İnan Erbil ile son filmi G.K.’dan yola çıkarak röportaj yapmak istedim. G.K. devlet politikalarının sivil halk üzerindeki baskılarıyla ilgili, sonu ters köşe bir film. Bu filmden yola çıkarak Erbil’in sinema yolculuğunu, sinemaya bakış açısını ve festivalleri konuştuk. İyi okumalar!
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba İnan, öncelikle seni tanıyabilir miyiz?
Merhaba, 1994 yılında İstanbul’da doğdum. Sinema ile pratik olarak tanışmam Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne başlamamla gerçekleşti. Üniversiteye Halkla İlişkiler ve Tanıtım okumaya gelmiştim ama okuduğum bölüm ile aramda beni motive edecek bir bağ olmadığı için mezun olana kadar kısa belgeseller çekip sinemaya yöneldim. Şu anda sinema anabilim dalında yüksek lisans yapıyorum ve kısa film üretimine devam ediyorum.
Önce belgeseller çekip festivallere katılmışsın ama sonra kurmaca çekmeye baladın sanırım. Bu denemeyle ilgili bir şey mi?
Aslında sinemaya belgesel çekerek başlamam çok bilinçli bir tercih değildi. Üniversiteye yeni başlamış 18 yaşında bir çocuktum ve sinemaya ilgi duyuyordum. Açıkçası kurmaca film çekmeye cesaret edememiştim. Bence belgesel film kendi içerisinde daha güvenli bir alan sunuyor yönetmene. Bunun sebebi belgesel filmlerin belli başlı suni bir estetiğinin olmaması ile alakalı sanırım. Ayrıca çekim aşamasında bolca spontane çekimler yapma özgürlüğü bir yandan öğretici oluyor. Sanırım belgesel sinemanın sunduğu bu özgürlükten ve öğreticiliğinden dolayı üniversitede lisans okuduğum yıllar boyunca sadece belgesel film ürettim. Film festivalleri ile ilk tanışmam da bu dönemde çektiğim belgesel filmler sayesinde oldu.
Son filmin G.K.’da bir mahkûmla bir müfettişi karşı karşıya getiriyor ve devlet politikalarını sorguluyorsun? Filmin öncesine dair fikirlerini alabilir miyiz? Tabii bir de ismi neden G.K.?
İlk olarak son sorudan başlayayım. Filmin isminin G.K. olmasının sebebi gerçek bir gazete haberi olması ile alakalı. Zaten filmdeki müfettiş karakteri bu haberi okuyup elinde gazete ile hapishaneye teftişe geliyor. Orijinal gazete haberinde geçen isim de G.K. olarak kısaltılmıştı. ‘’Gönüllü Mahkûm Anneler’’ başlığı ile yayınlanan özel haberde İzmir’de yaşayan hamile Roman kadınların kasıtlı suç işleyip çocuklarını daha sağlıklı şartlarda dünyaya getirmek için cezaevine girmelerinden bahsediyordu. Bu haberi 4 sene önce Antalya’da üniversite öğrenimi gördüğüm sırada okudum. Açıkçası ilk okuduğumda çok etkilenmiştim ve bu haberin belgeselini çekmek için hazırlıklara başladım. Fakat belgeselin konusu itibariyle çok fazla dramatize olma ihtimali vardı. İnsanlara kişisel birkaç hikâye üzerinde ajite bir şeyler izletmek istemiyordum. Bu çekincem ile filmin içeresinde yer alan kadın, kimlik, baskı gibi kodların film festivallerinde çok sık bir şekilde popülist ve oryantalist bir biçimde kullanıldığını görüyordum ve bu temalardan sıkça kaçmaya çalışıyordum. Var olan gerçek bir dramın altyapısındaki hiçbir sorunu görmeden böylesine önemli kodları sadece oryantalist ve yüzeysel bir anlatıyla seyirciye sunmak bence etik bir şey değil. Ama yıllar sonra tekrar tekrar bu haberin tesadüfen karşıma çıkması ile tüm bu hassasiyetleri gözeterek kurmaca film çalışmalarına başladım. Filmin öncesine dair fikirlerim aslında biçimsel bazı kaygılar içeriyordu. Filmi plan sekans çekmemin sebebi olay örgüsünün mekân olarak hapishanede geçiyor olması ile alakalı. Hapishanenin bende çağrıştırdığı duygulardan birisi zamansal boyuttur. Dışarıda özgür bir şekilde yaşayan insanların ölecekleri tarihi bilmedikleri için zaman kavramına daha bölük ve parçalı bir şekilde yaklaştıklarını düşünüyorum. Örnek vermek gerekirse özgür bir hayat yaşayan insanlar zamanlarını saatlik, günlük, haftalık, aylık planlar ve programlar yaparak devam ettirirler. Buradaki zaman kavramında bir kesiklik ve bölüklük söz konusu olabilir. Fakat hapishanede iki sene tutsak olan bir mahkûmu düşünecek olursak onun zaman kavramı bölük ve parçalı gelişemez ve bütün halinde iki sene olarak kalır. Bu sebepten dolayı hapishanedeki zaman kavramını bir bütün olarak vermek için filmi plan sekans çektim. Özellikle filmin çıkış noktasındaki fikrin bir gazete haberi olması ve plan sekansın bir tanıklık deneyimi yaşatması bu anlamda uyumlu olacaktı. Bunun için kameranın hareketli ve nefes alan bir kamera olması, ara ara görüntü formunun bozulması gerekiyordu. Tabi bu durum biraz riskli bir durum, özellikle festivallerde seyircilerin görüntü yönetimi ile alakalı izleme alışkanlıkları üzerinde bir ön kabul var. Bizim kadrajlarımız daha kaotik olduğu için seyirciyi bir nebze yorabiliyor ama içerik konusunda biçimin uyum sağlaması için bu gerekli olan bir şeydi ve biz de gerekeni yaptık.
Aslında kişisel bir sorunu (müfettişin), devletin kurumunda her kademede çalışan öznelinde kısırlık imgesi üzerinden eleştirirken, mahkûmu da ayrı ve abartılı bir tavırla karşı tarafa koyuyorsun. Yani filminde kimse masum değil algısı sonuna kadar var…
Evet, tam olarak öyle bir durum. Çünkü yozlaşmış ve çıkarların sürekli ön planda olduğu bir film evreni var karşımızda. Aslında bahsetmiş olduğum kişisel bir dramayı anlatıp altyapıdaki hiçbir unsuru görmemek ve bunlara dair bir bakış açısının olmaması en azından benim yapmaya çalıştığım sinema için söz konusu olamazdı. Filmdeki her karakter kendi iktidarının gücü yettiğince belli çıkarların peşinden koşuyor ve merkezdeki asıl çatışmaların ve mağduriyetin hiçbir önemi kalmıyor. Bence bu durum gerçek hayatta da biraz böyle. Kısırlık meselesine gelecek olursak bu biraz iktidar kavramıyla alakalı olan bir şey. Filmdeki en büyük iktidar müfettiş karakteri. İktidarın kelime anlamı ise erkeğin cinsellikteki performansından gelmektedir. Filmdeki müfettiş en büyük iktidar olmasına rağmen iktidarın çıkış noktasındaki vasfını aslında taşıyamayan bir karakter ve karşısında öteki olan hamile bir kadını sorguluyor. Bu durum çok fazla sürmüyor ve iktidarın iktidarsızlığı durumu açığa çıkıyor. Aslında her şeyin bir gösterişten ve görüntüden ibaret olduğunu göstermek için seçmiş olduğumuz bir yoldu.
Bir Taşra Rüyası’nda yine kalabalık bir anlatım kuruyorsun. Siyah beyaz devam eden film bir çekim sahnesiyle renkleniyor. Orada sinemaya yüklediğin anlamı mı görüyoruz?
Evet, sanırım kalabalık anlatıları, kaosu ve günlük hayatın içerisindeki kargaşayı seviyorum. Açıkçası bu durum bana biraz daha gerçekçi geliyor. Hepimiz hayatın içerisinde günlük koşuşturmalarımızı yaparken birçok mesele ve unsurla karşılaşıyoruz. Tüm bunları görmezden gelip tek bir meseleye eğilmek bana sahici gelmiyor. Çünkü o meselenin çevresinde yer alan görmezden geldiğimiz küçük meseleler arasında o kadar organik bağlar var ki söz konusu çatışmaya dair bizlere daha fazla şeyler söylüyor. Bir Taşra Rüyası benim ilk kurmaca filmim. Taşrada babasının cenazesine yetişmeye çalışan yabancılaşmış bir gencin üzerinden yozlaşmış bir taşrayı görüyoruz. Bu renksiz dünyaya siyah beyaz bir anlatı kurmak istedim. Tabii sonra filmciler köyde film çekmeye başlıyor ve sinema her şeyi renklendiriyor ve hayatı anlamlı kılıyor demek isterdim ama tam olarak kafamdaki şey bu değildi. Yani var olan her yapı ve düzen bir gün kendisini kaosa sürükler ve yıkılır. Bir Taşra Rüyası’nın final sahnesi de aslında bununla alakalı olan bir durum. Filmin kurmaca evreni final sahnesinde karakterleri filmi çeken ekibin yanına geliyor ve gerçek ile kurmacanın arasındaki o kırmızı çizgi soluyor ve filmin kurmaca yapısı dağılarak son buluyor. Filme başladığım kurmaca sahnenin çekimini finalde görmek ve başladığım yere geri dönme fikri o dönem beni heyecanlandırmıştı.
Festivallerle aran nasıl, festivallerin işleyişini nasıl değerlendiriyorsun?
Bu sorunun sayfalar dolusu bir cevabı olabilir. Hâlihazırda bir yüksek lisans öğrencisi olduğum için bu konuyla alakalı bir tez hazırlamaktayım ve biraz dertliyim. Öncelikle birçok paravan festival söz konusu maalesef. Yani bir festival düzenliyorlar ve kısa film yönetmenlerini davet dahi etmiyorlar. Ama sinema ile uzaktan yakından alakası olmayan birçok insanın buralara davet edildiğini görüyoruz. Açıkçası kendi adıma konuşmam gerekirse benim film çekme motivasyonum ve bu süreçteki emeklerimin sebebi paravan bir festivalin arka fonunda gözükmek ve bu değersizleştirmeye maruz kalmak değil. Ama bu festivaller nedense her sene düzenleniyor ve film almaya devam ediyorlar, tuhaf gerçekten. Bir başka mesele festivallerin bazı temalar üzerinden oryantalizm yaptığını düşünüyorum. Özellikle kadın, kimlik, LGBT, göç vs. gibi. Bunu söylerken bu temalardan kaçınılması gerektiğini söylemiyorum tabii ki. Sonuçta bu temalar bizim de sorunlarımız ve ben de hali hazırda kadın ve kimlik gibi kodlar barındıran bir film çektim. Ancak bu temalara Berlin’de yaşayan bir oryantalist gözüyle bakınca özgün ve yerel bir sinema diline ket vuruyoruz. Mesela bir dönem mülteci temalı birçok kısa film gördük. Yani bu meseleyi gerçekten dert edinmiş ve samimi, özgün olarak filmini çeken yönetmenlere saygım var. Ama bu durumları hiç dert etmeyip sadece festivallerde bu konular ön planda diye böyle projeler çekip yüzeysel bir anlatıyla ödül avcılığı yapmak bence art niyetli bir yaklaşım. Sonuçta o mülteciler Ege sahillerinde birileri prim yapsın diye boğulmadı. Tabii tüm bu sıkıntılar dışında gerçekten çöl ikliminde vaha diyeceğimiz ulusal festivallerimiz de var, onların hakkını teslim etmek lazım. Zaten konu ile alakalı olan insanlar hangi festivallerden bahsettiğimi anlamışlardır.
Zerk insanların yaşam alanları ve sit alanlarının birbirine karışmış algısıyla ilgili. Tam olarak nasıl bir yol izlemeye çalıştın bu belgeselde?
Zerk festivallerle ilk defa tanıştığım ve seyirci karşısına çıktığım bir belgesel. Bununla birlikte kurguyu, anlatıyı ve sinemaya dair birçok şeyi öğrendiğim bir projeydi. Antalya’da Selge antik kenti içerisinde kalmış bir köy vardı ve bu köy sit alanı olduğu için köyde hiçbir tamir ve yapı yapılamıyordu. Oraya ilk araştırmaya gittiğimde insanların çoğunun bir odalı evlerde yaşadıklarını gördüm. Tek bir tahtaya çivi çaktığı için ağır ceza mahkemelerinde yargılanan insanlar vardı. Tabii ki doğanın böyle korunmaya alınması güzel bir şey, buna itirazım yok fakat oradaki insanların bu kadar yok sayılmasının sebebini hâlâ anlamış değilim. Zerk köyüne ilk gittiğimde sadece yaşlıların ve orta yaşlı insanların kaldığını gördüm. Tahminen bundan 20-30 sene sonra onlar da kalmayacak. Bundan dolayı bu durumu belli başlı çatışma alanları ile belgelemek istedim. Bu çatışmalar arasında sınıfsal, doğa ve insan, insan ve bürokrasi gibi kavramlar söz konusuydu.
Sinema için konu seçerken nelerden besleniyorsun, sinema sana hayatın hangi yönünü anlatman için malzeme sunuyor?
Aslında herhangi bir konu seçmiyorum. Günlük hayatımı yaşarken dediğiniz gibi hayatın içerisinde bazı malzemeler ve imgeler dikkatimi çekiyor. Sonra bu durum zaman içerisinde demleniyor ve yeterli doygunluğa ulaştığında ben de senaryo aşamasına geçiyorum. Günlük hayatın ufak tefek detayları ve muhabbetlerinin alt yapısında daha büyük meseleleri çağrıştırdığını düşünüyorum. Sanırım bundan dolayı filmlerim biraz geveze filmler. Genel olarak bu zamana kadar çektiğim filmleri düşünürsem yozlaşma, yabancılaşma, çıkar ilişkileri gibi bazı kavramlar daha çok dikkatimi çekiyor.
Bundan sonraki yolculuğun nedir, neler yapacaksın?
Şu an bitirmeye çalıştığım bir yüksek lisans tezi ile uğraşıyorum. Açıkçası yorucu bir süreç. Vakit arttıkça yeni bir kısa film senaryosu üzerine çalışıyorum. Bununla birlikte sektörde kurgu işleri yapıyorum. Önümüzdeki sene yaz gibi elimdeki kısa film senaryosunu bitirip çekimine girişmek istiyorum. Sonrasında ise bir uzun metraj projem var. Uzun metraj yapmak istememin sebebi kısa filmi bir basamak olarak görmem değil kesinlikle. Ancak festivallerin dayatmış olduğu 20 dakika kotası gerçekten beni çok zorlamaya başladı. Yani 20 dakika içerisinde bir şeyleri tamı tamamına anlatmaya çalışmak yangından mal kaçırmaya benziyor. Açıkçası bu şartlarda bir şey üretmek suya yazı yazmak kadar zor.