Çalışan, üreten, alınteri döken ancak yoksulluktan, ezilmekten, sömürülmekten kurtulamayan ve ülkesinin sinemasında yok sayılan kitleler ilk kez Umut (1971) filmiyle, sinemada kendilerine yer bulabilmeyi başarmıştır diyebiliriz.
Gecelerin Ötesi (1960), Kırık Çanaklar (1961), Karanlıkta Uyananlar (1964) veya Susuz Yaz (1964) gibi filmler Yeşilçam’da burjuva kızlarının ve oğlanlarının “aşk” acıları ve can sıkıntıları dışında bir şeyler anlatmanın mümkün olabileceğini göstermişse de, Umut, toplumsal sorunlara tutarlı ve bilinçli bir şekilde parmak basan ilk film olmuştur düşüncesindeyim. Örnek alabileceği bir geleneğe sahip olmayan ve çoğunlukla el yordamıyla, acemice, yer yer milliyetçilik ve erkek egemen bakış açısıyla yapılmış Umut sonrası filmlerde “halkın” hikâyesine yer verilmiş olması bile başlı başına büyük ve önemli bir adımdır.
“Kadınlar erkeklerden daha dertli, cesaretli ve kuşkusuzdurlar. Bir kapı eşiğinde çok yaşlı bir kadın oturuyordu. Üstü başı yama içinde. Bu yaşlı ninenin elinde bir borazan ağızlığı… Çanakkale’de şehit düşen borazancı oğlunun ağızlığını sağ kalan askerler ona getirmişler. O günden beri o nine (tarlaya çalışmaya gidemeyecek yaşta olduğundan) oğlundan kalan ağızlığa baka baka ağıt söylüyordu. Yetiştirdiği evladından elinde bir o boru ağızlığı kalmıştı. Titrek, hafif sesiyle on yedi, on sekiz yıldır yaktığı ağıtları okuyordu. Gözlerimden boşanacak yaşları saklamak için gençlerin arkasına saklandım. O seste bütün Türk halkının iniltisi yansıyordu. Yaşlı ninenin yanında uzun boylu ayakta duran, bir paçavra parçasıyla gözlerini silerek başka tür derdini anlatmaya çalışan kadın ve onun gibi daha niceleri… Golf pantolonlu halkçılarımız bunları göremeden gitmişlerdi. Bütün köy, o hayalimizde Ayşeciklerin, Fatmacıkların sevgi türküleri söyledikleri köy bir kerpiç yığınına benzemiyordu. Halkın çoğunun giysisi paçavra, çoğu yalınayak, şurada burada hayvan leşleri ve milyonlarca sinek… “Görsek de, görmesek de, o köy bizim köyümüz” öyle mi şair efendi?” (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)
Kurtuluş Savaşı’nda kırk beş kiloyu geçen her erkek çocuk olsa bile cepheye çağrılırken, zavallı Anadolu’nun erkekleri birer birer vatan için şehit düşerken, “erkeksizlikten” ekilip dikilemeyen tarlalar ağaların eline geçerken, halkın ödediği bedel sermayeye dönüştürülerek hazineden geçinmeli burjuvazi yaratılmış, üstüne üstlük yurt dışına “tedaviye” gidenler, cepheden kaçanlar ve “kendi çıkarlarını vatanın menfaatinden yüksek tutanlar” Atatürk’ün ölümünü fırsat bilerek ele geçirdikleri kadroları kullanarak kalkınma ve çağdaşlaşma çizgisini yozlaştırmayı başarmışlardır. Bu yozlaşma neticesinde, Anadolu insanı bedel ödemeye devam ettikçe, sesi çıkmadıkça, hakkının peşine düşmedikçe “sevilmeye” ancak ‘’hakkını aramaya’’ başlayınca şampanya kadehini nasıl tutacağını bilmediği, yemek masasına dirseklerini dayadığı, kırmızı etle hangi şarabın içileceğinden habersiz olduğu, bir Fransız şairin, bir Alman filozofun, bir İtalyan yönetmenin eserini bilmediği için cahillikle suçlanmaya başlamıştır. Binlerce yıldır içinde yaşadığı kültür aşağılanmakta, meziyetleri küçümsenmekte, bilgisi alay konusu edilerek aslında daha da cahil kalması, batıl inançlarının ve hurafelerin içinde sürüklenmesi için görmezden gelinmekte ve kendine biçilen sınırların dışına çıkmak istedikçe yetiştirdikleri hayvanlarla özdeşleştirilerek kimliksiz oldukları vurgulanmaktadır. Yılmaz Güney kendisinden önce yapıldığı gibi burjuvazinin aşklarını değil bu ezilen, sömürülen, yok sayılan kitlenin acılarını, dramlarını anlatmayı başarmış, birçok kişiyi etkilemiş ancak bu etkisi kısa bir zaman dilimiyle kısıtlı kalmış, halkın ve köylünün hikâyesi sinemada anlatılmaya değer bulunmamıştır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Ünlü “şair” ne demiştir, biliyorsunuzdur herhalde: “Orada bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür/ Gitmesek de görmesek de/O köy bizim köyümüzdür.” “Şair” utanmadan böyle dizeler yazmış! İnanılır gibi değil. Bu zırva sözlere “şiir” diye hayran olanlar var hala. Efendiler gidince köyü dolaşmaya çıktık. Bizi gören köylü ayağa kalkarak “Kusura bakmayın efendi, bizim halimiz böyle” diyerek özür diliyorlardı. Böyle koşullar altında yaşayan insanları ilkel, cahil, pis, aşağı görmek dünyada düşünülebilecek en büyük alçaklık olurdu. (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)[/box]
Kanun önünde eşit sayılmak, insanca yaşamak, namusuyla çalışmak, okumak, öğrenmek, bilinçlenmek ve üretmek isteyen insanların mücadele etmelerine karşın sömürüden kurtulamamaları ve nihayetinde adaleti kendilerinin sağlamak zorunda kalması bu yıllarda çekilen pek çok filmde işlendiği, parasının gücüne dayanarak insanları ezen ve sömüren burjuvaziye olan nefret ve “intikam” temalarının belirgin bir şekilde öne çıktığı görülmektedir. Bunlar arasındaki en mülayim denilebilecek Bizim Aile (1975) filmindeki “Bak Beyim” hitabıyla başlayan efsane tirat, bu dönemin özeti olarak görülebilir. Doğal gelişim sürecine bırakılsa tutarlı ve ilkeli bir mecraya yönelebilecek bu çabalar, nasıl 1960’lı yıllardaki toplumsal hareketler ile onun sinema ve sanattaki yansımaları melodram sosuna bulanmış arabesk ile boğulmuşsa, 1970’li yıllardaki çabalar da benzer şekilde mizah sosuna bulanmış seks filmleriyle boğulmuştur.
“Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluk çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. Sen, büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim bey, sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm! Ben, Yaşar usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime! Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!”
Ülkemizde nerdeyse bütün tartışmalar tabulara, kalıplara ve önyargılara bağlı yürütülmekte, tarafların “kutsalları” anında her şeye egemen olmaktadır. Aslında hiçbir şeyin tartışılamadığı ve bir taraf için kutsal olanın diğer taraf için hiçbir anlam ifade etmediği bu durum hoşgörüsüzlükten beslenen hastalıklı bir ortamdan başka bir şey değildir. Yılmaz Güney Umut (1971) filmiyle bu tabuları ve sinema üzerindeki burjuvazinin egemenliği sarsmayı başarmış ve sonraki filmlerinde de bu yozlaşmayı kıyasıya eleştirmeyi başarmıştır. Bu dönemde çekilen milliyetçi ve muhafazakâr sayılabilecek birçok filmde, birçok konunun benzer şekilde işlenmesi sömürüye, yoksulluğa ve haksızlığa karşı mücadele etmenin tabuların önüne geçtiğinin göstergesi sayılabilir.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Yılmaz’la birlikte bir kadromuz vardı. Türkiye gerçeğini anlayan, objektif yorumlayan, ezene karşı ezilenleri sinemaya taşıyan çalışmalarımız takdir topladı. Türkiye’de yaşıyor olacaksınız ve Türkiye gerçeğine yabancı olacak, ya da görmemezlikten geleceksiniz, bu olmaz! Biz o tabuyu yıktık.” (Hayati Hamzaoğlu)[/box]
Agâh Özgüç, Türk sinemasında seks komedileri furyasının “Bir Horoz Beş Tavuk (1974)” filmiyle başladığını iddia eder. Bu tarihten sonra halkın hikayesine yer veren birçok başarılı film çekilmişse de bu filmlerin bireysel çabalar sonucu çekildiğini düşünüyorum. Dünyaya açılmak, Türk sinemasına özgü bir çizgi, bir akım oluşturmak imkânı seks ve arabesk furyalarıyla yok edilmiştir. Eşkıya (1996) filmine kadar duraklayan ve gerileyen sinema, bu tarihten sonra sayısal olarak hızlı bir tırmanışa geçmişse de, dayanabileceği bir kök ve gelenek bulunmadığından tesadüflere ve yanlış anlaşılmalara dayalı, mücadele etmek yerine boyun eğmeyi, “kaderine” razı olmayı işleyen ucuz senaryolara dayalı, gişeye yönelik sabun köpüğü filmler yapmakla yetinmektedir. İnsanın yeryüzündeki insanileşme mücadelesine destek olma amacından uzak filmler yapmasına karşın kimselerin hiçbir utanma belirtisi göstermemesi içinde bulunulan çürüme ve yozlaşmanın büyüklüğünü ve korkunçluğunu gözler önüne sermektedir.
Türk insanı kitap okumada dünya ortalamasının hayli gerisinde olmasına karşın televizyon izlemede birinciliği kimselere bırakmıyor. Dünyada kişi başına kitap harcaması 5 lira civarında iken, ülkemizde 50 kuruş civarındadır ve 100 kişiden yalnızca 4’ü kitap okumaktadır. Geçmişe oranla geniş imkanlara, zorunlu eğitime hatta her ilde bir üniversite bulunmasına karşın okuma seviyesinin her geçen gün gerilemesinden, kütüphanelerin halinin içler acısı olmasından kimseler rahatsızlık duymaz. Çocukluğumdaki ilçe kütüphanelerinin günümüzde çoğu üniversitenin kütüphanesinden daha zengin olduğunu gördükçe okuma alışkanlığının sonradan kaybedildiğini hatta kaybettirildiğini düşündüğümü söylemeliyim.
Soğuk savaş döneminde Amerikalı siyasetçiler, bir ülkenin ne şekilde olursa olsun komünist yönetime geçmesinin, komşu ülkeleri de etkileyebileceğine yönelik bir teori geliştirmişler ve buna “Domino Teorisi” adını vermişlerdir. Amerikan ordusunun, Fransızların arkalarına bile bakmadan kaçtıkları Vietnam’a girerek ülkeyi cehenneme çevirmelerinin ve komünist bir yönetimin iktidara geldiği Nikaragua’daki kontraların desteklenmesinin arkasında yatan fikir bu teoriden beslenmektedir. Reagan yönetimi “Özgürlüğü savunmak adına kararlı bir şekilde hareket etmezsek bugünkü çatışmaların kalıntılarından yeni Küba’lar doğacaktır” diyerek harekete geçmişse de, Vietnam hezimetini unutmayan Kongre Başkanı desteklemez ve istediği parayı vermez.
Gary Webb isimli bir gazeteci, kaleme aldığı bir yazı dizisinde, “malum” bir teşkilatın Nikaragua’daki iktidarı devirmek için kontra gerillalarını desteklemek için uyuşturucu parası kullandığını iddia etmiş ve bunu “Karanlık İttifak” olarak adlandırmıştır. Başkan Nixon döneminde başlayan, yıllarca sürdürülen ve “birinci önceliğim uyuşturucuyu bitirtmek” diyen Başkan Reagan döneminde doruk noktasına ulaşan “Uyuşturucuya Hayır” savaşlarında mücadele etmesi gerekenlerin aslında “uyuşturucu sattıkları” iddiaları Amerikan kamuoyunda kıyameti koparmıştır. Büyük gazetelerin şaşırtıcı bir şekilde “malum” teşkilatı savunma ve Gary Webb’i itibarsızlaştırma yarışına girmeleri sonucu medyadan dışlanan ve maddi sıkıntı içine düşen Webb 2004 yılında evinde ölü olarak bulunur. Kafasına iki kez sıkarak intihar ettiği söylenir ve olay kapanır.
Nixon’dan Reagan’a Başkanların “Amerika’nın en büyük halk düşmanlarından birisi uyuşturucu bağımlılığıdır. Toplumumuzu tehdit eden bu sorunu bitirmek için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Uyuşturucu, toplumumuzu tehdit eden bir unsurdur. Değerlerimizi tehdit ediyor, kurumlarımızın temelini sarsıyor. Çocuklarımızın ölümüne sebep oluyor.” sözlerini ekrana yansıtarak ve kontraları desteklemek için “Beyaz Saray’ın paraya ihtiyacı vardı. Çok ama çok paraya… Onların yapmak istediği, Kongre’nin istemediği savaşı yapmaktı” diyerek başlayan Gary Webb’in trajik hikâyesini anlatan “Kill the Messenger (2014)” filmi bu paranın uyuşturucu satışından sağlandığını iddia ederek başlıyor.
Vietnam’da yitirilen itibar, Küba ve petrol krizi, büyük yolsuzluklar, dolar sisteminin çökmesi gibi çeşitli gelişmeler neticesinde yaşanan ekonomik istikrarsızlığın daha büyük toplumsal bölünmelere yol açmaması için düşmanlık görevlerini yapmakta gittikçe zorlanan komünizm haricinde başka bir düşman daha gerekiyordu. Hızla bulunan bu yeni düşmanın adı uyuşturucu idi. Büyük bir uyuşturucuyla mücadele programı başlatıldı ve en kontrollü ekimi yapmasına karşın Amerikan kamuoyuna ve Kongre’ye sunulan raporların tam aksini söylediği, Kıbrıs’ta “söz dinlemeyen” Türkiye de bu savaştan kendi payına düşeni almakta gecikmedi. Duygu Sağıroğlu’nun İnsan Avcısı (1975) isimli filmi, Amerika’nın bu politikası ekseninde, döneminde yaşanan pek çok konuyu Dirty Harry (1971) ve Death Wish (1974) filmlerinde öne çıkan muhafazakâr maço polis tiplemesine yaslanarak yarattığı bir kahraman üzerinden ele alıyor ancak hiçbir polisiye rastlamadığım kadar doğrudan siyasi tartışmalara girmekten de hiç çekinmiyor.
Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’ye uygulanan Amerikan ambargosunun kaldırılacak olması üzerine silah dengesinin kendi aleyhine bozulacağını bilen ve “Türklerin haşhaş ekimini kontrol edemediklerini ispatlayabilirsek yeni bir ambargo kararı alabiliriz” diyerek Yunan çıkarlarını Amerikan çıkarlarıyla örtüştürme çabası içinde oldukları iddia edilen Yunan uyruklu senatörlerin kurmuş oldukları gizli örgütün faaliyetleri filmin yaslandığı ana temadır. Gizli görevleri, Türkiye’yi Amerikan ve dünya kamuoyunda uyuşturucu kaçakçılığı yapan bir ülke olarak göstermek olan ajanlar uyuşturucu ile mücadele ve ekim alanlarının güvenliğinin kontrol edilmesi maksadıyla Türkiye’ye gönderilir ve rahat hareket edebilecekleri yer olan narkotik şubenin başına geçerler. Ülkenin karıştırılması için uygulanan yöntemlerin çeşitliliği, kendi çıkarlarını vatanın menfaatinden yüksek tutan işbirlikçilerin hali, halkın yoksulluğu, sömürü, işçi hakları, grevler ve kanunun her zaman güçlünün yanında yer aldığı iddiaları filme serpiştiriliyor.
“Başımıza Amerikalı ajan vermeleri kanıma dokunuyor” diyen Cüneyt Arkın’ın oynadığı Metin karakteri oynanan oyunu sezer ancak yakın arkadaşı dışında kimseyi ikna edemez. Oyunu bozmak için harekete geçtiğinde, arkadaşı tüm ailesiyle birlikte acımasızca katledilir. Metin’in saldırıya uğramadan önce okuduğu kitabın “Umut Adam Ecevit” olması manidardır. Polis olarak mücadeleye edemeyeceğinin farkına varan Metin istifa eder ve “domuz kurşunlarıyla” intikam almaya başlar. Finalde emniyet müdürü olduğunu tahmin ettiğimiz karakterin “sen haklıymışsın” demesi Metin’in “kanunlar çerçevesinde” oyunu bozamayacağını simgelerken, aynı zamanda “Johnson Mektubu”na karşı çıkışı vurgulamaktadır diyebiliriz.
Amerikalı ajan Türk personele silah eğitimleri yaptırırken, olan bitene ilk andan beri önyargılı yaklaşan Metin, her alanda rakiplerini alt eder hatta seçme ajanlardan üstün dereceler yapar. Amerikalının “kutlarım, çok iyisiniz” sözlerine, Metin’in “yok canım, denk geldi. Bizim sizinle boy ölçüşmek ne haddimize” demesi ancak sözlerinin tam aksini yansıtacak şekilde gözleri adamın gözlerine dikmesi o yıllarda toplumda karşılığını bulan alaycı bir ifadenin başarıyla beyazperdeye yansıtılması olarak görülmelidir. “Gerçekler beni ilgilendirmiyor, kamuoyunu yönlendirmek her zamanki gibi gene bizim elimizde” sözleri, Kıbrıs’ta Türklere yapılan katliamların örtbas edilerek ve dini hassasiyetlerin kullanılarak dünya kamuoyuna tam tersi olarak aktarılmasını ve Wag the Dog (1997) filmini akla getirir.
Uyuşturucu baskını için gittikleri bir depoda, kaçakçının, kendini yakalamak üzere olan Metin’e “Amerikan uşağı, gücünüz anca bize yetiyor” sözleri üzerine Metin “bildiklerini savcıya anlatacaksın, bu memleket toptan satılmadı henüz” sözleri abartı olarak görülebilirse de işbirlikçilere olan nefreti simgeler. Baskın sonrası Amerikalı ajanın, basına, “bir ülkede kaçakçılık varsa ekim de vardır” demesi, kurgulanan planın başarıyla yürüdüğünü gösterir. Bunu duyan Metin durumu tam olarak kavrayamasa da “sanki adam Kongre’yi üzerimize sıçratmak için konuşuyor” der ancak uyumlu çalışmadıkları gerekçesiyle narkotik şubeden alınarak başka bir birimde görevlendirilir. Baskın haberi basında ciddi yer bulur ve Kongre’de “ekim alanlarının bombalanmasının dahi teklif edildiğini” öğreniriz.
Uyuşturucu kaçakçılığı işinde Amerikalı ajanlara yardım eden işbirlikçi patronun fabrikasındaki durumdan habersiz işçiler “Hakkımızı alacağız, sömürüye paydos” diyerek greve giderler. Patronun “grevin elebaşlarının temizlenerek, grevin kırılması” talimatını vermesi üzerine kiralanan “katil sürüsü” işçi önderlerini öldürür. İşçilerin asmaya çalıştıkları “grev anayasal bir haktır” pankartı ise işçilerin kefeni olur. Olay yerine gelen Metin’in sorularına “Onlar görülmez, görülse de yakalanmaz, yakalansa da mahkûm edilmez” diyerek cevap verilmesi ve öldürülen işçinin cenazesinde “bizim hakkımızı koruyacak kimse yok mu bu ülkede” sözlerine maruz kalması dönemin güvensizlik ortamını simgeler.
Filmin polisiye türünde Türk sinemasında ilk ve tek olduğunu söyleyebilirim. Güncel politik tartışmalara girmekten ve halkın yanında durduğunu göstermekten çekinmeyen, işbirlikçileri, hainleri, alçakları kanlı bir şekilde yok etmek gerektiğini söyleyen başka bir filmle karşılaşmadığımı söylemeliyim. Metin karakteri bununla da yetinmez ve diğer mazlum milletlerin intikamını da almayı başarır. Ajanlardan biri olan Toma’nın “uğurum” diyerek boynunda taşıdığı kolye, Vietnamlı bir esirin ağzından söktüğü bir diştir. “Vietnamlı ölü müydü canlı mıydı bu dişi sökerken” diyen Metin, “Canlıydı” yanıtı üzerine Toma’nın dişlerini aynı şekilde söker ve hızarla ikiye bölerek Vietnam halkının intikamını alır. Diğer ajan Bill’in “Derini yüzeceğim senin” demesi üzerine “Beni Kızılderili mi sandın” diyerek yavaş yavaş öldürür.
İkinci yarıdaki intikam sahneleri tamamen Cüneyt Arkın’ın kişisel beceri ve yeteneklerine dayanılarak çekilmiş… İşbirlikçiler, yabancı ajanlar ve Türkiye aleyhine çalışan herkes acımasızca öldürülür. Birisi üzerinde “made in usa” yazılı tabut benzeri bir sandığın içinde diri diri yakılırken, bir diğeri Amerikan menşeli bir hızarla ikiye bölünür. İşbirlikçi patron “cezamı kanun karşısında çekmeye hazırım” dese de, Metin “nasıl olsa kanundan kaçacak yolları biliyorsunuz” diye yanıtladığı patronu bir kutuya koyarak fırına atar ve diri diri yakar. Bu, uzun, kanlı ve acımasız sahneler, gördükleri karşısında nefretle dolan seyircide pişmanlık oluşturmaz hatta “O satılmış köpekleri sağ bırakma, hepimiz için” diyen işçi Zafer, toplum adına konuşmaktadır diyebiliriz.
Öteki Sinema için yazan: Salim OLCAY