Innocent Blood’dan ilk defa Sinema dergisini okurken haberdar olmuştum (belki o da olmayabilir, kaynak aklımda öyle kalmış) ki o sıralar yönetmen John Landis’in daha önceden çekmiş olduğu An American Werewolf in London ve The Blues Brothers filmlerini izleyebilmiş bile değildim. Okuduğum tanıtımda, Innocent Blood için yönetmenin An American Werewolf in London’da denediği tarzın vampirli versiyonu olarak geçmekteydi. Yönetmenin ilk iki filmini TV’de izleyebilme fırsatını yakaladıktan sonra sıra Innocent Blood’a gelmişti ki onunla tanışabilmemiz çok ama çok geç oldu denebilir. Kendisiyle buluşup 100 dakika civarında birbirimizi süzdükten sonra, kendisinin şahsım adına söyleyeceklerini bilemiyorum tabii! Lakin ben kendisi hakkında edindiğim izlenimleri size aktarayım.
Öteki Sinema için yazan Cemalettin Sipahioğlu
Kendine koyduğu bir takım avlanma kurallarına göre hayatını sürdüren güzel vampir Marie; bu kurallar çerçevesinde sadece ve sadece “ruhunun kötü olduğunu” anladığı insanları avlayarak, olası bir vicdan azabından da kurtulabilmeyi başarmıştır böylece…
Şehrin azılı gangsterleri arasında çıkan husumetlerin haberleri, Marie için açık büfe çağrısına eş değer gibidir ve aralarından seçtiği ilk kurbanıyla temasa geçer. Lakin kurban olarak seçtiği Joe’da (Anthony LaPaglia) bir tuhaflık sezer; bir yemek için fazla acılı ve masum hissettirmektedir ve ona sempati duyması, kurallarından biri olan “yemek ile oynamaya” ters düşer. Ondan hemen uzaklaşmaya çalışır. Açlığını, Joe’nun yakın arkadaşı ve koruyucusu olan Tony’den (Chazz Palminteri) gidermeye karar verir. Yeni hedefinin tam istediği gibi olmasına rağmen, ölümü de, polis teşkilatı için büyük sorunların başlamasına sebep olacaktır. İkinci hedefinin çıkaracağı sorun ise olayları daha da allak bullak edecektir…
Mafya lideri Sallie’nin “Neşeli-Zalim” karakteriyle işlediği cinayetle başlayan ilk bölümle “korku-gerilim” sularında seyreden film, ilerledikçe, “korku-komedi-macera”ya dönüşüyor. Ama filmimizi asıl ilginç kılan “zombi” teması ile olay gidişatı içerisinde asla telaffuz edilmeyen “vampir” sözcüğünün sahibi olan mitin(!) ilginç bir flörtü söz konusu: Kurbanlarının boynunu fazla tahriş etmeden değil neredeyse bir hayvanmış (ya da zombiymiş ) gibi parçalayan vampir Marie, tekrar dirilememesi için kafasını uçuruyor ki bu işlem klasik vampir mitinde bu hortlağı öldürme yöntemine uygun olmakla beraber (Vampirin kalbine kazık çaktıktan sonra, kafasını kesip ağzına sarımsak doldurma işlemi), Romero’nun zombilerinin öldürülme yöntemiylen de gayet örtüşüyor. Ayrıca, vahşi ısırık sonucu ölüp tekrar dirilenlerin tıpkı bir yaşayan ölü gibi kafalarından vurulmadıkça hiçbir silah işlemiyor hatta hissetmiyorlar bile. Bir hortlaktan farkı kalmamış görünüşüyle elindeki eti yermiş gibi kemirmeye çalışan Sallie’yi gördükçe, kendinizi bir zombi filmi izlermiş gibi hissediyorsunuz.
Tabii bu vampirli-zombimsi dans partisinde, yüzü gülümseten ince esprilerde cabası, misal: Polis morgunda yaşanan olaylar (ki gene izlerken fark edemediğim Frank Oz’da oynuyor bu bölümde), “İstersen içeri dönüp bir uzanı ver?” Mevzusu; Marie’nin, Joe’nun güvensizliğinden kaynaklanan iktidarsızlık problemini çözme çabası! Filmimizin giderek artan mizahi yanını daha da güçlendiriyor bu anlar.
Bu gidişat sırasında minik rollerde, Tom Savini (ünlü korku filmlerinin makyaj ve efekt ustası), Sam Raimi (avukatın evinde cereyan eden kısımda Evil Dead göndermesi de mevcut), Dario Argento (ki bu ikisini hiç fark etmemiştim IMDB sağ olsun) gibi korku filmi takipçilerinin aşina olduğu simaları görmek keyiflendiriyor.
Oyunculuklara getirip öncelikle başroldeki üçlüye değinirsem: Nikita olarak tanıdığımız Anne Parillaud, Marie rolündeyken, avına göre; masum bir ürkeğe veya da ağzı bozuk bir şirrete dönüşebiliyorken; Kimliğini saklamak adına ona şüpheyle bakan gözlere “benden canavar olur mu hiç?” Gülümsemesiyle karşılık vermeyi ihmal etmeyerek elinden geldiği kadarıyla varlığını ortaya koymakta. Macera sırasında Marie’yle yolları kesişecek Joe rolündeki Anthony LaPaglia’da, “Neler oluyor? Bu kadın da kim? Bunların anlamı ne?” Gibisinden sorular ilen yüzleşen karakterin şaşkınlığını fazlasıyla iyi yansıtmakta. Ve filmimizin kötüsü Sallie rolünde Robert Loggia, onun olduğu her anı izlemek keyif verici: Sevecen bakışlarıyla beliren gülümsemesinin ardından, vahşi köpekbalığına yaraşır dişlerini gösteren canavar rolünü gayet iyi oynamış. Düştüğü durumu bir avantaj olarak görüp, yeni oyuncağını edinen çocuğunki gibi bir neşeyle dehşet saçmaya başlamasıyla filmin değerini, gözümde daha da arttırmakta. Yan rollerdeki, “yüzünü bilip adını bilmediğiniz simalar”da, yapmaları gerekeni layığı ile gerçekleştirerek filmimize gerekli katkıyı sağlıyorlar.
Giderek macera komedi yapısına dönüşen yapısı sebebiyle, hikâye de biraz havada kalır cinsten oluyor haliyle. Her ne kadar zombi temasıyla vampir mitini aynı tabakta sunuyormuş gibi yapsa da, kendini ciddiye almak yerine kendini yaşanan karmaşanın oluşturduğu maceraya odaklanıyor. Ama şöyle bir durup düşününce; “korku-komedi-macera” olmaya çalışan bir film için bu pekte can sıkıcı duruma dönüşmüyor. Tabi illaki bir iki ilginç yanı –ya da kişisel irdelemeyi- aktarırsam: Sadece kötülerin kanıyla beslenmeye gayret gösteren Marie’nin kurbanlarının da sadece erkeklerden oluşması ve filmin sonlarına doğru “erkeklerden hoşlanmadığını” belirtmesi ile akılda; biraz uç noktalarda gezinen bir feminemmiş fikrini uyandırıyor. Erkekleri ikna etmek için takındığı birbirinden farklı hal ve hareketlerinin ortak noktası “erkeğin onda görmek istediğine” göre şekillenmiş “zayıf ve elde edilebilir imajı” olsa da aslen oldukça güçlü ve başka birine ihtiyaç duymayan dişi vampir var. Erkeklere biçtiği, “kötücül ve gücü elde tutunca, sapıtan varlıklar” fikrini dile getirmese de bize hissettiren Marie’nin, bu saydıklarımı görmediği Joe’ya yakınlaşması ve en sonunda güvenebilmesi de; kendi kimliğini olduğu gibi Joe’ya gösterebilip, onun tarafından olduğu gibi kabul edilebilmesinde yatıyor.
Son Sözler
Zombi ve vampir teması arasında küçük bir flört yaşatan; içinde “vampir” sözü geçmeyen; korkutmayı değil, korku takipçileri için gülümsetmeyi hedefleyen bir film Innocent Blood. DVD’sinin de çıkmasıyla tekrar hatırlanıp, IMDB’de hak ettiği 6 puanını en sonunda alabilmiş bu hoş ama boş gelebilen ama gene de üstüne basa basa “hoş”un altınının, biraz daha kalın çizilmesi gerektiğine inandığım, John Landis eseri.
Marie’nin altın kurallarından birini, filmimizin de ana söylemi olarak alırsak, son olarak yazacağım; Siz, siz olun: Yemek sonrası tabağınızda artık bırakmamaya özen gösterin. Başınıza bela olabilir sonra!