*** Yazı baştan sona sürprizbozan (spoiler) içermektedir. Filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim. ***

Ayşe Polat’ın yazıp yönettiği Kör Noktada (Im toten Winkel, 2023) filmi birbirindeki kayıp parçaları eliptik bir anlatıyla tamamlayan, iyi tasarlanmış üç bölümden oluşuyor. Almanya’dan Kars’a gelen iki kişilik bir belgesel ekibinin (Simone ile Christian) röportaj yapmayı düşündükleri kişilerle (insan hakları savunucusu bir avukat olan Eyüp ile yıllar önce oğlu devletin gizli bir teşkilatı tarafından kaçırılmış yaslı bir anne olan Hatice teyze) ve tercümanları Leyla’yla tanışmasını anlatan ilk bölüm, gerek verdiği tedirginlik hissi (takip edilenlerin de takip edildiğinin gösterildiği ân, ön cama gelen taş, ölü güvercin vs.) gerekse Hatice teyzenin (jenerikte “Hatiçe” şeklinde yazıldığını gördüm sanki) dramatik hikâyesinin katkısıyla çok etkileyici bir bölüm, bu kısmın finali de bir o kadar merak uyandırıcı.

Hatice teyze bir Kürt kadını. Yeşil gözlü oğlu Baran (bir sahnede annesi eskiden “Baran” ismi Kürtçe bir sözcük diye yasak olduğu için dışarıda Musa adını kullandığını söylüyor), JİTEM (ya da benzeri bir yapılanma) tarafından 26 yıl önce bir Cuma günü kaçırılmış, bir daha da kendisinden haber alınamamış. Hatice teyze de 20 yıldır her Cuma, oğlunun gittiği gün yaptığı yemeğin aynısını yapıp köy halkına dağıtıyor, belki böylece bir gün oğlunun döneceğine inanıyor, adak gibi yani. Onu hayata bağlayan şey bir nevi ritüele dönüştürdüğü bu eylem. Almanlar bu dokunaklı olayın belgeselini yapmaya gelmişler, hâliyle onlara Kürtçe bilen tercüman lazım. Film boyunca Kürtçe, Türkçe, Almanca ve İngilizce konuşulduğunu işitiyoruz. Avukat Eyüp ise röportaj sözü vermiş olmasına rağmen her fırsatta bir telefonu, bir olayı bahane edip röportaj vermekten kaçınıyor, sürekli tedirgin. Haksız da sayılmaz, daha ilk dakikalardan itibaren bu belgesel ekibinin takip edildiğini, gözlem altına alındığını görüyoruz. İlk bölüm, avukatın ortadan kaybolması, onu kaçıranlardan birinin tercüman vasıtasıyla belgesel ekibiyle iletişime geçmesini takiben yaşanan bir katliamla son buluyor.

blank

İkinci bölüm, belgesel ekibini ve tercümanlarını takip eden, terörle mücadele konusunda uzmanlaştığını anladığımız iki kişilik timdeki bir güvenlik görevlisinin (istihbaratçı mı demeliyiz?) paranoyasına ve suçluluk duygusuna odaklanıyor. Zafer adlı bu istihbaratçı, tamamen tesadüf, tercümanın komşusu çıkıyor, üstelik ilk bölümde tercümanın yanında gördüğümüz küçük kızın da babasıymış. Hâliyle istihbaratçılar, Zafer’in komşusu olan bu tercümanla bir bağlantısı olup olmadığından hareketle ihanet edip etmediğini sorguluyorlar. Bu bölümde Zafer’in hem baba-dostu istihbarat şefi Burhan’ı (bu karakteri yakın zamanda kaybettiğimiz Rıza Akın abimiz oynuyor) hem psikopat ortağı Hasan’ı hem de Zafer’in eşi Sibel’i tanımaya başlıyoruz. Bu arada iki şüpheli eylem aksı bölümün gerilimini had safhada tutuyor. Birincisi, Zafer’in her hareketinin izlenip ona videolarının gönderilmesi, diğeri de küçük kızı Melek’in şüpheli davranışları. İlk bölümde de üstünkörü duymuştuk, Melek’in hayali bir arkadaşı var, iddiasına göre ona gerçek olaylarla ilgili şaşırtıcı detaylar aktarıyor. Bu gizemli arkadaştan kurtulmak isteyen aile her yolu deniyor ama olmuyor.

Babası da istihbaratçı olan Zafer bir paranoya içine düşmüş durumda, başıma çorap örecekler diye korku ve endişe içinde, suçluluk onu yiyip bitiriyor. Zafer sürekli iş arkadaşlarını çaktırmadan telefonuyla kayıt altına almakla kalmıyor, evde itiraf videoları da doldurmaya başlıyor. Aslında bu mesleğe babası tarafından zorlanmış gibi. Herkesi videoya alması, artık karanlık örgütteki iş arkadaşlarının bile dikkatini çekmiş durumda. Bu konuda şefi Burhan’dan uyarı alıyor. Bu bölümde insan hakları avukatı Eyüp’ü kaçıranların Zafer ile Hasan olduğu ortaya çıkıyor. Hasan avukatı döverek ona işkence ediyor.

Kör Noktada merak duygusunu sürekli diri tutan, anlatımı dinamik, ritmi yüksek bir film. Michael Haneke’nin Saklı (Cache, 2005) ve Francis Ford Coppola’nın The Conversation (1974) filmlerini anımsatan bir muamma anlatısı var, üçüncü bölümde bunu giderek J.A. Bayona’nın Yetimhane’sini (El orfanato, 2007) andıran doğaüstü bir travma anlatısına evriltiyor.

blank

Filmin özellikle farklı kameralarla kurduğu tedirgin edici dünya sizi içine çekiyor. Çeşitli cep telefonlarının kamerası, belgesel ekibinin kamerası, evin odalarına yerleştirilen kameralar, otelin ön kapısının dışındaki güvenlik kamerası ve bunların dışında yönetmenin kamerası arasındaki geçişler ustaca tasarlanmış, hakkını teslim etmek lazım. Fakat film ikinci bölümünde karakterleri açmaya başlamasıyla beraber müthiş bir kan kaybına uğruyor. Bir filmde öykünün aldığı ağır hasarı, teknik işçiliğin kalitesi telafi edemez. Kör Noktada ilk bölümünde ulaştığı politik gücü ikinci ve üçüncü bölümdeki tercihlerle zayıflatıyor. Şimdi bunu biraz açalım, bu yazıyı bu yüzden yazdım.

Kör Noktada filminde bize kim olduğu az-çok anlatılan ya da gösterilen kabaca 10 tane ana ve yan karakter var: Alman belgeselci Simone, Simone’nin kameramanı Christian, tercüman Leyla, oğlu JİTEM tarafından kaçırıldığı söylenen Hatice teyze, insan hakları savunucusu olduğunu öğrendiğimiz Avukat Eyüp, istihbaratçı Zafer, Zafer’in karısı Sibel, Zafer’in kızı Melek, işkenceci istihbaratçı Hasan, istihbarat bölge şefi Burhan. Bunlar dışında kendisi bir karakter olarak var olmayan ama travma anlatısına önemli bir katkı sunan iki kişi daha var. Hatice teyzenin kaçırılıp infaz edilen oğlu Baran ve Zafer’in o genci infaz eden istihbaratçılardan biri olduğunu öğreneceğimiz müteveffa babası. 12 kişi.

İlk bölümde daha çok Simone, Christian, Leyla, Hatice teyze, Baran ve Eyüp’e odaklanan film, ikinci bölümden itibaren faillerin kanadını merceğe alıyor. Zafer, Sibel, Melek, Hasan, Burhan ve bir şekilde Zafer’in bir süre önce ölmüş istihbaratçı babası. Bu “fail-maktul” kampı ayrımı arasında dört-beş kişi vasıtasıyla bağlantı var: Eyüp, Melek, Baran, Leyla, hatta Zafer’in babası. Hikâyeler zamanla iç içe geçen sarmal bir anlatıma sahip. Ama sonuçta, karşımızda ayrı dünyalara ait iki ayrı insan grubu sunuluyor gibi.

Yönetmen Ayşe Polat, Simone, Christian, Leyla, Hatice teyze, Eyüp (ve gıyabında üçüncü şahıs anlatısıyla da olsa Baran) karakterlerini açarken, filmin başından sonuna kadar tek bir kez bile bu karakterlerde gri nokta bırakmıyor. Olabilir mi? Olabilir, bunlar belli ki yaşamın güzel tarafını temsil eden iyi insanlar. Kibar, nazik, anlayışlı, duyarlı, komşusuna iyilik yapan, içi dışı bir, tanımadığı kişilerin bile insan hakları davalarıyla ilgilenen, çocukları seven (Simone, Christian, Leyla ve Eyüp’ün Melek’le nasıl ilgilendiklerine bakınız), insanları seven, hep seven, koşulsuz seven mükemmel insanlar bunlar. İşkenceye uğradıklarında (Eyüp), arabaları taşlandığında (Simone, Christian, Leyla, hatta şoför), evlatları “kaybedildiğinde” (Hatice anne), işkence videosu izlediğinde (Simone, Christian), hakaret ve tehdit işittiklerinde (Leyla, Eyüp) bile ağızlarından bir kez olsun kötü söz çıkmayan, tek bir sahnede bile tek bir olumsuz görüş ve düşünce paylaşmayan iyi kalpli, kusursuz ve bilge insanlar. Onları tanıdıkça daha çok seviyoruz. Ama en azından istihbaratçıların gözünden ele alınan bölüme geçildiğinde bu insanlar (bilhassa belgeselciler ve Eyüp) hakkında gıyaben bir-iki şüphe uyandıran ifade duyabilseydik diye düşünmemek elde değil. Ama film böyle.

blank

Diğer taraf söz konusu olduğunda da benzer bir manzarayla karşılaşıyoruz. Çocuk olmaktan kaynaklanan doğal masumiyete sahip olan Melek hariç, Zafer, Sibel, Hasan, Burhan, Zafer’in müteveffa babası hakkında her yeni bir şey öğrendiğimizde bu karakterlerden biraz daha nefret ediyoruz. Zafer’in babasının infazcı bir istihbaratçı olduğunu öğrenmekle kalmıyoruz, oğlunu da küçükken zorla bir çocuğun gitmemesi gereken yerlere götürdüğünü öğreniyoruz (Burhan’ın bunu anlattığı sahnede Zafer’in ne kadar huzursuz olduğuna iyi bakın), neymiş, oğlunun korkak olmasından endişe ediyormuş. Oğlunu -ileride eli kanlı bir katil olacağını bile bile- kendi görev yaptığı karanlık teşkilata soktuğu da belli. Olabilir mi, olabilir.

İstihbarat şefi Burhan sert, acımasız, dediğim dedik biri. O da eski bir infazcı, tek farkı, şimdi infazları adamlarına yaptırıyor. Bir katil. Kaçırıp sorguladıkları zavallı adam (Avukat Eyüp) işkenceden öldüğünde, sürekli yaşanan bir rutinmiş gibi “Gidin şu cesetten kurtulun” gibi bir talimat veriyor. Burhan tehditkâr biri. “Seni oğlum gibi severim” dediği Zafer’i bile üstü kapalı tehdit etmekten çekinmiyor, evi dinletenin ve infaz kararlarını verenin o olduğunu tahmin etmek güç değil. Burhan aynı zamanda aymaz ve ruhsuz biri de. Zafer’in babası yakın arkadaşıymış, Zafer’i oğlu gibi seviyormuş ama Zafer’in tek çocuğu Melek hakkında hiçbir şey bilmiyor. Önemsemiyor yani. Bir sahnede herkesin ortasında küçük kız çocuğuna korkutucu bir sesle emir verir şekilde bağırıyor. Misafirliğe geldiği evi terk ederken Hasan ve ailesinin de terk etmesini istiyor. Gaddar ve anlayışsız biri yani. Ayşe Polat’a bunlar yetmemiş, ilginç bir sahne daha eklemiş. Burhan’dan öyle bir nefret etmemizi istemiş ki, siparişini verdiği yemek menüsüyle kola aynı anda gelmedi diye garsonu da lokantanın ortasında azarlıyor. Bu sahneye gerek var mıydı? Bence yoktu ama neyse. Devam edelim.

İstihbaratçı Hasan bir işkenceci. O da acımasız biri, tam bir psikopat. Bir sürü infaz gerçekleştirdiğini tahmin etmek güç değil. O da Zafer’in babası ve Burhan gibi bir katil. Bu karakterle ilgili her yeni detay öğrendiğimizde ondan biraz daha nefret ediyoruz. Belgeselcilerden, çevirmen kızdan, avukattan, hatta ortağı Zafer’den nefret eden biri bu. Zafer’in evine izleme/dinleme cihazlarını yerleştiren Hasan. Sonra belgeselcileri (Simone ve Christian), Zafer’i, Zafer’in karısı Sibel’i susturuculu tabancasıyla katleden gene Hasan. Küçük Meleği kovalayan gene Hasan. Ayşe Polat bu karakteri de Zafer’in babası ve Burhan gibi kapkaranlık resmetmek istemiş, saf kötülük şeklinde. Tüm bunlar yetmemiş gibi, ona birkaç gündelik kötülük daha eklemiş. Mesela en az 45 yaşındaki Hasan’a yemek masasında saçma sapan, çocuksu bir hamaset hikâyesi anlattırmayı uygun görmüş. Böyle biri o tip saçmalıkları anlatan biri midir? Evet, öyle biridir. Peki, bunu misafirliğe gittiği evin yemek masasında, yanında boyu kadar oğlu otururken, kendi şefine ve iş ortağına sanki ilk kez duyduğu müthiş bir anekdotmuş gibi anlatır mı? Tabii ki anlatmaz. Yönetmen Ayşe Polat belli ki Hasan’ın sığ, kofti milliyetçiliğinin altını bu hikâyeyle kalın bir şekilde çizmek istemiş ama ne gerek var? Polat bununla da yetinmemiş, ondan tiksinmemiz için bir sahne daha bulmuş. Evli biri olan Hasan, Zafer’in evine gizli kameraları yerleştirirken Zafer’in karısı Sibel’in iç çamaşırını alıp kokluyor ve yanında götürüyor (bir de ilk bölümde bu donu arabada unuttuğu bir sahne var, terbiyesizce bir laf da ediyor). Zaten bir infazcı olduğu yetmezmiş gibi iş arkadaşının karısına sulanan cinsî bir sapıkmış gibi sunuluyor, sırf ahlaksız Hasan’dan iyice nefret edelim diye. Olabilir mi, olabilir.

blank

Sibel yaşamakta olduğu şehri, ortamı ve hayatı pek sevmeyen, sanki eşi Zafer’den ve kızı Melek’ten de (belki hayalet ortaya çıktığından beri) pek hazzetmeyen biri. Gerçek anlamda sevgi gösterdiği tek bir sahne yok. Kızı hayali arkadaşından kurtulsun diye eve cinci hoca çağırıyor, o tip batıl inançları var. Aynı zamanda sinsi ve yalancı biri (eve gelen misafirlerine, kapıyı kilitlemediği için sanki birazdan bunun ortaya çıkma riski yokmuş gibi kızının hasta olduğunu söylüyor). Kocasının iş arkadaşının karısından nefret ediyor, arkasından sallıyor. Üstelik Sibel kızına psikolojik şiddet ve baskı uygulayan bir anne. Cinci hocanın parasını tam verirken, kızına hem bakıcılık hem de İngilizce öğretmenliği yapan Leyla’ya eksik para ödüyor (sonra tamamlayacakmış), ayrıca yardımcı olmaya çalışan kızcağızı azarlıyor. Hatta bütün bunlar yetmemiş gibi, Ayşe Polat filmde doğrudan doğruya ırkçılıkla ilgili yegâne sahneyi Sibel’e yazmış. Bu sahnede Sibel’in Leyla’nın Kürt olmasından hoşlanmadığını anlıyoruz ama tabii bu ayrımcılığı sanki başkalarının (el âlemin) bakış açısıymış gibi sunmaya çalışıyor (üstelik Kars’ta ve üstelik komşusuna). Film ilerledikçe doğal olarak Sibel’den de nefret ediyoruz.

Gelelim Zafer’e. Film boyunca “failler grubuna” mensup yetişkinler içinde ara sıra hümanist emareler gösteren (kızına davranışı, karısına sevdiği pastadan alışı, Eyüp’e yaptığı kalp masajı vb.) yegâne insan bu. Ama Zafer öyle kötü yönlerle donanmış ki ondan da nefret etmemek zor, demin olumlu saydığım özellikleri de boşa çıkaran herzeler yiyor. Zafer bir infazcının oğlu, bir noktaya kadar işkenceye uğrayan kurbanı korumaya çalışsa da sonra -zaten kaçırılmasına yardım ettiği kurbanı- gözünü bile kırpmadan benzin döküp yakıyor, kendisi de bir infazcı, belli ki eline kan bulaşalı çok olmuş. O da bir katil. Zafer işinden, iş arkadaşlarından ve hayatından memnun olmayan biri. Aynı zamanda yalancı, düzenbaz ve ikiyüzlü. Apartmanda Leyla’yı konuşturmaya çalışmadan önce annesine nasıl yardım ettiğine dikkat ediniz. Mensubu olduğu teşkilatın üyelerini kayıt altına alan tıynette biri, hatta kızını da gizli kayıt almaya teşvik eden biri. Bencil, çıkarcı ve korkak bir insan. İçki ve sigara müptelası. Hem takip edilip gözlendiği için hem tehdit edildiği için hem de cinayete karıştığı için suçluluk duygusuyla psikolojisi çok bozuk. Bir ara kendini öldürmeye de yeltendiğini görüyoruz. Kırık yani. Filmin kanlı finali, onun cinayet itirafları karşılığında eşi ve çocuğuyla Almanya’ya götürülmesi planı yüzünden gerçekleşiyor. Aslında pek de eşini ve kızını önemseyen biri gibi durmuyor, inandırıcı gelmiyor çünkü zaman içinde hem karısına hem de kızına psikolojik hatta fiziksel şiddet uyguladığını görüyoruz. Aynı şiddet ve baskıyı mutfaktaki sahnede Leyla da görüyor. Leyla’dan (ve yoldaşlarından) nefret ettiği anlaşılıyor. Ama Ayşe Polat’a bu da yetmiyor, Zafer’den daha da nefret etmemizi gerektiren bir şeyler eklemek istiyor. Kafası bozukken, sürekli gittiği belli olan pavyonlarda zil zurna sarhoş dolaştığını da görüyoruz. Cinsel anlamda bastırılmış, ahlaksız biri olduğunu göstermenin bu konseptte ne gereği varsa? Hadi olsun diyelim. Ama Polat’a bu da yetmiyor; kadına (kendi karısına), çocuğa (kendi kızına), insan hakları savunucusuna şiddet uygulayan Zafer Bey’i bir de küçük bir hayvana şiddet uygularken göstermek istediği için araya bir sahne eklemiş. İşte filmi izlerken konsantrasyonumu bozan sahne bu.

blank

Filmin bir yerinde Zafer, 7 yaşındaki kızı Melek’i de yanına alıp evlerinin hemen karşısındaki boş inşaata gidiyor. İki-üç kat çıkıyorlar, güvercinlerin konduğu bir kata geliyorlar. Zafer kızının eline cep telefonunu verip kendisini kameraya çekmesini istiyor, belindeki beylik tabancasını çekiyor ve kendi hâlinde durmakta olan güvercinlerden birine gündüz gözü ateş edip öldürüyor. Bam! Tam göğsünden. Sonra can veren zavallı hayvanı bulundukları kattan aşağı atıyor. Bu iler tutar yanı olmayan akıl dışı sahne beni sinirlendirdi, çünkü dünyanın en geri zekâlı insanı bile gündüz gözü evinin tam karşısındaki inşaata küçük kızını çıkartıp tabancayla güvercin öldürdüğünü kızına kameraya çektirmez. İmkânsız bu, mantıksız. Hele tam olarak ne iş yaptığı belli olmayan karanlık bir teşkilata mensupsa ve gündüz onu görecek ya da kameraya kaydedecek birileri varsa… Hele zaten takip altında olduğunu biliyorsa… 13-14 yaşındaki oğlunu “av” denen barbarlığa götüren duydum ama hiçbir baba 7 yaşındaki küçük kız çocuğuna bunu yapmaz, bir defa psikolojisine vereceği ağır hasardan ürker. Tabii bu sahne sadece Zafer’den iyice tiksinelim diye çekilmemiş, onu anlıyoruz. Filme hunharca katledilmiş güzel gözlü masum Baran’la kurulacak dokunaklı bir metafor lazımmış, güzel gözlü masum güvercini düşünmüşler. Mesaj da şu: “Güvercinin bile mezarı belli, Baran’ın değil.” Bir sahnede güvercine mezar kazıldığını izliyoruz. Neyse, böylece Zafer’in halk düşmanı, kadın düşmanı, komşu düşmanı, solcu düşmanı, insan hakları düşmanı, çocuk düşmanı, Kürt düşmanı, içten pazarlıklı, hain, yalancı, insan kaçıran, işkenceci ve katil sıfatlarının yanına bir de “hayvan düşmanı/katili” sıfatı geliyor ve nefretimiz katlanıyor. Daha sonra aynı baba, kızının eline yedek cep telefonunu verip ondan İngilizce öğretmeni (ve ara sıra bakıcısı olan) Leyla’yı gizlice kayıt altına almasını istiyor. Üstelik dahil olduğu adam kaçırma, işkence, cinayet ve ceset yakma eylemlerine dair videoların öyle açıkta durduğu, şifreli bir klasöre konmadığı bir telefon bu. Zavallı Melek de bu korkunç olayları babasının eline tutuşturduğu telefondan seyrediyor tabii. Bunu güvercini yakmaya çalıştığında anlıyoruz. Amma düşünceli bir baba bu, valla bravo. Hâl böyleyse biz bu karakterde bir babanın karısını, kızını ve kendisini kurtarmak için teşkilatını satıp ülkesini terk edebileceğine nasıl inanalım?

Sonuç olarak, Zafer, Sibel, Hasan (ve karısı), Burhan, Burhan’ın iki adamı, Zafer’in babası komple kötü insanlar; Simone, Christian, şoför, köylüler, Leyla, Leyla’nın annesi, Hatice teyze, Eyüp ve Baran ise komple iyi insanlar. Bir tarafta nefret edilesi kapkara/karanlık insanlar var, diğer tarafta bembeyaz/aydınlık insanlar, filmde iyi ve kötü yönleri bir arada bulunan gri biri yok. Bence senaryonun en büyük zaafı bu.

blank

“Şimdiki durumun 26 yıl öncesinden daha kötü olduğu”, Kars’ın şehir meydanındaki bir otelde Alman belgeselcilerin kafasına sıkıp öldürmeye hiçbir istihbarat örgütünün yanaşmayacağı, mesleği işkence yapmak olan birinin çıplak elle birinin kafa(ta)sına sürekli yumruk atmamayı bilecek kadar deneyimli olması gerektiği gibi konulara girmiyorum. Kör Noktada işin siyasi ayağına diyaloglarla girmekten kaçınıyor. Avukatın niye işkenceden geçtiğini öğrenemiyoruz, ha keza Baran’ın hangi gerekçeyle kaçırıldığını da. Bana kalırsa, bir istihbarat örgütü kendi elemanını infaz etse dahi, karısını ve 7 yaşındaki kızını öldürmez ama filmdir, olur böyle şeyler. Yabancı belgeselcileri öldürmeye de cesaret edebileceklerini sanmıyorum ama o da olabilir diyelim.

Ama şunu biliyorum, iyi bir film, karakterlerini artı (güçlü yönleriyle) ve eksileriyle (zaaflarıyla) çizmeye çalışır, Kör Noktada, bu konuda sınıfta kalan bir yapım. Karakterlerin tamamı tek boyutlu; film boyunca değişen, dönüşen herhangi bir karakter görmüyoruz, Zafer bile son âna kadar kuyruğu dik tutuyor, hep aynı tavırlar… Bu açıdan Kör Noktada, Naziler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında propaganda amacıyla çektikleri Yahudi filmlerini andırıyor. Film boyunca iyiler ve kötüler çok net ayrışıyor. İyiler hep iyilik yapıyor, kötüler hep kötülük yapıyor. Senaryoya bariz bir “biz ve onlar” dikotomisi hâkim. Hatta Ayşe Polat tarafları da ırklarına göre ayırma hatasına düşüyor, bunu doğrudan söylemiyor ama çok net bir şekilde anlaşılıyor, detayına girmek istemiyorum. Verdiği röportajlarda sürekli barışa atıfta bulunan ve “başkalarının ötekileştirilmesinden” yakınan yetenekli bir yönetmenden çok daha dengeli bir senaryo beklemek hakkımız. İki insan grubunu siyah ve beyaz şeklinde bıçak gibi ikiye bölen Kör Noktada, büyük bir nefret duygusuyla yazılıp yönetildiği hissini verdi bana. Çok üzücü.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Sound of Noise / Yaşamın Ritmi (2010)

Sound of Noise, müzikle bir oyuncak gibi oynayan ve arayışlarının
blank

Kült Filmler Zamanı: Black Sunday (1960)

Black Sunday (1960) bugün tüm otoriteler tarafından bir fantastik sinema