlayan konukları karşılardı. Konuklar, onu en iyi ve en uzun süredir tanıyanlarla sınırlıydı artık; ikişer üçer, yarım saatlik sürelerle saat sekize kadar otururlardı; bu, indiği yoldan tekrar yukarı çıkma vaktiydi. Bu son haftalar boyunca yanında oturan hiç kimse bunları unutmayacak. Katıksız bir hayvansı cesaret örneğiydi bu sergilenen. İlk ziyaretinden sonra –bu ziyaret ilk şoku atlatmakla geçti- insan olayın muhteşemliğini anlıyor, kendini tuhaf bir coşkuyla dolmuş hissediyor, orada olmaktan, onun, böylesine cesur bir adamın arkadaşı olmaktan gurur duyuyordu…”[/box]
O iki üç saatlik çabanın nasıl destansı bir meydan okuyuş olduğunu anlamanız için küçük detaylar paylaşayım. Bogart, ağırlaşan hastalığı nedeniyle son günlerinde sadece birkaç saat uyanık kalabiliyordu. Gün boyu dayanılmaz ağrılar içindeydi ve enerjisi hızla tükeniyordu. Süratle kilo kaybediyor, günden güne adeta eriyordu. 14 Ocak 1957’de gırtlak kanserinden hayatını kaybettiğinde 35 kiloya kadar düşmüştü. Ama son ana kadar bir başka yaşadı. Lauren Bacall’ın “By Myself and Then Some” adlı otobiyografisinde Bogie’nin son zamanlarıyla ilgili insanın boğazını düğümleyen detaylar vardır, bir başka yazıda paylaşırız. Bogie’nin arkadaşları için ne ifade ettiği hakkında aşağı yukarı bir fikir edinmişsinizdir, peki Bogart sinema için ne anlam ifade ediyordu? Nasıl bir yolculuktu onunki? Kısaca özetleyelim.
Humphrey Bogart, oyunculuk kariyerine tiyatroyla başlamıştı, biraz göz doldurmaya başlayınca 1930’lardan itibaren birkaç önemsiz filmde yan rollerde gözükme fırsatı yakaladı. Açık konuşmak gerekirse Bogie kısa boyluydu, erken yaşta saçları dökülmüştü, peltek konuşuyordu ve yakışıklı da sayılmazdı. Pek bir şans yakalayacağa benzemiyordu. Tiyatroda 1936 yılında başarıyla canlandırdığı ‘Duke Mantee’ rolünü sinemada yinelediği “The Petrified Forest” (Taşlaşmış Orman, 1936) filmiyle küçük çapta şöhreti yakaladığında neredeyse 37 yaşındaydı. Sert adam rolleriyle nam salmaya başladı ama kontratı gereği; romantik filmlerde, dramalarda, gangster filmlerinde, komedilerde, suç melodramlarında, kısa filmlerde ve kovboy filmlerinde oynadı. Hatta pek bilinmez ama, bir de korku filminde yer aldı (“The Return of Doctor X”).
Bogart’ın sinemadaki asıl büyük çıkışı 1940’lı yılların başında gerçekleşti. Önce George Raft’a önerilen ama Raft’ın reddettiği (3 ayrı filmdeki) 3 başrolle Bogart’ın önlenemez yükselişi başladı. Kısa zamanda bu 3 film de başyapıt statüsüne erişti. Gangster filmleriyle kara filmler arasında bir köprü teşkil ettiğini düşündüğüm “High Sierra” (1941), ilk büyük kara film şaheserlerinden “The Maltese Falcon” (1941) ve gelmiş geçmiş en iyi romantik filmlerden birisi, belki de birincisi, “Casablanca” (1942). Filmler birer hit oldu, muazzam bir popülerlik yakalayıp, iyi gişe yaptılar. Bogart’ın bu üç filmde canlandırdığı üç karakter de; hem eleştirmenlerin gözünde, hem de seyirci nezdinde büyük bir saygı ve sevgi kazanmasına vesile oldu. Bogie, Casablanca ile bir de Oscar adaylığı kaptı (O sene, Paul Lukas diye biri ödülü aldı. O kim mi? Artık ne önemi var?). Bogart’ın yürüyüşü başlamıştı.
Humphrey Bogart, öldüğünde sadece 57 yaşındaydı. 1936-1956 yılları arasına –tabii, ben bir Bogart fanatiği olduğum için abartıyor olabilirim- en az iki düzine sağlam film sığdırdı. Bu filmlerin içinden küçük bir seçki yapmak benim için çok zor. Ha, bana sorarsanız, Bogart’ın 1937’den sonra çektiği ve başrolde oynadığı filmler içinde bıyık bırakmadığı ve sigara içtiği tüm filmler iyidir. Benim Bogart filmleri içinde eleme yapmam kolay değil. O nedenle onun filmlerini ‘gangster filmleri’, ‘kara filmler’ ve ‘diğer filmleri’ olarak kabaca üçe ayıracağım ve bu yazımda sadece Bogart’ın oynadığı kara filmlerden küçük bir izleme listesi önereceğim. Daha sonra iki yazı daha yazacağım. Söz.
Nisan 2015 itibariyle; Bogart’ın IMDb’de kara film olarak işaretlenmiş 27 filmi gözüküyor, açıkçası ben bunlardan bazılarını kara film kapsamında değerlendirmiyorum, bu konuya ileride uzun uzun değineceğim. Seçtiğim kara filmler Bogie’nin başrolü oynadığı,1941 ve sonrasına ait zaman diliminden seçilmiş filmler olacak. Gangster vb. diğer türler altında değerlendirebileceğim yapımları hariç tutup, filmleri yıllara göre sıralayacağım.
İşte Humphrey Bogart’ın hatırı sayılır kara filmlerinden birkaçı:
HIGH SIERRA (1941)
“High Sierra” (1941); klasik gangster/soygun filmleriyle kara filmler arasında bir tür geçiş niteliği taşır. Bunu da, yer yer izleyicisinin boğazını düğümlemeye çalışan melodramatik öğelerinden alır. Bogart’ın başarıyla canlandırdığı ‘Mad Dog’ (Çılgın Köpek) Earle son bir soygun yapıp normal bir hayata geçiş yapmayı düşleyen sert ve acımasız bir gangsterdir. Bir çıkış yolu aramaktadır. Tabii ki bulamaz. “High Sierra”daki karakterlerin hemen hepsi (bir noktaya kadar Velma da dahil) kapana kısılmıştır. Herkes bir şey ister, sonunda hiç kimse istediğini alamaz. Planlanan/düşlenen hiçbir şey gerçekleşmez. Bu tartışmasız bir kara film evrenidir. Çıkış yoktur. Ümit yoktur. Hiçbir şey yolunda gitmez.
“High Sierra”; “Colorado Territory” adıyla 1949 yılında kovboy filmi olarak, 1955 yılında ise “I Died a Thousand Times”adıyla kara film olarak yeniden çevrilmiştir. Ben iki yeniden-çevrimi de izledim. “I Died a Thousand Times”ı daha çok beğendim çünkü Roy Earle’yi Jack Palance oynuyor. Yine de bir Bogart değil.
“THE MALTESE FALCON” (MALTA ŞAHİNİ, 1941)
John Huston’ın ilk yönetmenlik denemesi olan “The Maltese Falcon” (Malta Şahini, 1941), sadece kara film tarihinin değil tüm bir sinema tarihinin en iyi dedektiflik filmlerinden biri. Raymond Chandler’la beraber hard-boiled roman geleneğinin iki büyük zirvesinden birini simgeleyen Dashiell Hammett’ın unutulmaz romanının kusursuz bir uyarlaması. Tepeden tırnağa dört dörtlük bir kara-film şaheseri!
Hammett’ın romanı daha önce “The Maltese Falcon” (1931) ve “Satan Met a Lady” (1936) adıyla iki defa daha sinemaya uyarlanmış. Bu konuda dürüst olacağım, Roy Del Ruth’un “The Maltese Falcon” (1931) versiyonunun ilk 5 dakikası olağanüstü hatta John Huston’ınkinden bile iyi, çünkü bize Sam Spade’in aslında ne menem bir insan olduğunu mükemmel bir şekilde anlatıyor. Kurgu olağanüstü. Ama sonra film bir şekilde dağılıyor. “Satan Met a Lady” (1936) ise iyi bir uyarlama değil, kitabın özünü ıskalıyor. Bunlara ileride detaylıca değiniceğim, “The Maltese Falcon” (1941) öyle iki cümleyle geçiştirilebilecek bir film değil, başlı başına bir film türü. Sadece Bogart ya da Huston için değil, gerçekten kusursuz bir film seyredebilmek için “The Maltese Falcon” (1941) biçilmiş kaftan. Kaçırmayın.
“THE BIG SLEEP” (BİRLEŞEN KALPLER, 1946)
Bogart, Raymond Chandler’ın unutulmaz dedektifi Philip Marlowe’u canlandırıyor ama öyle bir canlandırıyor ki, ne zaman bir nedenden ötürü Philip Marlowe aklıma gelse, ya da bir yerde adı geçse kaçınılmaz olarak bir Bogart imgesini de beraberinde sürüklüyor. (Buna en yakın performans yıllar sonra Robert Mitchum’unki olacaktır.)
“The Big Sleep”in (Birleşen Kalpler, 1946) çekimleri aslında 1944 yılının son aylarında başlamış, 1945 yılının 12 Ocak’ında tamamlanmıştır. 2 Ocak 1946’da bazı ek yeni sahneler ve bazı eski sahnelerin yeniden çevrimleri ilave edilmiştir. Bu konuya ileride detaylıca değineceğim, “The Big Sleep”i de bir iki paragraf yazıyla geçiştiremeyiz. Aslında filmin, tıpkı romanda olduğu gibi, takip edilmesi çok güç, karmaşık bir olay örgüsü var. Marlowe ile beraber oradan oraya heyecanla geziyoruz, sürekli birileri ölüyor, sürekli şaşırtıcı gelişmeler yaşanıyor. Sürpriz üzerine sürpriz yaşıyorsunuz.
Hagopian’ın naklettiği bir hikaye; “The Big Sleep”in neden eşsiz bir film olduğunu, kara filmlerin niçin farklı bir havaya sahip olduklarını, Chandler’ın ne denli “farklı” bir yazar olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yeni bir hikaye anlatma biçiminin eşsiz bir örneğidir “The Big Sleep” (Büyük Uyku) romanı. Chandler’ın “The Simple Art of Murder” adlı 12 sayfalık cinayet romanları değerlendirmesinde yer alan ‘önemi açısından, hikayenin yerine anlatım biçiminin geçmesi gerektiği’ne dair savına dayanak teşkil etmektedir. Howard Hawks’ın anlattığı hikaye şöyledir: “Filmin çekimleri devam ederken Humphrey Bogart, Hawks’a Owen Taylor’ı kimin öldürdüğü sorar. Bogey, anlayamamıştır. Hawks; Taylor’ı kimin öldürdüğünü bilemez ve gidip çekimler sırasında orada bulunan senaristlere (William Faulkner, Leigh Brackett ve Jules Furthman) soruyu sorar: Owen Taylor’ı kim öldürdü? Hiçbir senarist cevap veremez. Hawks; senaryonun uyarlandığı romanın yazarı Raymond Chandler’a telgraf çeker ve aynı soruyu sorar. Owen Taylor’ı kim öldürdü? Chandler, cevaben bir telgraf çekip, Owen Taylor’ı kimin öldürdüğünü bilmediğini söyler” (Silver ve Ursuni; 2004:34). Ve sonuçta Taylor’ı kimin öldürdüğü muğlak kalır. Hagopian’a göre Taylor’ı Brody öldürmüştür (Silver ve Ursuni; 2004:46). Tim Dirks’e göre; Taylor’ın intihar etmiş olma olasılığı vardır (Dirks; 2005). Seyircilerine birşeyler açıklamaktan bıkan Hawks’a göre; Taylor’ı kimin öldürdüğünün hiçbir önemi yoktur, önemli olan iyi sahneler çekmektir (Silver ve Ursuni; 2004:35). Chandler’a göre, önemli olan anlatıdır, ‘yeni cinai roman tarzı’nda (hard-boiled roman anlayışında) kimin kimi öldürdüğünün hiçbir önemi yoktur. Filmin bu kısmen anarşik, kısmen nihilist kısmen de varoluşsal yanı; on yıllar boyunca sinema eleştirmenlerini etkilemeyi başarmıştır. Chandler’ı zirveye taşıyan roman “Büyük Uyku”dur. Philip Marlowe kısa sürede; bütün özel dedektiflerin arketipi/birörneği haline gelmiştir (Meyer; 1998:15). Bogie de Marlowe’la adeta özdeşleşmiştir.
Sonuç olarak; “The Big Sleep”, hem sıkı bir dedektiflik filmi hem de müthiş bir Bogart kompozisyonu. Bogart’ın en iyilerinden… Kaçırmayın.
“DEAD RECKONING” (1947)
Femme fatale’nin kendisini görmeden önce sigarasını gördüğümüz tüm A tipi kara filmler iyidir. Dead Reckoning” 1947) de bunlardan biri. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Lizabeth Scott, Coral Chandler rolünde harikalar yaratıyor. Her hali her tavrı etkileyici, hele o sesi.Psikopat bodyguard Krause rolündeki Marvin Miller göz dolduruyor. Bogart, Rip Murdock rolünde en iyi bildiği işi yapıyor, gerçeği arıyor, kötü adamları kovalıyor ve başına gelmedik kalmıyor.
“Dead Reckoning” (1947); adeta bir örümcek ağına yakalanmış sinekler kadar çaresiz gözüken karakterleri anlatan hikayesi kadar görüntü çalışmasıyla da öne çıkıyor.
Düşük yoğunluklu ışık, tuhaf kamera açıları, kapana kısılmışlık halinin başarıyla altını çiziyor. Lauren Bacall’ı andıran Lizabeth Scott ile Bogart iyi bir ikili oluşturuyorlar. İyi bir kara film.
“DARK PASSAGE” (KARANLIK GEÇİT, 1947)
Ucuz numaralar içerdiği ve zorlama bir finale sahip olduğu için sevmeyeni çoktur. Halbuki ben bayıldım. 1940’larda; olayları kahramanın gözünden aktaran (first person view) filmler furyası başlamış, seyircilerin olumsuz tepkileri nedeniyle rafa kaldırılmıştı, bu film de bir yere kadar öyle gidiyor. Bogart’ı göremiyoruz. (Bu arada Bogie’nin yüzünü görebilmek için 1 saat beklememiz gerekiyor) San Quentin hapishanesinden kaçan Vincent Parry, yasadışı bir cerrahi operasyonla yüzünü değiştiriyor. Estetik ameliyatla değişen yeni surat: Bogart! Çetin ceviz Parry, kendini temize çıkartmak için San Francisco’da dolanıp duruyor. Sürekli yükselen bir şiddet ve heyecan ekrana egemen oluyor. Ölümler birbirini kovalıyor, sürpriz bir finalle düğüm çözülüyor.
“Dark Passage” (Karanlık Geçit, 1947), tepeden tırnağa karanlık bir film. Cerrahı, femme fatale’si, taksicisi, şantajcısı herkes bir kara film unsuru olarak öne çıkıyor. Filmin müzik ve ses kullanımı olağanüstü. Bu filmden sonra yükselen siren seslerini unutmanız kolay olmayacak. Welles’in Mercury Tiyatrosu’nun mücevherlerinden Agnes Moorehead’in her zamanki gibi büyüleyici olduğunu da not düşelim.
“KEY LARGO” (ÖLÜM GEMİSİ, 1948)
“Key Largo”(Ölüm Gemisi, 1948), gangster filmlerin en önemli oyuncularından Edward G. Robinson’ı son kez gangster rolünde gördüğümüz film. Robinson, Johnny Rocco rolünde canlandırdığı eski gangsterlerin bir tür kolajını yapıyor, hem de mükemmel bir biçimde.
Maxwell Anderson’ın oyunundan uyarlanan senaryo Richard Brooks ve John Huston’a ait. Yönetmen Huston. Bogart-Bacall yine bir arada üstelik bu sefer Lionel Barrymore ve Claire Trevor da kadroda.
Florida koylarından birindeki önemsiz bir otelde kapana kısılmış her bir karakter dikkat çekici. Bogart; Frank McCloud karakterine büyük bir dinamizm getiriyor. Sert, zeki aynı zamanda acımasız. Ama filmi asıl sürükleyen Robinson ve Trevor’un performansları. Görülmesi gereken bir kara film.
“IN A LONELY PLACE” (TEHLİKE İŞARETİ, 1950)
Bogart; kaba saba, kibirli, aniden öfkelenen, hazırcevap ve kavgacı senarist Dixon Steele rolünde adeta döktürüyor. Bogart bu inişli çıkışlı karakteri o denli özenle gizliyor ki, biz de tıpkı Laurel gibi, tıpkı Lochner ya da Nicolai gibi onun masumiyetinden asla emin olamıyoruz. Ray’in ustaca yönetimi sayesinde korkunç bir tedirginlik ekrandan izleyiciye geçiyor. Her yerde bela arayan ve genellikle bulan Steele, tıpkı bir Albert Camus kahramanı gibi. Asla özdeşlemenize izin vermiyor.
Aynı anda süregiden bir cinayet soruşturmasının gölgesinde romantik bir aşkın filizlendiğini görüyoruz. Ama “In a Lonely Place” (Tehlike İşareti, 1950) katıksız bir kara film. Tabii ki kısa bir süre sonra tüm yapı görkemli bir şekilde yıkılıyor. Grahame ve Bogart’ın uyumu müthiş. Yabancılaşma, bireysel yıkım ve tedirginliğin sinemasına hoş geldiniz. “In a Lonely Place” (1950) er ya da geç izlemeniz gereken bir film. Sadece Bogart’ın değil, Nicholas Ray’in de en iyi filmlerinden…
“THE HARDER THEY FALL” (1956)
“The Harder They Fall” (1956) şahsi favorilerimden. Bogart, bir zamanlar ünlü olan ama artık çaptan düşmüş eski bir spor yazarı olan Eddie Willis’i canlandırıyor. Eski şaşalı günlerinden eser kalmayan ama hala bazı bağlantıları olan Willis’i kiralayan spor mafyası Nick Benko rolünde Rod Steiger oynuyor. Toro Moreno adlı Arjantinli bir boksörü parlatıp, zirveye çıkartma işi Willis’e veriliyor. Aslında saf ve temiz bir boksör olan Toro Moreno rakibi Gus Dundee’yi yeniyor. Dundee’nin aldığı darbeler sonrası ölümüyle beraber sıradan bir spor filmi, acımasız bir kara film başyapıtına dönüşüyor. Moreno da, Yunan trajedisi kahramanlarına…
Boks camiası üzerine çökmüş organize suç örgütünün gaddar metotlarını içeren senaryo Philip Yordan’dan. Senaryoya kaynak teşkil eden roman ise Budd Schulberg’in. Filmin olağanüstü (siyah-beyaz) görüntü çalışması kara filmlerin en önemli görüntü yönetmenlerinden, chiaroscuro üstadı John Alton’a ait. “The Harder They Fall”, Humphrey Bogart’ın son filmi ve son büyük işi.
Kaynaklar:
Bacall, Lauren. ”By Myself and Then Some”, 2006. Harper, ABD.
Bogart, Stephen ve Gary Provost. “Bogart: In Search of My Father”, 1996. Pan Books, İngiltere.
Cunningham, Ernest W. “The Ultimate Bogart”, 1999. Renaissance Books, ABD.
Dirks, Tim. “The Big Sleep”, 2005.www.filmsite.org
Hirsch, Foster. “The Dark Side of the Screen: Film Noir”, 2001. Da Capo, ABD
Huston, John. “Açık Bir Kitap”, 1995. Nisan Yayınları, İstanbul, Türkiye.
Meyer, David N. “A Girl and A Gun”, 1998. Avon Books, ABD
Niven, David. “The Moon’s a Balloon”, 1971. Penguin Books (1994 baskısı), İngiltere.
Selby, Spencer. “Dark City : The Film Noir”, 1984. McFarland, ABD
Silver, Adam ve Elizabeth Ward. “Film Noir : An Encyclopedic Reference to the American Style”, 1992. The Overlook Press, ABD
Silver, Alain ve James Ursuni.“Film Noir Reader 4”, 2004. Limelight, ABD
Spicer, Andrew. “Historical Dictionary of Film Noir”, 2010. The Scarecrow Press, İngiltere
Leziz olmuş leziz. Kaleminize sağlık :)
Bir Bogart hayranı olarak yazınıza bayıldım. Tekrar baştan filmlerini izlemek istiyorum şimdi:)