4 Ekim 2019 tarihinden itibaren Netflix Türkiye’de de gösterilmeye başlanan In the Tall Grass, korku sinemasının en çok beslendiği yazarların başında gelen Stephen King ile oğlu Joe Hill’in beraber yazdığı kısa romandan (novella) uyarlandı. Stephen King’i hepimiz yeterince iyi tanıyoruz zaten ama biraz da oğlundan bahsetmekte yarar var sanırım. Asıl ismi Joseph Hillström King ve eserlerinde Joe Hill mahlasını kullanıyor. 1972 doğumlu Hill, 1990’lı yılların sonundan itibaren çeşitli dergilerde yayımlanan kısa öykülerle adını duyurmaya başladı. İlk romanı Heart-Shaped Box ise 2007 yılında yayımlandı. Akabinde gelen romanlar Horns (2010), NOS4A2 (2013) ve The Fireman (2016) ile yerini iyice sağlamlaştırırken bir yandan da çeşitli çizgi romanlara yazar olarak imza attı. Dört romanından biri sinemaya (Horns, yönetmen Alexandre Aja, 2013), bir diğeri de dizi olarak televizyona (NOS4A2, 10 bölümlük AMC dizisi, 2019) uyarlandı. Babası ile ilk ortak yazarlığı kısa roman Throttle (2009) ile gerçekleşti. İlk olarak Esquire dergisinin Haziran/Temmuz ve Ağustos 2012 sayılarında iki bölüm halinde yayımlanan In the Tall Grass ise Stephen King ile Joe Hill ortaklığının ikinci meyvesi.
Daha ilk filmi Cube (1997) ile önemli bir çıkışa imza atan Vincenzo Natali’nin yönettiği In the Tall Grass, San Diego’ya doğru arabayla seyahat eden iki kardeşin görüntüleri ile açılıyor. Cal ve 6 aylık hamile kız kardeşi Becky, Kansas kırsalında yol alırken Becky’nin midesi bulanınca durmak zorunda kalırlar. Yolun bir tarafında insan boyunu aşan otların göz alabildiğince kapladığı arazi, diğer tarafındaysa uzun zamandır kullanılmıyormuş gibi duran harap bir kilise vardır. İki kardeş, Tobin isimli bir çocuğun otların arasından yardım isteyen sesini duyarlar. Niye dışarı çıkamadığına anlam veremeseler de yardım etmek için otların arasına dalarlar. Ancak kısa sürede birbirinden ayrılan iki kardeş de uzun otların içinde kaybolurlar.
Jeepers Creepers (2001) gibi başlayan In the Tall Grass, Stephen King’in pek çok eserinden tanıdık izler barındırıyor. Sadece kısa özet okunduğunda bile Children of the Corn’daki mısır tarlaları veya The Shining’deki labirent gibi aşina detaylar geliyor hemen akla. Filmin bütününde de aynı etkiden söz etmek mümkün ama senaryoyu da bizzat kendisi yazan Vincenzo Natali, uyarlamaya soyunduğu kısa romandaki kimi gelişmeleri (ve bilhassa finali) önemli ölçüde değiştirerek filmografisindeki diğer filmlerle yakın ilişki içine girmiş. Farklı bir malzeme (insan boyunu aşan otlar) ile Cube’dekine (1997) benzer bir atmosfer yaratmaya girişen Natali, sinemasına özgü zaman/mekân bulmacalarıyla artık her korkuseverin ezberlediği öğelerle bezeli King evreninde kendi imzasıyla var olmaya çalışmış. In the Tall Grass’ın alışılageldik King uyarlamalarından bir parça uzaklaşmış gibi durması biraz da bu yüzden.
Filmin oldukça dar bir oyuncu kadrosu var. Uzun otlarla kaplı arazide kaybolan Cal ve Becky’nin dışarı çıkma uğraşına bir süre sonra Ross ve Natalie ile küçük çocukları Tobin’den oluşan çekirdek aile de dâhil oluyor. Becky’nin erkek arkadaşı Travis’in de bir şekilde kaybolanlar ekibine katılmasıyla kadro tamamlanıyor. Film boyunca bu altı (Tobin’in köpeği Freddy’yi de sayarsak yedi) kişinin uzun otlarla kaplı araziden kurtulmaya çalışmalarını izliyoruz. Bu haliyle sıkça tekrara düşen, oldukça basit ve sıkıcı bir filme ait bütün niteliklere sahip In the Tall Grass, uzun otlar arasındaki biraz da CGI yardımıyla kotarılmış vasat üstü çekimlerle ilgiyi ayakta tutmaya çalışıyor. Derken şeklen değil belki ama işlevsel olarak 2001: A Space Odyssey’den (1968) fırlayıp gelmiş gibi duran siyah kayanın ortaya çıkmasıyla ortalık şenlenecek gibi oluyor ama insanın içindeki en ilkel duyguları açığa çıkartan siyah kaya ve onun sebep olduğu artık kanıksanmış zaman/mekân bulmacaları bile filmi kurtarmaya yetmiyor.
Siyah kayanın gizemi, evet, belli bir noktaya kadar iştah açıcı ama hikâyeye önemli bir katkı sağlamadığı için ilgi çekmiyor. Eski çağlardan kalma bir ibadet yeri olduğu imlenen siyah kaya ya da yolun diğer tarafındaki siyah kayaya tapanların inşa ettiği anlaşılan kilise ve/veya cemaati gibi muammaların üzerine hiç gidilmiyor. (Gerçi yeterince güçlü bir merak duygusu yaratılamadığı için çok da umursanmıyor ya neyse.) Hikâyeye öylesine eklenmiş, öylesine ucu açık bırakılmış hinlikler gibi duruyor. Sadece Natali’nin senaryoya eklediği gizli geçitler ve Groundhog Day (1993) benzeri zaman döngülerinin önünü açıyor, o kadar.
Bir de korku sinemasında son yıllarda daha da ön plana çıkan aile mevzusu var tabii ki. Ross, siyah kayaya tamamen teslim olarak aynı The Shining’deki (1980) Jack gibi ailesini yok etmeye çalışırken Travis, aynı siyah kayayı kendi emelleri için kullanarak zaman döngüsünü kırıyor ve henüz resmi olarak tescillenmemiş ailesini kurtarmak için kendini feda ediyor.
Aile bağları, pişmanlık ve kefaret gibi başlıklar hakkında mırıldanarak beylik söylemlerde bulunmaya çalışan In the Tall Grass, Vincenzo Natali’nin hanesine yeni bir eksi daha eklemekten başka bir işe yaramıyor.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca