Quentin Tarantino bazılarına göre B-sinema taklidi filmler çeken bir yönetmen olarak algılansa da 1990 sonrası modern sinemaya kattıkları yadsınamaz. Tamamen kendine özgü diyalog yoğun gerilimli sahneler ve sonrasında gelen şiddet ile seyirciyi ters yüz eden Tarantino, bir çok işinde gişede batsa da her zaman el üstünde olan bir yönetmen olmayı başardı.
Özellikle Jackie Brown (1997) gibi iyi bir filmin gişede iş yapmaması Tarantino’nun toparlanmak için uzun süre beklemesine neden oldu. Bu arada çıkardığı Kill Bill: Vol. 1 ve 2 (2003-2004) ile bilindik uzak doğu dövüş filmlerine kendi diyalog tarzını ekleyerek yine yükselişe geçti.
Grindhouse (2007) projesi Death Proof ile tekrar B-sinema filmlere saygı duruşuna geçen Tarantino bir kez daha gişede istediğini alamasa da tarzını artık oturttuğunu cümle aleme göstermişti. Bir kere Tarantino sineması Reservoir Dogs (1992) istisnası dışında kadına verdiği değeri sürekli arttırıyordu. Uma Thurman gibi büyüleyici bir yıldız da bu yolda kendisine oldukça yardım etti.
Inglourious Basterds’ı (2009) ilk duyduğumda Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri zamanına dönerek testosteron yüklü bir film çıkaracağından endişelenmiştim. Yer yer endişemde haklı çıksam da filmin ana konusu ailesi katledilen, Naziler’den kaçan bir Yahudi kızı Shosanna’nın yıllar sonra katillerden öcünü almak için eline geçirdiği şansı kullanması üzerine kurulmuş. Bu noktada film için Kill-Bill’in Nazi işgalindeki Fransa’da geçen versiyonu diyebiliriz.
“Once Upon a Time in Nazi-Occupied France”, “Inglourious Basterds”, “German Night in Paris”, “Operation Kino” ve “Revenge of the Giant Face” isminde 5 bölümden oluşan film bu yönü ile Magnolia (1999) ve yönetmenin önemli kültü Pulp Fiction’ı (1994) hatırlatıyor.
İlk bölüm özellikle filmin en sevdiğim bölümü. Film ismini de bu bölümden alması öngörülmüş. Col. Hans Landa’yı (Christoph Waltz) tanıdığımız bu bölümde diyaloglar ile gerilim bir bütünlük sağlıyor. Waltz, Landa rolü ile Tarantino’nun yarattığı en önemli karakterlerden biri olmuş. En iyi yardımcı erkek ödüllerinden birkaçını toplayacağına kesin gözüyle bakıyorum. Özellikle filmin geneline hakim olan dillerin hepsinde (Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca) çok başarılı bir diksiyonu varmış gibi geldi. Hans Landa karakterinin ileride yapılacak en iyi kötü adamlar listelerine gireceğine kesin gözü ile bakıyorum şimdiden.
Filme adını veren 2. bölüm Inglourious Basterds, Amerika’nın Nazileri korkutmak amacı ile kurdukları vahşi Yahudi kökenli bölüğü konu alıyor. Albay Aldo Raine’in (Brad Pitt) önderliğindeki bu askeri birlik Fransa’daki Nazileri pusuya düşürüp, 3. Reich’in asabını bozmaya kendilerini adamışlar. Bunun için oldukça kanlı yollara başvuran askerler, Aldo’nun “Apaçi” lakabına yakışır bir şekilde kurbanlarının kafa derisini yüzmeyi de ihmal etmiyorlar. Pitt’in abartılı güneyli rolü çokça O Brother, Where Art Thou?’daki (2000) George Clooney’nin oynadığı Everett rolünü hatırlatıyor. Basterds ekibinden asıl beğendiğim karakter ise Nazi ordusunda iken üstlerini öldürmeye başlayan sessiz katil Hugo Stiglitz (Til Schweiger) oldu. Ekibin en zayıf halkası ise “Yahudi Ayısı” lakaplı Donny Donowitz rolü ile Eli Roth tabii ki. Tarantino’nun Roth sevgisi ne zaman bitecek merak ediyorum.
3. bölüm “German Night in Paris” ise bizi savaşın son yılına götürerek Shosanna(Mélanie Laurent)’in dünyasına sokuyor. Shosanna geçen zamanda bir şekilde kendini gizleyerek bir sinema salonunun sahibi olmuştur. Fredrick Zoller (Daniel Brühl) adlı bir Nazi subayının kendisine abayı yakması ile Shosanna gizlediği Yahudi kızını dışarı çıkarır ve Naziler’e karşı son kozunu oynar. Mélanie Laurent karakterine çok iyi uymuş, Uma Thurman’a benzeyen bir yapısı olduğunu da belirtmek gerek.
Operation Kino bölümü ise Tarantino’nun kendisi ile özdeşleştirdiğini düşündüğüm Archie Hicox (Michael Fassbender) adlı bir sinema eleştirmeni fikri ile 1920’li ve 30’lu yıllar Alman sinemasını da ne kadar iyi bildiğini gösteren diyalogları gözümüze sokarak mastürbasyon yaptığı bir bölüm olmuş.
Film, özellikle ünlü oyunculardan çok öne çıkan Avrupa sinemasına belki gelecekte yön verecek Fransız ve Alman oyuncular ile göz dolduruyor. Tarantino’nun önem verdiği bu karakterler çılgın espri anlayışı ile yoğrularak karşımıza çıkarılmış.
Daha saymakla bitmeyecek o kadar çok karakter var ki filmde Bridget von Hammersmark (Diane Kruger), Smithson Utivich (B.J. Novak), Perrier LaPadite (Denis Menochet), Joseph Goebbels (Sylvester Groth) ve çılgın bir Adolf Hitler portresi çizen Martin Wuttke bunlardan sadece birkaçı. Hepsi de oyunculuk yeteneklerini sonuna kadar kullanıyorlar.
Oyuncu yönetimi, senaryo ve teknik anlamda Inglourious Basterds kesinlikle Tarantino’nun olgunluğunun ilk meyvesi olarak görülmeli.
Film, Yahudi lobisinin her yıl çektirdiği, onlarca istismara kaçan II. Dünya Savaşı filminden çok farklı bir yerde. Yer yer spagetti western yer yer Where Eagles Dare (1968), The Dirty Dozen (1967) gibi savaş filmlerinden izler taşısa ve adını İtalyan savaş filmi Quel maledetto treno blindato’dan (The Inglorious Bastards, 1978) alsa da kesinlikle orijinal bir yapım.
Artık Tarantino’yu bir kopyacı olarak görmeyi bırakıp filmlerinin kendine has yapısından zevk almanın zamanıdır. Yılın en iyi sinema macerasını ve Tarantino’nun bu epik sinema şaheserini kesinlikle kaçırmayın!
Yılın en iyi sinema macerasını derken bu gösterinin 153 dakika süren ve çok kısa bir sürede çekilen maalesef yılın en iyi balonu olduğu fikrindeyim…..Kötü olunmaz kötü doğulur bu sefer fıs…Çünkü Brad pitt gibi bir oyuncuyu madem başrole verdin bari adamı birde yönetebilseydi keşke acele edilmiş bir piyasa işinden öteye gidememiş..
Ben filmi begendim yazıda benim düşüncemi yansıtıyor.
Bir spaghetti savaş filmi
Karagöz, hala aynı fikirde misin?