blank

INGMAR BERGMAN (14 TEMMUZ 1918 – 30 TEMMUZ 2007)

“Her duygu, her hareket, her fiziksel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi; yine de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz… İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler, okuldan döndüğüm zaman, geceleri arkamdan kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koşturduğum zaman, Farö’de ki o yağmurlu günde sana tutunmak için elimi uzattığım zaman… Bilmiyorum! Hiç bir şey bilmiyorum! Bu başımıza gelen nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum. Sanırım ben kendim uluyorum!” Ingmar Bergman

Ingmar Bergman 14 Temmuz 1918’de İsveç’de doğdu.  Protestan bir papazın oğluydu. İnanç, kısıtlamalar ve demir misali bir irade vardı karşısında. Hayatı sorgulamaya iten bir güçle tanıştı doğumuyla beraber yani babasıyla… Kardeşiyle hiç anlaşamıyordu. “Onun ölmesi benim için iyi olurdu.” diyerek anlatıyordu aslında kardeşiyle aralarındaki bağın sevgi olmamasından duyduğu acıyı. Sık sık anneannesinin yanına kaçardı çocukluğunda. Onun yanında huzuru aradığını belirtirdi. Sinema’ya ilk adımını ona armağan edilen kamerayla attı Bergman.

Hayatı zorluklar ve karmaşalar içinde geçti Bergman’ın. O bunu sanatına yansıtmayı başardı. Bergman çok sayıda evlilik yaptı. Birçok aşk yaşadı. Hayatında her daim kadınlardan yana oldu. Onları filmlerinin de hayatının da kahramanı haline getirdi. Yaptığı filmler geneline bakıldığında hayatının onda bıraktığı izlerdi. Genel anlamda gerçekçi ve toplumsal sorunlardan uzak, daha çok melankolik ve içe kapalı filmler yapmakla eleştirilse de yönetmen dünya sinemasına adını kazandırmayı başarmıştı. Kendini ve sorularını öyle derinlemesine yansıtmıştı ki sinemasına seyircilerini kalplerinin tam ortasından yakalamayı başardı. 2005 yılında Time Dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirildi. Hayata gözlerini kapadığında beyaz suratlı ölümün elinden aklındaki soruların cevabını alarak mı tutmuştu bilinmez lakin bize onun ekranından birçok soru kaldı cevaplanmaya değer…

blank

“Sinemayı, edebiyat ve tiyatroyla eşit bir sanat konumuna yükselten yönetmen…” Time Dergisi

Bergman hayata aşkla baktı her daim. Yaşamı nitelediğimiz duyguları kendi perdesine öylesine yalın bir anlatımla aktardı ki çoğu kez izlerken rahatsızlık duyduk anlatımlarından. İçimizde büyüttüğümüz fısıltıları çığlık çığlığa aktardı yapımlarında. Filmlerinde masumiyeti kadınla aktarmayı tercih etti. Onları bir atın üstünde kiliseye en güzel kıyafetleriyle gönderdi. Hasta bir kadının gözünden sevgiyi, huzuru ve ölümü anlattı. Dekoru kırmızı ve beyaz olan bir ev ortamında… Hayatın renkleri varsa diyordu yönetmen duygunun da renkleri olmalı! Tanrı’yı sorguladığı yapımlarında aslında sorguladığı Yaradan değil insanların ona yüklediği ve yüklerinden yola çıkarak saptıkları çıkmaz sokaklardı. İnsanın inanç sistemiyle yürüdüğü yollarda kendi çıkarlarını harita etmeleriydi sorguladığı.

Bergman’ın atlanmaması gereken bir kimliği daha vardır. O da tiyatrocu yanı. Oyuncularından istediği mükemmeliyeti tiyatro sahnelerindeki tozdan kapmıştı yönetmen. Sinemada olduğu gibi tiyatroda da başlangıçta düşmüş, yuhalanmış başarıdan önce başarısızlığı tatmıştır. Lakin sonuç seyirciden aldığı muhteşem alkışlardır günün sonunda.

Bergman sinemasını dönemlere ayırmak mümkündür.

Birinci dönem diyebileceğimiz yılları 2. Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Bu dönemde çektiği filmleri dönemin umutsuz havasından payını fazlasıyla alır. O dönemde yükselen intihar oranı ve dini inancın sarsılması onun renklerini de etkiler. Ortaya sorgulayıcı ve karanlık yapımlar çıkar. Bunlardan en önemlisi ise Zindan (Fangelse) adlı filmidir. Yıl 1949…

Filmde genç yönetmeninin yanına aklında bir film projesi olan eski hocası gelir. Cehennemle ilgili bir senaryo vardır aklında. O senaryodan yola çıkarak film sorgulamaya başlar doğruyu, yanlışı ve bu kavramların kafamızdaki tanımlarını…

Bu dönemde çektiği diğer filmleri ise; Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyordu (Det regnar på vår kärlek, 1946), Hindistan’a Giden Gemi ya da Kaybolan Kızlar Limanı (Skepp till India land, 1947), Liman Kenti (Hamnstad, 1948), Susuzluk (Törst, 1949).

blank

Bergman’ın ikinci dönemi, sevgi, aşk ve ayrılık temalarıyla yüklüdür. Bu dönemde yönetmenin kadınlara eğilimi gün yüzüne çıkar. Onlara açıkça ayrıcalık tanır. Onlardan yanadır. Hikâyelerinde ki mesajı kadınlarının üstünden verir. Onları korur ve kollar. Galip gelmelerini sağlar. Bu dönemin en önemli yapımlarından biri Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri (Sommarnattens leende)’dir. Film 1956 Cannes Film Festival’inde seyirci ve jüri tarafından çok beğenilir. Hatta filme özgü bir ödül oluşturulmak zorunda kalınır, şiirsel hiciv ödülü… Film aynı zamanda İsveç sinemasını erotik filmler döngüsünden de kurtarmış olur ve dünyaya tanıtır.

Yaz Oyunları (Sommarlek, 1951), Kadınların Bekleyişi (Kvinnors väntan, 1952), Gezgincilerin Gecesi (Gycklarnas afton, 1953) gibi filmleri yönetmenin ikinci dönemine damga vurmuştur.

“Elimden gelenin en iyisini yapmaktan başka ahlaki bir kaygım yok. Korku, kararsızlık ya da fosilleşme, sanat alanında yeteri kadar şeye damgasını vuruyor ya da çarpık teoriler doğuyor.” Ingmar Bergman

Yönetmenin üçüncü dönemine baktığımızda Bergman’ın Tanrı – insan sorgulamasının doruk noktalarına taşındığını görürüz. Bergman inancı, varlığı ve yokluğu sorgular. Dinin sömürülme hali yönetmenin en çok vurguladığı noktadır. “İyiler her daim kazanır mı?” sorgusu özellikle bu döneme damga vuran filmlerinden Kaynak (Jungfrukällan)’da çokça sorgulanır. Atının üzerinde yola çıkan masum, kötülükten bihaber bakirenin başına gelenlerden yola çıkarak günahı ve sevabı sorgular. 1960 yılında seyirci karşısına çıkan yapım hem büyük ilgi görür hem de seyirciyi irrite eder. Yönetmenin amacı da budur zaten.

Döneme damgasını vuran en önemli yapım ise 1957 yılı mahsulü Yedinci Mühür (Det sjunde inseglet)‘dür. Filmde haçlı seferlerinden dönen genç şövalyenin Azrail ile geçen anekdotları, bundan yola çıkarak sorguladığı din ve insan ikilemi Bergman’a büyük bir şöhret kazandırır. Film başarısını duyguların elle tutulur hale geldiği karanlık yapısından alır.

Dönemin diğer önemli filmi ise Yaban Çilekleri (Smultronstället)’dir. Filmde başarılı tıp profesörünün ödül almak için çıktığı yolculukla beraber kendi içine yaptığı yolculuğu anlatır. Gençlik anıları, yalnızlık, pişmanlıklar, ölüme yakın olmanın verdiği çaresizlik ve korku üzerine karakterlerin muhteşem uyumuyla ilerleyen film Bergman’ın yine başarılı olduğu yapımların içindedir. Yıl 1957…

Dördüncü dönem yönetmenin Tanrı sorgusuna son kez döndüğü üç filminden ibarettir. Bergman sorgulamalarına burada son noktayı koyar ve Tanrı’nın ölümünü ilan eder. Ona göre her varlığı yaşatan ve öldüren güç ölmüştür.

1961- Aynadaki Gibi (Såsom i en spegel)

1963- İbadet Edenler (Nattvardsgästerna); yönetmen burada bir papazın inancını yitirmesinden yola çıkarak Tanrı sorgusuna noktayı koyar. Onun ölümünü ilan eder.

1963- Sessizlik (Tystnaden)

blank

“Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum. İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.” Ingmar Bergman

Yönetmen kaba güldürü tarzında dinlence amaçlı iki film çeker sorgularına nefes aldırmak adına ve sonra artık olgunluğunu ilan edecek, sinema dünyasına attığı imzayı beşinci dönem olarak adlandıracağımız filmleriyle taçlandıracaktır.

Beşinci dönem Bergman’ın yakın çekimleri ile süslediği ve sinema budur dediği, tüm kuralları yıkıp yenilerini silinemez harflerle kazıdığı dönemdir. Bergman insani duyguları oyunculuğu sonuna kadar kullanarak ellerle, jest ve mimiklerle ve karakterlerin karakterler içinde kaybolup gitmesiyle öne çıkarır. Sevgi, nefret, kayboluş, şiddet ve sessizliğin içinde yankı bulan çığlıklar onun bu döneminde daha önce kimsenin yapamadığı ve bugün bile kıskanılarak bakılan bir teknikle işlenir. Bergman artık çok büyük bir efsanedir.

1966- Persona; döneminin en önemli yapımlarındandır. Bergman filmde artık kendi benliğini de aşmış ve arayış içindeki iki kadınla birlikte kendisi de değişmiştir. Film gösterime girdiği dönemde hem oldukça beğenilmiş hem de acımasız eleştirilere hedef olmuştur. Ne var ki sonrasında film için sadece şu söylenecektir. Kuralları koyan film…

1968- Kurtların Saati (Vargtimmen); yönetmenin tek korku filmi olma özelliğini taşır. Hamile karısı ile birlikte yazlık bir evde vakit geçiren John Borg geçimini ressamlık yaparak sağlamaktadır. Bir süredir garip ve korkutucu sanrılar görmektedir. Bu yüzden uyuyamamaktadır. Özellikle de gecenin yerini sabah terk ettiği kurdun saatinde…

1968- Utanç (Skammen); savaş yalnızca onun içinde ölenleri değil ardında kalan yaşayan ölüleri de etkilemektedir. Bu film aynı zamanda bir ‘bilememek’ filmidir. Bilinmezlik bir zaman sonra yerini savaş hakkında daha çok öğrenmeye terk edecek ve bu da kahramanlarımızda sonu gelmeyen bir utanca sebep olacaktır.

“İnsan yüzü çalışmamızın çıkış noktasıdır. Kamera tümüyle nesnel bir gözlemci gibi yaklaşmalıdır ona. Aktörün en güzel ifade aracı bakışlarıdır. Sadelik, kosantrasyon, ayrıntı titizliği… İşte her sahnenin sonunda bütünün değişmez öğeleri bunlar olmalıdır.” Ingmar Bergman

1972- Çığlık ve Fısıltılar (Viskningar och rop); ölüm, inanç ve yalnızlık üzerine üç kız kardeşin öyküsü…

1973- Evlilik Yaşamından Sahneler (Scener ur ett äktenskap)

1978- Sonbahar Sonatı (Höstsonaten); bir kadının annesiyle olan gecikmiş hesaplaşması…

1982- Fanny ve Alexander (Fanny och Alexander)

Bergman insan denen yaratılmışın görünen ve saklanan her ayrıntısını ve onun Yaratan’la olan ilişkisini kendi süzgecinden öyle bir geçirip bize yansıttı ki hala kendi tanımlanamaz hallerimizde onun cevapları bize yol gösterecek nitelikte. O sadece büyük bir sinemacı değil aynı zamanda iflah olmaz bir tiyatro aşığı idi. Kendisinin de söylediği gibi sinema onsuz o ise tiyatrosuz yapamazdı.

Bazen derdi Bergman yapımlarımda öyle bir duygu kaplıyor ki içimi oturup ağlıyorum. Biz de onun dünyasından kendimize bakarken gözyaşlarımızı ve hislerimizi akıttık beyaz perdeye. O yazmakla bitmez adamı az da olsa analım ve hatırlayalım istedik bundan yola çıkarak. Sevgi ve huzur içinizde olsun. Tüm sorularınızın cevapları ise gönlünüzde…

blank

blank

Melahat Yılmaz Özberk

1981 Ankara doğumlu... Anadolu Üniversitesi Türk dili ve Edebiyatı bölümünde okuyor. Gölge- e Dergi ve Öteki Sinema’da çeşitli film eleştirileri ve hikâyeler yazıyor. Tek dileği yazacak sözlerinin bitmemesi ve bunları sayfalara dökebilmek…

3 Comments Bir yanıt yazın

  1. bu usta yönetmenin hem çalkantılı iç dünyasına hem hareketli dış dünyasına ve bunların sonucunda ortaya koyduğu eserlere bu sayfaya sığabilecek en dolu şekilde yer verilmiş çok çok güzel bir yazı yazmışsınız, tebrik ediyorum :)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Madene İnecek Cesur Sinemacılar Aranıyor!

Türk sineması neden maden işçisinin sorunlarını film yapmıyor? Yeni sinemacılar
blank

Sinemada 3D Teknolojisi: Kurtarıcı mı, Kabus mu?

3D teknolojisi, sinema salonları için bir kurtarıcı mı, yoksa 7.