Sinema tarihinde yeniden çevrimlere alınan tavır, biz izleyicilerin otomatik olarak devreye soktuğu reaksiyonun ürünüdür biraz da. İzleyicinin ön yargısını besleyen ise, daha önce yaşadığı deneyimlerdeki her bir hayal kırıklığının beğeni duvarına attığı çentiktir. Gariptir ki 2010 model I Spit On Your Grave’de ilk etapta bu ön yargıdan nasibini alsa da; çok geçmeden video konseptinin aranan istismar filmlerinden biri olmayı başardı. Daha kolay ulaşılabilir bir sonuç için, online film izleme platformlarının bu film altındaki izleyici sayısına bakmanız yeterlidir.
1978 tarihli orjinalinin de sicilinin izleyici nazarında pırıl pırıl olduğu söylenemez ki uğradığı saldırı aslına bakarsanız bu yeniden çevrimin maruz kaldığından çok daha vahim bir saldırıdır. Bunun en büyük sebebi ise 1972 yapımı bir Wes Craven klasiği olan Last House On the Left ile kıyaslanmasıdır. Elbette ki yönetmen Meir Zarchi’nin, Craven’ın konseptinden ve atmosferinden etkilendiği ortada fakat Day Of The Woman/I Spit On Your Grave’in rahatsız etmeyi planladığı kitlenin alanı daha dar. Tam da bu sebeple Zarchi’nin kabaca bir Last House On The Left klonu yaratmaya çalışmadığı gerçeğini izleyicinin kabul etmesi de oldukça uzun sürdü. Çünkü Zarchi’nin giriştiği işin çok daha riskli olduğu, ancak film izlendiğinde ortaya çıkacaktı.
Gel gelelim Zarchi’nin bu kızıl ve sephia tonlarından yeterince nasibini almış istismar çeşitlemesi, her daim Craven’ın eserinin gölgesinde kalmaktan ve yerli yersiz kıyaslanmaktan kurtulamadı. Video piyasasında belirdiği anda dikkatleri üzerine çeken ve yeni nesil takipçilerinin de büyük bir kısmının boğazına DVD sayesinde yapışan film; ancak yıllar sonra hak ettiği yeri kazanmaya başladı. İzleyiciyi tam ortadan ikiye bölmesine rağmen artık benzerlerinin gölgesinde değildi ve Jennifer Hills’ın bu evlerden ırak olmasını dilediğimiz mücadelesi, yıllar sonra yeni jenerasyon korku-gerilim takipçileri arasında “çok farklı bir” konseptmiş gibi benimsendi.
Day Of The Woman tam ortadan ikiye bölünüp, ilk yarısında tecavüzün -tüm detaylarını- gözler önüne sererek izleyiciyi rahatsız ediyor fakat bu rahatsızlığın sadece bir ısınma turu olduğunun farkına varabilmek için, filmin ikinci yarısını kazasız belasız nihayete erdirebilmek gerekiyor. Kimi yazarlara göre gereksiz bir istismar ve kanla fazlasıyla cilalanmış bir intikam öyküsü olarak adlandırılsa bile, hakkında yapılan karalamalar, filmin kemik bir kitle tarafından sahiplenilmesine engel olamadı.
Son model I Spit On Your Grave ise, izleyici tarafından çok daha çabuk kabullenildi. Sebep olarak, istismar sinemasının artık çok daha geniş kitlelere çok daha kolay ulaşılabilirliğini göstermek mümkün. Nitekim istismar kelimesinin her bahsinde, popüler bir örnek olarak otomatik bir şekilde adı zikredilen Testere gibi bir örneğin, bu gün bilgisayar oyunlarına kadar uzandığı ve vazgeçilmez bir popüler kültür malzemesi olduğunu görüyoruz. Anlaşılan o ki eskiden sadece “meraklılarına” paketiyle sunulan bu yapımların, şimdi makaslanmamış halleri ile çok daha kolay temin edilebiliyor oluşu da ulaşılabilirlik açısından esneklik sağlıyor. Tabi bu hızlı ve kolay ulaşım, hızlı ve kolay tüketim ile birlikte, izleyici kitlesinin de çok daha hızlı hüküm verme mekanızması geliştirilmesine sebep oluyor. Tıpkı 1978 yapımı orjinalinde vuku bulduğu gibi bu yeniden çevrimin de izleyiciyi video piyasasından toparlaması bir tesadüf müdür bilinmez ama izleyicinin bu sıfır kilometre modeli daha rahat bağrına basması (ve hatta orjinaline tercih etmesi) belki de bu kolay ulaşılabilirliğin ve yeni nesil örneklerin birer popüler kültür malzemesi olarak sunuluşunun bir sonucudur ne dersiniz?
Jennifer’ın hikayesi, orjinalinin yolundan dümdüz ilerliyor. Hikaye içerisinde zaten çiğ olan ögelerin tamamı makyajlanmadan yerleştirilmiş yeni filme. Dolayısı ile zaten başını sonunu bildiğiniz bir öyküyü muhattap kitlenize izletebilmeniz için ya elindeki malzemeyi daha fazla sivriltirsiniz ya da seyrelterek daha çok insana ulaşmasını seçersiniz. Yönetmen Steven R. Monroe, tercihini ikinci seçenekten yana kullanıyor ve ilk filmin iddiasını bir adım daha öteye götürmeye çabalıyor. Bu çabanın başlarısının en somut kanıtı ise, Jennifer’ın yeni yüzü olan, Sarah Butler’ın bütün masumiyetine rağmen adeta Camille Keaton’ı gölgede bırakmaya soyunmasıdır sanırım.
Rahatsız edicilik katsayısı açısından da ilk filmin bir kaç adım ötesinde seyrettiği bir gerçek. Tecavüz sahnesinde otomatik sinir bozukluğu, bu sefer Jennifer’ın intikamında kullanacağı en uç takım taklavat ile daha da artıyor. Amerikan argosunda yer alan tabirlerin de hayata geçirilişi (Hostel bize bir erkeğin en korkulu rüyası olan, “penis idamı”nı göstermişti belki ama Jennifer gaz pedalından ayağını çekmeden bu korkunun özerine giderek onu düşmanının ağzına tepiyor) bakımından izleyicisini rahatsız ederken, istismar adına girilmedik delik bırakmamaya çalışıyor adeta!
Son bir kaç yıldır türün örneklerinde rastladığımız demirbaş olarak listeye alınacal işkence alet edevatlarının yanı sıra “haklı davasının” peşinde bir ölüm makinasına dönüşen Jennifer’ın yöntemlerinin de yer yer tekerrüre düştüğü açık bir gerçek. Her ne kadar şiddetin sebebini güçlendirecek iddialı tezler ortaya koysa da, izleyicisine bir süre sonra salt vahşet sunma peşine düşüyor film. Bu noktadan sonra kopan her et parçası beraberinde otomatik bir göz kısılmasını getirmekle yükümlü kılıyor izleyicisini.
Yine de I Spit On Your Grave, istismar sinemasının taze -ve adım adım daha fazla izleyiciye ulaşan popüler- bir örneği olarak, orjinalinin markasına bakıp beklentiye kapılanları pek de hayal kırıklığına uğratmayacak bir kan banyosu…
Ben bu 2010 modelini sevmedim. Remake izlemenin handikaplarından biri de zaten daha önce orijinalini izlediyseniz ve yeniden yapımında çok fazla farklılık yoksa film heyecanlandırmıyor. Farklı bir tat vermiyor. Dolayısıyla iyi de çekilmiş olsa izleyen de bir etki bırakmıyor. En azından bana öyle oldu.