“Bir rüya senin bütün felsefelerinden daha değerlidir.” (William Shakespeare, Hamlet)
İnsanların, uykudayken savunmasız hale gelen zihinlerine girerek sırlarını çalabilen yetenekli bir adam olan Cobb ve ekibi, Saito isimli bir işadamının sırlarını çalmak için tutulmuştur. Ne var ki, böyle bir hamle bekleyen Saito hazırlıklıdır ve Cobb’un ne kadar ileri gidebileceğini görebilmek adına, saldırıyı engellemez. Görevi başardığını düşündüğü esnada tuzağa düştüğünü anlayan Cobb, yakalanmasına karşın “yetenek” sınavını başarıyla geçmesinden ötürü hiç beklemediği bir teklif alır. Görev bu kez zihinlerden fikir çalmak değil daha önce hiç kimsenin denemeye cesaret edemediği, zihinlere fikir yerleştirmektir. Ekibinin böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyleyerek itiraz etmesine karşılık Cobb, bunun mümkün olduğunu ancak yapmak istemediğini söyleyerek teklifi reddeder.
Fikir ekme demişken eski bir anlatıyı hatırlamak yerinde olacaktır. Bir karar almanın arifesindeki Büyük İskender geleceği kesin olarak haber veren bir kadını çağırtır. Böylece geleceği görecek ve adımlarını buna göre atacaktır. Kadın, çok büyük bir ateş yakılmasını, geleceği çıkan dumandan okuyacağını söyler ancak tek bir şartı vardır. ‘’Dumana dikkatle bakarken ne olursa olsun, bir timsahın sol gözünü aklının ucundan geçirme’’ der kadın ‘’Timsahın sağ özünü düşünebilirsin ama sol gözünü asla.’’ Bu sözler üzerine Büyük İskender’in ne yaptığını söylemeye gerek var mı?
Saito’nun teklifi ile kahramanın hayatında bir şeylerin değişeceğini sezilir. Bu an, kahramanın maceraya davet edildiği andır. Macera yolu, geçici, sahte ve aldatıcı olandan gerçek olana, ölümden yaşama geçiş yolu olmasına karşın zahmetli, bilinmezlikle ve tehlikelerle doludur. Bilinen kadim anlatıların nerdeyse hepsinde kahraman, macera çağrısını ilk duyduğunda reddetmiştir. Gündelik yaşamın ve alışkanlıkların bilindik, sakin ve güvenli halini bırakıp bilinemezliğe doğru yola çıkmaktan korkan kahramanın önünde iki seçenek bulunur. Ya macera çağrısı ısrarla ve kahraman olumlu yanıt verene kadar sürecek ya da ‘’kahraman olamayan’’ çağrıyı reddettiği için bir ömür pişmanlıklar içinde yaşayacaktır. Saito’nun ‘’Kalbinin sesini mi dinleyeceksin yoksa pişmanlıklar içerisinde bir ihtiyar olarak mı yaşayacaksın. Çocuklarına kavuşmak istemiyor musun’’ diyerek teklifini daha güçlü bir şekilde yinelemesi Cobb’un korkmasına karşın harekete geçmesini sağlayacak ve direnme gücünü kıracaktır.
Savunmasız zihinler arasında gezinme eğitimini babasından alan Cobb, karısı Mal’ın da bu deneyime ortak olması sonucu kendi istek ve arzularına göre yeni bir dünya yaratma ‘’oyununa’’ girişmişlerdir. Gündelik yaşamdan ayrılan oyuna belli kurallarla girilir ve belli kurallarla oynanır. Oyunun kendi düzeni vardır. Mutlak olan bu düzen bozulamaz, bozulması oyunbozanlıktır ve cezası vardır. Kurallar bozulunca bütün oyunun çökeceği bilindiğinden oyunbozanlığa izin verilmez. Oyunun insan yaşamı ve kültüründeki önemi hakkında araştırmalar yapan Johan Huizinga, “oyunun her şeyden önce isteğe bağlı olduğunu, zorlama oyunun oyun olmayacağını ve genellikle boş zamanlarda yapıldığını” söyler. İnsan, gerçek yaşamdan geçici olarak çıkarak kendi düzeni olan oyun dünyasının içine girmekte ancak “oynarken” gerçeğin dışında kaldığının bilincinde olduğunu hiçbir zaman unutmamaktadır.
Karı-koca günlük yaşama bir ara verme ve arzuladıkları bir dünyayı kurma adına rüyaları kullanarak yepyeni dünyalar yaratma oyunu oynamaya başlamıştır. Cobb, bu oyunun kaos’tan kozmos’a bir inşa süreci olduğunu ‘’kendimizi tanrı gibi hissediyorduk’’ sözleriyle dile getirir. “Yeni, bilinmeyen ve işlenmemiş bir ülkeye yerleşmek kısaca her yaratım süreci, yaratılış eylemine eşdeğer olup tanrıyı taklit etmek daha doğrusu tanrı rolü oynamak anlamına gelmektedir” diyen Mircea Eliade bu konuda şöyle der.
‘’Boş toprağı işleyerek aslında, kaosa biçim verip kurallar koyarak onu düzenleyen tanrıların eylemini tekrarlıyorlardı. Canavarların yaşadığı çöl bölgeleri, işlenmemiş topraklar, hiç bir denizcinin üzerinde yelken açmaya cesaret edemediği bilinmeyen denizler (…) ve benzerleri kaosla bir tutulur; hala yaratılış-öncesinin farklılaşmamış, biçimsiz tarzını sürdürmektedir. Bu yüzden bir bölge ele geçirildiğinde -yani ondan yararlanılmaya başlandığında- yaratılış eylemini simgesel olarak tekrarlayan ayinler düzenlenir: işlenmemiş toprak önce “kozmoslaştırılır” sonra oraya yerleşilir.’’ (Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu)
Cobb ve Mal’ın durumlarını Âdem ve Havva hikâyesi ile karşılaştırmak yerinde olacaktır. Âdem ve Havva’nın her şeye sahip olmalarına karşın tanrının kesin emrine karşı gelerek cennetten çıkartılmalarına neden olan ‘’yasak meyve’’, filmde yaratım sürecinin tam ortasında, inşa edilen her şeyin temeli sayılabilecek yer, gök ve yeraltının kesiştiği mutlak gerçekliği ayırt etmeye yarayabilecek totem ile simgelenmiştir. Her iki anlatıda da kadının sahip olduğu ‘’bilgiyi’’ bilmeyen ve öğrenmek için yanıp tutuşan erkeğin rolleri aynıdır. Âdem nasıl Havva gibi, yasak meyveyi yiyerek doğru ve yanlış, iyi ve kötü, sahte ve gerçek arasındaki farkı bilmek istemişse, Cobb da yasak meyveye yani toteme erişmek için aynı merak ve dürtüyle hareket eder ve “yasak meyve’’ ile temas eder etmez unutmak üzere olduğu oyun-gerçek ayrımının farkına varır. Totem fikrini ortaya atan Mal yani gerçeği bilme arayışında olan kadındır ve onun gerçeği ayırt etmekte kullandığı totemi, Cobb’un dokunuşuyla birlikte işlevsiz hale gelir ve gerçeğin göstergesi olmaktan çıkar. Böylece Cobb’un oyunbozanlık yapmaya başlamasıyla ‘’yarattıkları ve yaşadıkları’’ cennetleri yani oyunları çökmeye başlar.
Leo Frobenius çocukluğun doğaüstü dünyası hakkında şöyle demektedir: “Profesör masasında yazıyor ve dört yaşındaki küçük kızı odada koşturup duruyor. Yapacak şeyi yok ve adamı rahatsız ediyor. Adam kıza üç yanmış kibrit çöpü vererek, ‘Al oyna’ diyor. Kız halıya oturarak kibritlerle oynamaya başlıyor, biri Hansel, biri Gretel, öbürü de büyücü olmuş. Bir süre geçiyor, bu zaman içinde profesör rahatsız edilmeden işiyle uğraşabiliyor. Fakat birden çocuk korkuyla bağırıyor. Baba sıçrıyor, -Ne o, ne oldu?’ Kız büyük korku belirtileri göstererek ona koşuyor. ‘Baba, baba’ diye bağırıyor, “büyücüyü al, artık ona dokunamıyorum!” “Bir duygu patlaması” diyor Frobenius, “düşüncenin duyusal düzeyden duygusal bilinç düzeyine kendiliğinden geçişin sonucudur. Dahası, böyle bir patlamanın görülmesi açıkça belirli bir ruhsal sürecin tamamlandığı anlamındadır. Kibrit büyücü değildir, oyunun başında çocuk için de değildi. Demek ki süreç, kibritin duyusal düzeyde büyücüye dönüşmesinde ve sürecin tamamlanması da bu düşüncenin bilince çıkarılması olayını kapsıyor. Sürecin gözlemi, bilinçli düşüncenin onu sınamasından kaçıyor; çünkü bilince ancak daha sonra ya da sürecin tam bitiminde giriyor. Süreç, sözcüğün tam anlamıyla yaratıcıdır; çünkü biraz önceki örnekte olduğu gibi küçük bir kız için kibrit büyücü olabilmektedir. O zaman kısaca söylersek var olma aşaması duygular düzeyinde yaşanırken, varlık aşaması bilinç düzeyinde yaşanır.”
Başlangıçta önemli olan oyunun eğlence oluşundandır. Oyun, bu hayattan kaçarak, kendine özgü bir dünyaya girme bahanesi sunar. Cobb ve Mal’ın durumlarını en iyi özetlediğini düşündüğüm R. R. Marett Dinin Eşiği isimli eserinde şöyle demektedir. “Vahşi, oyundaki çocuk gibi, kendisini rolüne veren iyi bir aktördür; aynı zamanda, ‘gerçek’ bir aslan olmadığını çok iyi bildiği bir şeyin kükremesinden ödü kopan iyi bir izleyicidir. Fakat Tanrıların oyununu oynarken bu gerçekliğe doğru bir adım atarız -nihai olarak kendimiz olan gerçekliğe, işte kapılma, coşku duygusu, tazelenme anlayışı, uyum ve ihya oluş! Aziz, söz konusu oyunu kendinden geçmeye dek götürür küçük kızın durumunda kibriti büyücü olarak görmek gibi. O zaman dünyadaki konumla temas kopar ve zihin öteki durumda takılı kalır. Bunlar için öteki oyuna, dünyadaki yaşam oyununa dönmek olanaksızdır. Tanrıya aittirler, dünyaya ait tek bilgileri ve bilmek istedikleri de yalnızca budur. Bütün bir toplum da bundan etkilenebilir, yani kapılmanın esiniyle yaşayanlar dünyayla teması da kesebilirler ve onu hayal ya da kötü diye aşağılarlar. O zaman dünyevi yaşam bir düşüş, Rahmetten uzaklaşma olarak anlaşılabilir.’’
‘’Uykuda bir takım şeylerin varlığına inanıyorsun, bir takım halleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? (…) Dünya hayatı ahrete nispetle uyku sayılabilir.’’ (Gazali, El-Munkızu min-ad-dalal)
Uyku ile uyanıklık arasındaki ince çizgiyi inceleyen ve “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” sözünden hareketle dünya algılarının ebedi hayata göre bir nevi rüya olabileceğini söyleyen Gazali böylece ‘’tanrıların oyunu’’ fikrini bir adım daha ileri taşımaktadır. “Tanrıların oyununu oynayan aziz işi kendinden geçmeye’’ götürür. Toplumdan kaçarak manastırlarda, mağaralarda münzevi hayatı yaşayan düş ülkesinin olaylarıyla günlük olayları birbirine karıştıran din adamlarının çokluğunu ve bu kişilerin ‘’gerçek dünyaya’’ dönemediğini unutmayalım. Büyük bir çoğunluğu başlangıçta bir oyun olarak başladıkları yolculuğu sona erdirecek gücü kendinde bulamadıkları için gerçek dünyaya dönemeden ölmüşlerdir. Mal da tıpkı bu ‘’tanrı oyununu’’ oynayan rahipler gibi oyun oynandığının tamamen bilincinde olmasına karşın kapılarak bir oyunda olduklarını unutmak ister ve bunu ona hatırlatacak tek şeyi, totemini gizler. Zamanın nasıl geçtiğini unutan çocuklar için de oyunun bittiğini belirten hatırlatıcılar ‘’yemek hazır’’ diyen anneler, işten dönen babalar veya ezan sesleri değil midir? Mal’ın çocuklarını ihmal etmeye varacak kadar ileri giderek ‘’oyun kurallarını’’ ihlal etmeye başlaması üzerine Cobb, oyunu bozmak için harekete geçer.
‘’Tek sorun bunların gerçek olmadığını bilmemdi’’ diyerek günün birinde mutsuz olacağını fikrine kapılan Cobb, oyun oynadıklarını bir an bile unutmamıştır ancak artık oyunu bir daha oynamamak üzere bitirmeleri gerektiği düşüncesindedir. Yaşadıkları cennetin gerçek olmadığı fikrini Mal’ın zihnine eken Cobb böylece başka birinin zihnine fikir ekmeyi başarır. Mal, ‘’oyundan’’ gerçeğe dönmeyi kabullenir ancak asıl kaos buradan sonra başlar çünkü zihninde, yaşadığı dünyanın gerçek olmadığı yani oyunun hala devam ettiği fikri uyandıktan sonra da sürmektedir. Bir oyun gereğinden fazla oynanırsa insanın tüm hayatını, gecelerini ve hatta rüyalarını ele geçirir. Uzun saatler bilgisayar başında geçiren oyun fanatiklerinin veya yeni keşfettikleri bir oyunu günlerce oynayan çocukların rüyalarında da aynı oyunu oynamaya devam ettiklerini biliyoruz. Geza Röheim ‘’Rüya görmenin kültürel olarak koşullandırılmış birkaç tane yolu olamaz; uyumanın iki yolu olmadığı gibi’’ diyerek bunun her yerde aynı olduğunu gösteriyor.
Görebilmek için ışık kaynağına ihtiyacımızın olduğu nesnelerin, nasıl olup da hiçbir ışık kaynağının bulunmadığı tamamen karanlık bir ortam olan uyku halinde görülebildiğini anlayamayan insanoğlunun karşısında rüya, çözümlenemeyen muazzam bir alan olarak durmaktadır. İnsan ömrünün üçte birinin uykuda ve bu sürenin üçte birinin de rüya görülerek geçirilmesi insanın kesintisiz olarak sürdürdüğü ‘’kendiliğinden’’ faaliyetlerin en önemlilerinden birisidir. Nefes almak, görmek, işitmek, duymak gibi rüya görmek için de hiçbir çaba gösterilmesine gerek yoktur ve insan bundan rahatsızlık duymaz. Araştırmalar rüyaların 5-20 dakika arasında sürdüğünü, normal bir uykuda 60-90 dakikalık dönemler halinde 4-5 rüya evresi yaşandığını söylerken, insanın yaklaşık olarak 6 yılını rüya görmekle geçirdiği bunun da ortalama 150.000 rüya olduğuna ve rüya görülmemiş olsa insanın uyku halinden uyanamayacağına inanılmaktadır.
‘’Yeni rüyalar görmek insanın hakkıdır; dünyada hiçbir güç onu bu haktan mahrum edemez. Belki de bu, insanın ve insanlığın geleceğinin garantisidir.” (Hint Şairi Serdar Cefri)
Rüya sırasında, insanın göz ve solunum kasları dışında fizyolojik felç durumunda bulunması ve vücuttaki hiçbir kasın çalışmaması ilk anda şaşırtıcı gelebilir. Ancak rüyada yaptığımız şeyleri yatakta yapıyor olacağımızı bilince, rüya görmenin ne kadar tehlikeli bir iş olacağı ortaya çıkar çünkü rüyadaki aktivitelerin fizyolojik etkisi ile günlük hayatta yaşanılanların etkisi aynıdır. Rüyada koşmak, şarkı söylemek, kaçmak aktivitelerinde bulunuyorsak beyinden kaslara bu fonksiyonlar için emirler gitmesine karşın rüya esnasında vücut felç olduğu için kişi, hareket etmek istediği halde hareket edemez. İnsan, rüyasında da kaçmak istediği halde kaçamadığı, koşmak istediği halde koşamadığı rüyalar görür. Bu felç olmuşluk hissini içeren korkunç rüyalar hızlı kalp çarpıntısı, ter içinde kalmak, ağız kuruluğu gibi abartılı korku tepkileri ile bir kâbusa dönüşür. Günümüzde rüyalar eskisi gibi hayatı belirleyici rol oynamamaktadır. Modern insan rüyalarını hatırlamamakta, hatırladıklarını da önemsememektedir. Hayal görmeyi bırakmak demek her gün sekiz saati boşa harcamak demektir sözünü doğrularcasına saatler boşa geçirilmektedir.
“Türkiye’de biri ‘’bir rüya gördüm’’ dediği zaman ‘’Hayırdır İnşallah’’ diye karşılık verilir. Örneğin Kürtler arasında da ‘’rüyan hayırlı olsun’’ denmemesi büyük kabalıktır. Bu cümleye yanıt olarak ‘’sana da hayırlı olsun’’ denir. Ma’arri de ‘’Uyku ölümün kardeşidir’’ demiştir. İnsan rüya görmek için uyumalıdır ancak uykunun bir yaratılmışlık hali olduğunu unutmamak gerekir. Erzurum yöresinde bir bilmece şöyledir. Herkes görür bir tek Allah görmez. Bil bakalım bu nedir: Rüya.” (Annemarie Schimmel, Halifenin Rüyaları)
Rüya Arapça ‘’görmek’’ demektir. Kuran’daki en önemli rüya kıssası Yusuf Suresi’ndedir. Sureye göre, Yusuf peygamberin çocukluğunda gördüğü bir rüyada, güneş, ay ve on bir yıldız kendisine secde etmiş, bunun üzerine babası ona, mutluluk müjdeleyen bu rüyayı kıskançlık uyandırmasın diye kardeşlerine anlatmamasını istemiştir. Bu nedenle, rüya tabirciliğinde rüyaları tedbirsiz bir şekilde başkalarına anlatmaktan kaçınılması öğütlenir. Thomas Mann, Yusuf ve Kardeşleri romanının başında ‘’geçmişin kuyusu çok derin; belki de dipsiz demek daha doğru. Ne kadar derinden seslenirsek, geçmişin derinlerine o kadar iniyor ve o kadar aşağılara batıyoruz. İnsanlığın ilk temellerini daha çok buldukça, tarih ve kültürünün kavranılmazlığı daha çok anlaşılıyor” demiştir. Filmde de Yusuf adı, rüya tabirciliğinin ilk örneği olması ve bir kuyu içine düşme halinin simgesi olarak da kullanılmıştır. Filmde kuyu kahramanın içine düştüğü ‘’durumu’’ simgelemekte olup Doğu bilgeliğinin kristalize örneklerinden Kelile ve Dimne’de kuyu şöyle anlatılmaktadır.
‘’Kudurmuş bir filden kurtulmak isteyen adam kendini kuyuya salmış, elleriyle iki dala tutunuyormuş, ayakları içerde bir şeylere değiyormuş… Bir de ne görsün, dört yılan kafalarını deliklerinden çıkarıyor! Biraz daha dikkatli bakınca en dipte bir ejderha ağzını yay gibi açmış, adamın düşmesini bekliyor. Gözlerini umutsuzca iki dala diken bedbaht, iki fare görmez mi! Biri siyah diğeri beyaz, elbirliğiyle kemiriyorlar dal köklerini. İşte böyle derdiyle yandığı, çare aradığı bir anda oracıkta bir peteğe ilişmiş gözü! Hemen bala sulanmış, lezzetiyle aldanmış; kötü halini unutup çare aramayı bırakmış. Hiç aklına gelmiyormuş: ayakları dört yılanın üstüne doğru sallanıyor, kendi de ne zaman düşeceğini bilmiyor! Fareler kemiriyor, dal kaparsa ejderhanın ağzına girecek! Böyle oyalanıp aymaz aymaz sallanarak balın tadıyla mest olmuşken küt diye düşüvermiş canavarın ağzına ve işi bitmiş… Burada neyi neye benzettim? Kuyu: afetler, kötülükler, korkular ve felaketlerle dolu dünyadır. Dört yılan, bedendeki dört karışımdır. Zira bunlar ya da bunlardan biri azdığında yılanların zehirli dişi ve öldürücü ağzı gibi olur! İki dal, bir gün mutlaka bitecek olan hayat süresidir. Siyah ve beyaz fareler eceli getiren gece ve gündüzdür. Bal, insanın elde edebildiği fâni lezzetlerdir, insan bu lezzetleri tadar, işitir, koklar, görür ve eline alır da kendi öz benliğiyle ilgilenecek vakit bulamaz! O ahreti unutmuş asıl yolundan sapmıştır artık.’’ (Beydeba, Kelile ve Dimne)
Rüyalar gelecekle ilgili alametler olarak da kullanılabilmektedir. Doğu geleneklerinde yer alan istihareye göre kişi, dua ettikten sonra, kutsal bir yere uzanır ve ‘’hayırlı olanı arar’’. Kişi bu yolla, bir sorunun çözümünü bulmayı amaçlar. İstihare halindeki kişi uyumak için değil rüya görmek için doğrudan rüya evresi haline geçmeye çalışan kişidir. Cobb ve adamlarının da çeşitli ilaçlar yardımıyla uyumak için değil de doğrudan uyku evresine geçmeye çalışmaları arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır.
Kendini olup bitenin tam ortasında bulmak, rüyaların başlangıcını asla hatırlayamamak hayatın başlangıcını hatırlayamamakla eşdeğerdir. Dünyaya gelmiş olmakla yalnızca bize ait olan bir dünyada değil bizden önce var olmuş milyonlarca yıllık bir döngünün bir yerinden başlamak demektir. Cobb ve Mal’ın yaratım sürecinin kozmogonik sürecin bir taklidi olduğunu yukarıda yazmıştım. Kadim anlatılarda teori ‘’canlandırılmadığı” yani bir kurban verilerek ona “can” bahşedilmediği takdirde hiç bir şey süremeyeceğini söyleyerek devam eder. Mal’ın intiharının da kendini kurban etme anlamına geldiğini düşünüyorum.
“Böylece, soğukta yatmak korkulu rüyalar üretir ve korkunç bir nesne düşüncesi ve imgesini uyandırır, beyinden iç kısımlara ve iç kısımlardan beyne doğru karşılıklı bir hareketle. Biz uyanık iken, öfke vücudun bazı kısımlarında ısınmaya yol açtığı gibi, uyku halinde iken vücudun bazı kısımlarının aşırı ısınması da öfkeye yol açar ve zihinde bir düşman hayali uyandırır. Aynı şekilde, biz uyanık iken doğal yakınlık arzuya neden olduğu ve arzu da vücudun bazı kısımlarında sıcaklığa yol açtığı gibi, uyku halinde iken o kısımlarda çok fazla sıcaklık olması da, zihinde, gösterilen bir yakınlık hayali uyandırır. Özet olarak, rüyalarımız, uyanık haldeki hayallerimizin tersidir; bir yanda biz uyanık iken başlayan hareket ve diğer yanda rüya görürken başlayan hareket.’’(Thomas Hobbes, Leviathan)
Thomas Hobbes vücudun bazı iç kısımlarının uyarılmasının rüya görülmesine yol açtığını ve değişik fiziksel uyarıcıların değişik rüyalara neden olduğunu iddia eder. Thomas Hobbes’un rüya konusuna bakışı küçümseyici olsa da çağdaş felsefenin kurucusu kabul edilen Descartes için felsefesinin temelini oluşturacak kadar önemlidir.
‘’Sonunda uyanıkken zihnimde bulunan bazı düşüncelerin, hiçbiri doğru olmamakla birlikte, uyurken de aklıma gelebildiğini görerek, o zamana kadar zihnime girmiş olan tüm şeylerin düşlerimdeki yanılsamalar kadar doğru olabileceğini varsaymaya karar verdim. Ama hemen sonra, böylece her şeyin yanlış olduğunu düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen “ben”in zorunlu olarak herhangi bir şey olması gerektiğini gördüm. Sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek, hiçbir bedenim olmadığını, bulunabileceğim hiçbir dünya, hiçbir yer olmadığını, varsayabileceğimi ama buna göre var olmadığını varsayamayacağımı, tersine başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanmayı düşünüyor oluşumdan var olduğum sonucunun apaçık ve kesin bir biçimde ortaya çıktığını, oysa düşünmeyi bıraksaydım tasarladığım tüm başka şeyler doğru olsalar bile var olduğuma inanmam için elimde hiçbir neden bulunmadığını görerek, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve var olmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi maddesel bir şeye bağımlı olamayan bir töz olduğumu anladım. Öyle ki bu ben yani kendisiyle neysem o olduğum ruh, bedenden tümüyle ayrıdır, hatta bedenden daha kolay tanınır ve beden olmadığında bile o kendisi olmaktan çıkmaz.’’ (Rene Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma)
Film erkek egemen bir dünyayı göstermektedir. Kahramanı koruyan ve ona yardım eden dişi varlık Ariadne figürü dışında kadınların olmadığı bir dünya resmedilir. Cobb’un babasını tanımamıza karşın annesinin adı bile geçmez. Çocukların büyükannesini –büyük olasılıkla Mal’ın annesidir- göremeyiz. Mal’ın bir anne olarak çocuklarla ilişkisine –konuşma, sarılma, öpme- dair hiçbir ipucu ile karşılaşmayız. Ve üstüne üstlük büyükannenin Cobb’dan haksız yere nefret ettiğini düşünürüz. Böylece yönetmenin, Yahudi-Hıristiyan ahlakı gereği her türlü kadın eylemini dışladığını ve kadının, insanın cennetten kovulmasına neden olan ilk günahı işlemiş bir varlık olarak gördüğünü anlarız.
‘’Birlikte olan zamanımızı doldurduk’’ bir kabullenişin ifadesidir çünkü kahramanlık “teslimiyetin” ifadesidir diyebiliriz. Cobb yolculuğunu bitirmiş, zorlu macera sona ermiş, görev tamamlanmıştır. Christopher Nolan, hayatının projesi olduğunu söylediği filmi uzun zamandır yapmak istediğini, fikrin aklına 16 yaşlarındayken geldiğini ve ‘’Rüyalar her zaman ilgimi çekti. Uyanıkken yaşadıklarımız ve gerçeklik algımızın rüyalarımızda gördüklerimizle değişebileceğini düşünüyorum. Rüyaların üzerinde kontrol kurabilenler, kişinin gerçekliğini de yönetebilirler. Senaryonun temel fikri bu” demiştir. Filmin asıl senaryosunda Jacob Hastley isminde, intihar etmeyi düşünen felçli bir bilim adamının bir buluş yaparak insan zihni ile evren arasında bir ilişki olduğu iddia edilmektedir. Eğer öyleyse James Cameron’un elini çabuk tutması sonucu Nolan’ın, Avatar’ın etkisinden kurtulmak için senaryoyu değiştirmek zorunda kaldığını ve daha çok mitsel alana kaydığını ancak bunu yaparken seyircinin çözmesi gereken bazı yerleri –tipik Amerikan seyircisinin anlayamayacağı düşünülerek- açık etmek zorunda kaldığını ve bunun da filmin etkileyiciliğini azalttığını düşünüyorum. Güçlü ancak gereksizse uzatılmış çatışma sahnelerinde hatta ilk katmandaki sokak çatışmalarında belirgin bir Heat (1995) etkisi sezmemek olası değil. Yine de kolay gibi gözükse de çok zorlu bir anlatıyı eline yüzüne bulaştırmadan sonuçlandırdığını düşündüğümü söylemeliyim. Yazımı Çin bilgeliğinin eşsiz anlatılarından biriyle bitirmek istiyorum.
‘’Chang Tzu bir sabah uyandığında zihninde gece gördüğü rüyanın anısı capcanlıydı. Chang Tzu rüyasında bir kelebek olduğunu görmüştü. Şöyle sordu kendine: Ben kendisini rüyasında Chang Tzu olarak gören kelebek miyim yoksa kendisini kelebek olarak gören Chang Tzu muyum?’’ (Wolfram Eberhard, Çin Denemeleri)
Öteki Sinema için yazan: Salim OLCAY
Öncelikle merhaba.Yazınızı okurken çok mutlu oldum çünkü bu filme bayılıyorum.Okurken bir yandan da aklıma gördüğüm rüyaları anlatırken aldığım tepkiler geldi. Annem hep; “Kan gördüysen rüyan bozulmuştur ve ne gördüysen tersi çıkar.” derdi. Thomas Hobbes’ın düşünceleriyle bağdaştılar kafamda. Şimdi düşünüyorum da kültürün bilimle ne çok ortak yönü var !