Hunt for the Wilderpeople / Vahşiler Firarda (2016)

16 Mayıs 2023

Hollywood zamanla dünya sineması üzerinde o denli büyük bir etkiye sahip olmaya başladı ki, yeryüzünün dört bir tarafındaki yerel anlatılar Hollywood’laşmaya başladı. Bir filmin açılışı nasıl olur, karakterler nasıl anlatılır, öykü nasıl inşa edilir, belirli kodlar üzerinden tektipleşen bir dünya sineması damarı oluştu, ülkemizde de durum aynı. Her yerde aşağı yukarı bu böyle. Bir tür ana damar var, blankfilmlerin yüzde 99’u bu test edilmiş ve onaylanmış güvenli damar üzerinden üretiliyor, çünkü asıl ve öncelikli hedef sanatsal ifade alanları inşa etmek değil, para kazanmak. Para kazanmak derken kastettiğim, gişede başarılı olmak ve filmi başka ülkelere satmak/pazarlayabilmek (hatta böylelikle ünlü olup kapağı Hollywood’a atmak). Tabii ki bu suç ya da ayıp değil ama ilk (ve genelde tek) gaye bu olunca sanat eseri (bu durumda “sinema filmi”) giderek özgünlüğünü yitirip tektipleşiyor, büyük ölçüde biçimsizleşiyor, içeriksizleşiyor. Öte yandan orijinalliği ve yenilikçiliği sayesinde bu gayeye ulaşan yönetmenler yok değil, Taika Waititi bunlardan biri.

Yeni Zelandalı yönetmen ve aktör Taika Waititi, Eagle vs Shark (2007), Boy (2010) ve What We Do in the Shadows (Aylak Vampirler, 2014) ile sinemaya yepyeni bir soluk getirdi. Oscar’a aday gösterilen kısa filmi Two Cars, One Night’ı temel alarak çektiği Boy’un (2010) sürpriz gişe başarısının (film, ülkedeki gelmiş geçmiş en büyük gişe gelirine ulaştı) ve What We Do in the Shadows’un (2014) dünya çapında bir fenomene dönüşmesinin ardından bence son özgün filmini, insanın içini ısıtan, hayat dolu Hunt for the Wilderpeople’ı (Vahşiler Firarda, 2016) çekti. Sonra Waititi’yi maalesef Hollywood’a kaptırdık. “İki Marvel filmimiz arasında bir tane daha önceden belirlediğimiz Nazi zulmü filmi çek de kim çekerse çeksin zaten ona vereceğimiz prestijli ödülü sana verelim” dediler falan işte… Daha fazla konuşmaya gerek yok. Taika Waititi bir daha Boy ya da Hunt for the Wilderpeople gibi kendi sanatsal eğilimlerinden beslenen saf, sade ve hesapsız bir film çekebilecek mi, emin değilim. İnşallah çeker. Şimdilik elimizde bunlar var, bu da bir kârdır. Gelelim filme…

blank

Bazı sahneleriyle o harikulade animasyon Up’ı (Yukarı Bak, 2009) hatırlatan Hunt for the Wilderpeople ilginç bir şekilde, beylik bir ana öykü izleğinden kendine has, kederin ve neşenin birbiri içinde eridiği yaşam sevgisi dolu bir anlatı kurmakla kalmıyor, tıpkı Waititi’nin önceki uzun metrajı Boy gibi hem seyirci hem eleştirmen nezdinde büyük bir teveccühe mazhar oluyor ki bu zordur.

Filmin daha ilk dakikalarından itibaren senaryoda ustaca dokunuşlar görüyoruz. Sahnenin en dramatik anında bir komedi öğesi, en komik anında dramatik bir öğe kendini belli ediyor. Hislerinizle bir top gibi oynayan Hunt for the Wilderpeople ne çok gülmenize ne ağlamanıza fırsat tanıyor. Aslında başka birçok yönetmenin elinde kolayca sömürü nesnesine dönüşebilecek bir öykü karşımızdaki. Sayalım: Kimi-kimsesi olmayan küçük bir çocuk var, 12-13 yaşında. Baba yok, anne de çocuğu reddetmiş. Kamu malına zarar veren, hiçbir yerde tutunamayan, tahripkâr bir çocuk bu. Hiçbir aile onu istemiyor, gittiği her yerde sorun çıkarmış. Okuma yazması olmayan, eskiden cezaevine girmiş-çıkmış yaşlı ve aksi bir ihtiyar, onun bir bıçakla hunharca yaban domuzu avlayabilen orta yaşlı ama sevecen hanımı. Bu çocuksuz çift koruyucu aile olarak bu yıkıcı çocuğu evlerine alıyorlar. Kimler yok ki filmde? Yetimlerden hazzetmeyen bir Çocuk Esirgeme Kurumu görevlisi, çıkarcı avcılar, beceriksiz kamu görevlileri, çapsız gazeteciler… Filmdeki olay ve eylemler son derece sert, üstelik bir hayli sömürüye uygun. Kundaklama, yaralama, ölüm, kanun kuvvetlerinden kaçma, kamu malına zarar verme, “adam kaçırma”, “çocuk tacizi”, tutuklama, cezaevi… Kâğıt üstünde baksanız, her türlü sömürüye açık bir film bu ama Waititi tek bir sahnede bile buna izin vermiyor, bence en büyük başarısı bu.

blank

Film çocuk kitapları gibi çok sayıda kısa bölüme ayrılmış, 10 bölümden ve bir epilogdan (son bölümden) oluşuyor. Epilog hariç her bir bölümünde, karakterlere dair yeni bir şey öğreniyoruz. Tek bir bölümde dahi seyirciye bir ahlak dersi vermeye çalışmıyor film. İki karakteri çatışmalı bir duruma sokmak ve sonrasında olaylara bir maceraya sürüklemek için ana karakter zannettiğimiz birini daha ilk bölümde öldürmekten çekinmiyor (Waititi sinemasının alametifarikalarından biri). Zamanda ani sıçramalarla (6 hafta sonraya, 4 ay sonraya), bol bol sürpriz gelişmeyle (yabani hayvan saldırısı, Psycho Sam’le karşılaşma, tüfekle yaralama vs.), harikulade bir görüntü çalışması ve güzel müziklerle kendine has bir dünya inşa ediyor. Hunt for the Wilderpeople’da işler sarpa sardığında (ölüm, firar, taciz iddiası, kovalamaca) hep beklenmedik bir şey yaşanıyor; öykü, olmasını beklediğimiz şeyin olmasına pek izin vermiyor, -birinci sınıf bir bağımsız filmden beklediğimiz gibi- şaşırtıcı tercihlerle zenginleşiyor.

Hunt for the Wilderpeople’ın o kadar iyi örülmüş bir senaryosu var ki, bir sıcak su torbası, birkaç saniyeliğine görünen bazı kitaplar (Hayvan Çiftliği, Native Animals in New Zealand/Yeni Zelanda’ya Özgü Hayvanlar vb.), köpeğe verilen bir ad (“Tupac”), bir Hamlet göndermesi (“magistical”), uyduruk bir haiku birkaç sahne sonra bambaşka bir anlam dairesi yaratıyor. Bella’nın öylesine söylediği vasiyetimsi bir söz, Ricky Baker’ın yetiştirme yurdundan arkadaşı Amber’ın başına gelenler, bir antilop belgeseli, öykünün gidişatını belirleyen ya da önceden haber veren küçük detaylar olarak çaktırmadan nakış gibi örülmüş.

blank

Hunt for the Wilderpeople son tahlilde Kore-eda’nın o muhteşem Shoplifters’ındaki (Manbiki kazoku / Arakçılar, 2018) yakıcı soruyu soruyor: “Bir aileyi aile yapan şey nedir?” Epilogla beraber Hunt for the Wilderpeople’ın da bu soruya Shoplifters gibi bir cevap verdiğini öğreniyoruz ama bize asıl öğrettiği şey ise filmdeki vurucu bir replikte vücut buluyor: “Aile hiçbir şeyle değişilmez.”

En hakikisinden bir bağımsız film ruhuna sahip olduğunu düşündüğüm Hunt for the Wilderpeople (Vahşiler Firarda, 2016) zerre kadar ajitasyona prim vermeyen, insanın içini ısıtan, yaşam dolu bir film. Julian Dennison ve Sam Neill’ın müthiş bir kimyaları var, kısacık rolünde harikalar yaratan Rima Te Wiata’yı da unutmayalım. Lachlan Milne’ın görüntü çalışması ise dört dörtlük. Şöyle moralinizin biraz bozuk olduğu bir gün bir şans verin derim ben, pişman olmazsınız.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Nar (2011)

Sinemamızda pek de emsaline rastlamayacağınız bir örnek duruyor. Ümit Ünal’ın
blank

26 Kısa Film Bir Arada: The ABCs of Death (2012)

The ABCs of Death: Tema, her ne kadar "ölüm" olsa