İnsanların vahşi bir şekilde öldürüldüğü seri katil filmlerinden oluşan “slasher” alt türünün parlak bir örneğini görmeyeli uzun zaman olmuştu. Bunun bir nedeni, Uzak Doğu sinemasının da ilgi göstermesiyle kısa sürede anormal sayıda örnek çıkması olsa gerek. Üretim üssel olarak artınca filmler zamanla birbirine benzemeye başladı, orijinal bir yaklaşım getirmek güçleşti çünkü bir slasher filminde değiştirebileceğiniz fazla bir şey yok. Katilin motivasyonu açısından çember çok dar çünkü slasher’ların tamamına yakını bir intikam ya da ruhsal bozukluk (psikolojik sorun) filmidir, zamanla buna “öldürmek için öldüren” kana susamış doğaüstü (supernatural) katiller (varlık, ruh vs.) eklendi ama genel olarak bir karakterin ya da varlığın (entity) belirli bir bölgede peş peşe cinayetler işlemesini gerekçesi açısından renklendirmek güç.
Slasher’ın elini kolunu bağlayan ikinci öğe, mekânın kısıtlı olması. Öldürülecek kurbanları belirli bir zaman diliminde belirli bir yere (kasaba, mahalle, malikane, kulübe vs.) ve bölgeye sıkıştırmak mecburiyetindesiniz. Bu da yetmiyor, onların kaçıp uzaklaşmasını ve hatta haberleşmesini bir şekilde engellemek zorundasınız. Yakın dönem slasher külliyatının, cep telefonu çekse hayatı çoktan kurtulacak binlerce kurbanla dolu olmasının sebebi bu.
Hâl böyle olunca, yönetmenin elinde sadece birkaç enstrüman kalıyor: Cinayetlerin ayrıksılığı (kurbanların akıbeti), cinayet aleti veya katilin maskesi gibi detaylardaki yaratıcılık, karakterlerin renkliliği, katil ya da katillerin nasıl alt edileceği (katilin sonu) ya da mümkünse görsel-işitsel blokların kalitesi (sinematografi). Birçok slasher fark yaratabilmek umuduyla saydığım ilk dört alana odaklanır çünkü korku ve/veya gerilim türüne ait olan bu filmlerin bütçesi genelde dardır ve kısa bir süre içinde (tekrar imkânı pek olmadan) süratle çekildikleri için görsel yapıya özen gösteril(e)mez. Işık ve seste problemler vardır. In a Violent Nature (2024) ise öyle değil. İyi çekilmiş, görsel açıdan fazlasıyla doyurucu bir film, üstelik cinayetlerin yaratıcılığına, katilin görünümüne (giyim, kuşam, hele o karizmatik maske vs.) ve kullandığı teçhizatların eksantrikliğine özen gösterilmiş.
Chris Nash’in yazıp yönettiği In a Violent Nature, köklerini 13. Cuma (Friday the 13th, 1980), Cadılar Bayramı (Halloween, 1978) ve Hatchet gibi klasiklere borçlu. Johnny, 13. Cuma’nın Jason’ı, Cadılar Bayramı’nın Michael Myers’ı ile Hatchet’ın Victor Crowley’sinin bir karışımı gibi. Vahşi, gaddar ve doğaüstü.
“Bu kolye annenindi John. Bunu almanı istiyorum. Böylece ne olursa olsun her zaman senin yanında olacağız. Sen her zaman bizim küçük oğlumuz olacaksın.”
Akçam Katliamı’nın (White Pine Slaughter) müsebbibi Johnny aslında çok uzun yıllar önce öldürülmüş iri kıyım bir genç, zihinsel engelli (çocuk ruhlu). Babasının verdiği altın kolye (annesine ait) bir tılsım gibi onu yangın kulesinin oradaki mezarında tutuyor, bir grup genç bölgeyi yağmalayıp kolyeyi alınca hikâye başlıyor. Gömüldüğü yerden toprağı eşeleye eşeleye çıkan Johnny kolyenin peşine düşüyor, önüne çıkan kim varsa da hunharca gebertiyor. Aslında tek derdi, kolyesini geri almak.
Johnny’nin eli, yüzü, üstü başı çok ürkütücü ama asıl korkunç olan, kurbanlarını katletme biçimi. Filmin sıra dışı bir korku filmi olduğunu ekran/perde dışında gerçekleşen ilk cinayetten anlıyoruz. Aslında yönetmen bize ilk cinayet anını göstermeyip sonrasını göstererek hikâyesine irkiltici bir gizem katıyor. Karşımızda parçalanmış bir ceset var ama Johnny’nin kurbana bunu nasıl yaptığını görmüyoruz. Göldeki cinayet hariç diğer tüm cinayetler “gore” sahneler içeriyor. Acayip kanlı, seyri zor sahneler bunlar. Yoga yapan kızı “vücut öyle esnetilmez, böyle esnetilir” dercesine öldürdüğü sahne şimdiden internette viral oldu bile. Testereyle ikiye bölme, taşla kafa ezme, hızarla parçalama derken şok üstüne şok yaşıyoruz. Ama benim ilgimi çeken, bana bu yazıyı yazdıran şey, cinayetler değil, filmin yaslandığı temel anlatı tekniği. Ben başka bir korku filminde bu tekniğin kullanıldığını hatırlamıyorum.
Yönetmen Chris Nash daha açılış sahnesinden başlayarak ana karakteri Johnny’yi bulunduğu çevre içinde flu bir figüre dönüştürmeye çalışıyor. Onu net bir şekilde göstermekten çekiniyor, ortam içinde belirsizleştirmeye soyunuyor. Her seferinde Johnny’nin vücudunun belirli bir bölümünü görüyoruz (omuz, kol, parmak vs.), yüzü uzunca bir süre bizden saklanıyor. Bu da karaktere dair merakımızı körüklüyor fakat asıl ilginç olan şey, Johnny’nin çevreyle/ormanla/doğayla bir bütün hâlinde sunulması için kullanılan teknik. Biliyorum, size çok garip gelecek ama Chris Nash daha çok Béla Tarr ve Terrence Malick sinemasından aşina olduğumuz takip kamerası tekniğine başvuruyor. Johnny’yi aşağı yukarı sabit bir uzaklıktan ve genelde sırt çekiminden takip ediyoruz. Béla Tarr bu tekniği daha ziyade insan-doğa karşıtlığını/çatışmasını betimlemek için kullanır (özne-nesne ayrımına inandığı için), o nedenle Nash’in Malick’vari bir tercihte bulunduğunu söyleyebiliriz.
Terrence Malick sinemasında ana karakter doğayla birleşik, bütünleşik, daha doğrusu, onun bir parçası olarak sunulur. Malick sineması bir hikâye sineması değildir, “insan” üzerinden yapılan bir Varlık (“Hakikat”?) soruşturmasıdır. Kamera, çoğu zaman hikâyeden uzaklaşır ve karakteri dünyayla temas ya da temaşa hâlinde kayda alır. Onu doğanın içinde, otlara, toprağa ve ağaçlara dokunurken gösterir. Karakterin kollarını yalayan esintiyi, alnına değen güneşi hissedersiniz. Kimi zaman düşünceler bir dış-ses vasıtasıyla somutlaşır ama çoğu zaman tanık olduklarımız bir duyumsamadan ibarettir. Malick sineması daha çok bir hissediş ve sez(g)i sinemasıdır. Malick’in kamerası insan-doğa arasındaki gizemli ilişkiyi (bağı, birlikteliği) araştırır ve Martin Heidegger’in “Dasein” ile “dünya-içinde-varolma” (In-der-Welt-seins) kavramları arasında gösterdiği ilişkinin sinemaya tefsiri gibidir. Heidegger felsefesinde özne-nesne ayrımı yoktur, “dünya” ve “Dasein” iki ayrı varolan değildir, birlikli bir yapı ortaya koyarlar. Çünkü Heidegger’e göre Varlık bir ve bütündür (tümüyle ayrı yapılardan/tözlerden/cevherlerden oluşuyormuş gibi değerlendirilemez). Malick sineması bu düşünceyi somutlaştırmaya çalışan bir sinemadır.
In a Violent Nature, toprağın içinde “ikâmet eden” Johnny’nin ormandaki ilk yürüyüşünden itibaren onu -tıpkı Malick sinemasında olduğu gibi- içinde bulunduğu dünyanın/doğanın bir parçası gibi sunuyor. Eğer filmi işitme engelliler için hazırlanan betimlemeli alt yazıyla seyrederseniz, alt yazıların neredeyse yarısının doğa seslerini tarif ettiğini görürsünüz: “Kuşlar ötüyor, “cırcır böcekleri ötüyor”, “sinekler vızıldıyor”, “otlar hışırdıyor”, “su şırıldıyor”, “rüzgâr uğulduyor”, “ateş çıtırdıyor” vs. Sanki ormanın ruhu yürüyor ve ağaçların arasında ilerleyen Johnny’ye eşlik ediyor, hatta zamanla Johnny’nin ormanın ruhuna dönüştüğünü hissediyoruz. Üstelik bu görsel dil giderek başka bir şeye evriliyor ve biçim bariz bir şekilde içeriğe dair yorumu/analizi farklı perspektife taşıyor. Nasıl mı?
Johnny’nin katlettiği ilk kurban, millî park statüsündeki ormanın orasına burasına kapanlar yerleştiren bir adam (“Bir Numaralı Orospu Çocuğu” / “#1 Motherfucker”). Johnny’nin ilk gördüğü şey, kapana yakalanıp acılar içinde ölmüş bir hayvanın cesedi oluyor, bunu aklınızda tutun. Ardından ormandaki “kutsal” bir bölgeyi yağmalayan gençler geliyor. Olur da lezbiyen ikiliyi “doğalarına karşı gelen insanlar” olarak okuyan/değerlendiren çıkarsa, filmin “LGBTi düşmanı” olarak yaftalanması muhtemel. Maktullerden biri de Johnny’nin yanında olmaktansa yağmacı gençlerin yanında saf tutan bir korucu (hatta bunun babası Johnny’yi bir şekilde etkisiz hâle getirip toprağın altına gömen kişi). Daha önce öldürdüğü kişiler de görevleri ağaç kesmek olan kereste şirketi çalışanları. Johnny, film boyunca kurbanlarına kıyasla doğanın yanında konumlandırılıyor gibi. En son ona dönüyor, onunla bir oluyor, tıpkı filmin açılışında olduğu gibi. “Deneyim dünyası” bağlamında doğadan, Varlık’ın uzantısı anlamında doğaya…
Johnny “doğaüstü” görünmesine rağmen vücudundaki detaylar bize bunun aksini gösteriyor, evet, Johnny öldürülemez biri ama sonuçta fiziksel bir varlık (vurulabiliyor ve vurulunca devriliyor), üstelik çürümüş bir formda değil, taze yara izleri var, hatta teninden kan damlıyor. Ne ölü ne diri. Zıtlıkların (zıt gibi görünenlerin) birliği Heidegger felsefesinde de sıkça karşımıza çıkar. Heidegger de Kant gibi ilk başta paradoksmuş gibi görünen kavramları tek kavram çatısı altında birleştirmeyi ya da aynı şeyin farklı veçheleriymiş gibi sunmayı sever, “zaman” ve “mekân” gibi felsefe tarihi boyunca ayrı ayrı değerlendirilen iki olgunun aşağı yukarı aynı şey anlamına geldiğini ima eder örneğin. Heidegger kelimelerin ikili anlamlarına da takıktır, Latince ya da Antik Yunanca bir sözcüğü alıp çifte anlamı üzerinden anlam daireleri oluşturur. Yönetmen Chris Nash filmine isim seçerken benzer bir yöntem kullanıyor, iki ayrı anlama gelebilecek bir isim seçiyor: In a Violent Nature (“Vahşi Bir Doğada”). Burada vahşi olan hem doğanın (“varolanlar” bağlamında) kendisi hem de o doğanın (deneyim dünyasının) içindeki Johnny. Yani, katilin doğası da vahşi. Nash’in katille içinde bulunduğu ormanı (doğal bitki örtüsü) film boyunca ses ve görüntü yardımıyla örtüştürme tekniği tesadüf falan değil, gayet bilinçli bir seçim. Johnny ormanın ruhu, orman da Johnny’nin yurdu. Ve zaten son kertede, ikisi aşağı yukarı aynı şey.