Ülkemizde “Maymun Davası” olarak gösterime giren 1960 yapımı Inherit the Wind, aslında tarihte “Scopes Davası” diye bilinen gerçek bir hukuk ve özgürlük mücadelesine dayanıyor.
1925 yılında Tennessee’de gerçekleşen bu davadan ilham alınıp Jerome Lawrence ve Robert Edwin Lee tarafından senaryolaştırılarak, aynı senaristlerle 1958 yılında The Defiant Ones’ta da birlikte çalışan Stanley Kramer tarafından yönetiliyor. Ayrıca bu filmin 1999 yılında yapılmış bir yeniden çevrimi de mevcut.
Öteki Sinema için yazan: Gülnur Karakaş Tandoğan
Film kısaca, biyoloji dersinde öğrencilerine Darwin’in Evrim Teorisi’ni anlatan Bertram Cates adındaki bir öğretmenin, “insanın yaratılışına ait İncil’deki bilgiyi görmezden gelip, insanın alt düzey hayvan cinsinden geldiğini öğrettiği” gerekçesiyle öğretmenlik hakkının elinden alınması ve tutuklanması sonucu verilen hukuk mücadelesini anlatıyor. Davaya gönüllü olarak taraf olan savcı Matthew Harrison Brady, aynı zamanda bir siyasetçi. Savunmada ise Spencer Tracy’nin büyük bir başarıyla canlandırdığı avukat Henry Drummond karakteri yer alıyor. Geçmişte de tanışan bu iki hukukçunun dine ve bilime karşı bakış açılarındaki farklılık, mahkemenin seyrini de keyifli hale getiriyor. Diğer önemli bir karakter ise daha çok komedi filmleriyle tanıdığımız Gene Kelly tarafından canlandırılan gazeteci Hornbeck. Aslında bu karakterle birlikte filmin komedi yönü de önemli bir ivme kazanıyor. Aynı zamanda “Bir gazetenin görevi üzgünü rahatlatmak, rahatı da üzmektir” diyerek, medyanın misyonu ile ilgili önemli mesajlar da veriyor.
Inherit the Wind, mahkeme filmlerinden hoşlananlar için oldukça ideal çünkü önemli bir bölümü mahkeme salonunda geçiyor. Aynı zamanda filmin ana temasına bir aşk hikayesi de eşlik etmekte. Aslında bu durumun zorlama bir girişim olarak görülme riski olsa da tam tersi, filmin yolunda ilerlemesine destek oluyor. Özellikle rahip olan babası (inanç) ve öğretmen sevgilisi (inançsızlık) arasında kalan Rachel, ikilemde olan birçok kişiyi de temsil ediyor. Otoritenin baskısı altında kalan birçok kişiyi… Böylece Rachel, belki de filmin en can alıcı ve izleyicinin rahatlıkla empati kurabileceği en önemli karaktere dönüşüyor.
Filmde her biri sayfalarca tartışılacak ve akıl yürütülecek, birbirinden eşsiz replikler yer alıyor:
- Darwin yanılıyordu. İnsan hala maymun.
- Fikirlerinde o kadar yalnız ki, bomboş bir sokakta kendi ayak seslerini dinleyerek ilerliyor.
- Onlardan bedenimi özgürleşmelerini isteyerek, zihnimi mi hapsettirmeliyim?
- Düşmanının olmamasının sebebi işte bu… Sadece dostları ondan nefret ediyor.
- Kötü bir kanun kolera gibidir. Dokunduğu herkesi, karşı çıkanlar kadar savunanları da mahveder.
- Tanrı bize düşünme gücü verip, neden eziyet ediyor?
“Öteki”yi bastırmaya, sesini zayıflatmaya çalışmaya kalkışanlar aynı zamanda ondan en çok korkanlardır da. Hatta bu korku, baskıcı kesimlerin her şeyi göze almalarında motive edici bir faktör de olabilir. Nitekim filmde de, Darwin ve öğretilerinden korkan kasaba halkı ve yönetimi, çocuklarının İncil’e gülmelerindense tüm dünyanın onlara gülmelerini kabullenecek kadar gözü kara bir ruh haline bürünüyor. Bu türden bir tepki, dinin dokunulmazlığını ve her şeyin üzerinde tutuluşunu yansıtması adına oldukça yerinde bir örnek teşkil ediyor.
Finale kadar dengeyi koruyan film, “Tanrı insanı değil, insan Tanrı’yı yarattı” diyecek kadar cesur önermelere rahatlıkla yer açarken, finalde farklı okumalara neden olabilecek “ne şiş yansın ne kebap” tarzı bir hamleyle tavrını aniden yumuşatıyor. Aslında bu hareketin açılımını “her Darwinci ateist olmak zorunda değildir” şeklinde yapmak da mümkün olabilir elbette. Çekildiği 1960 yılının koşullarını ve o güne kadar Amerikan toplumu içinde ateizmi cesaretle ele alan başka bir filmin olmamasını da göz önüne alırsak, bu tür bir “orta” duruşu da anlayabiliriz.
Oyunculuklara da ayrı bir parantez açmak gerek. Özellikle Spencer Tracy rolünde adeta döktürüyor. Hatta Tracy’nin yönetmen Stanley Kramer’in fetiş oyuncularından biri olduğunu söyleyebiliriz. Zira ikili, her ikisi de efsane olan “Judgment at Nuremberg” ve Guess Who’s Coming to Dinner” da da birlikte çalışıyorlar. Diğer oyuncular ise rollerinin hakkını yeterince veriyor. Ancak savcı rolündeki Fredric March’ın, özellikle komedi dozu yüksek olan sahnelerde, biraz abartıya kaçtığı görülüyor.
“Scopes Davası”ndan bir kare
Inherit the Wind, aynı zamanda Kevin Spacey gibi önemli oyuncuların da rol aldığı bir tiyatro eseri. Ülkemizde de bir zamanlar sahnelendiği gibi, dünyanın birçok yerinde sergilenmeye devam ediyor. Özellikle din söz konusu olduğunda farklı düşünene verilen aşırı tepkiler, baskılar ve yıldırma politikaları nedeniyle belki de bir yüzyıl daha anlamını ve güncelliğini kaybetmeden filme ve tiyatroya uyarlanmaya devam edecek. Ülkemizde halen, öğrencilerine derste Darwin ve Evrim Teorisi’nden bahseden öğretmenlerin ceza aldığı, birçok klasik eserin sansürlenmeye çalışıldığı düşünülürse “Inherit the Wind” artık Amerika’dan çok bizi anlatıyor…
Ötekisinema’da yayınlanması benim için hoş sürpriz olan bir yazı. Evrim vs. Yaradılış tartışmaları hakkında çekilmiş bir kurgu seyretmek isteyen herkese tavsiye ederim. Zaten sanırım bu konuda başka da belgeseldışı eser yok. Inherit the Wind tek kelimeyle muhteşemdir.