Ne hasta bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar, ne de şeytan bir günahı, benim Insidious serisinin devam filmlerini beklediğim kadar. Bu beklentimde ilk iki filmin bu kadar gerilimli, duygu yüklü, kendine has olmasının payı büyük. James Wan sinemasının cızırtılı ses efektlerinden, böeh diye fırlayan yaratıklardan ziyade Uzakdoğu blanksinemasına has teatral makyajlara, insan hayaletlere yer vermesinin de. Fakat canımın içi yönetmenim, filmin üçüncü ve dördüncü “chapter”larında sadece yapımcı olarak kalmayı yeğledi ve onun yönetmen koltuğuna vedası, filmlerin devamına da “çok kötü değildi ya” olarak yansıdı. Yeni bir fikir, yeni bir soluk aramak boşunaydı. Insidious: The Last Key yani Insidious 4 şu günlerde sinema salonlarına musallat olmuş durumda. Ben de bir ruhlar bölgesi müdavimi olarak, gidip izledim tabii. Fakat film; çocuk odasındaki tempolu giriş sahnesine, Annabelle göndermelerine ve o kadar anahtarı (tam 5 tane) olmasına rağmen biz seyircilerin gönül kapılarını bir türlü aralayamadı. Çünkü maymuncuk, Mavi Sakal’ın anahtarı, bütün kapıları açan o altın anahtar James Wan’daydı. (O da şu sıralar en sevdiği diğer bebeği The Conjuring’le ve Aquaman’i yüzdürmekle meşgul.) Yine de Elise Rainier’ın üçüncü gözünü sevenler olarak; aldırma gönül aldırma diye diye izledik filmi.

Insidious serisinin demonolojisti Elise Rainier (Lin Shaye) tıpkı Pirates of the Caribbean serisinin ilkinde diğer karakterlerin arasından sıyrılıp, adına film yapılan Jack Sparrow gibi oldu. Filmin son iki bölümünde olaylar hep onun çevresinde gelişiyor. Bir süredir o ve Spectral Sightings’in iki şapşal elemanı Tucker ve Specs’in arasındaki komik ilişkiyi, üçlünün yürek hoplatan vakalarını ve ruhlar bölgesine yolculuklarını izliyoruz. Insidious: The Last Key serinin son filmi, ruhlar bölgesine geçişin son anahtarı. 2010’daki ilk filme açılan bir kapı. Filmin yönetmen koltuğunda The Taking’den (2014) tanıdığımız Adam Robitel var. Filmin kronolojik sıralaması 3, 4, 1, 2 şeklinde olduğu için, bu film aslında ikinci film. (Zaten filmde de Dalton ve bedeninin Darth Maulvari kiracısı kırmızı yaratık yine karşımıza çıkıyor.) Filmin bu bölümü yine Elise ve ekibinin üstlendiği tekinsiz bir göreve dayanıyor. Buna göre lanetli ve insanlara kötü şeyler yaptıran bir evi temizlemeleri lazım. Mesele şu ki bu ev Elise’in çocukluğunun geçtiği ev ve o laneti de Elise çocukken evin başına sarmış. Yani mesele artık biraz daha kişisel. Medyumumuzun kuvvetli durugörü yeteneğinin çocukken kendisine yaşattığı zor anlara, travmatik aile ilişkisine tanık oluyoruz. İşin içinde bir de kötü ruhumuz KeyFace, işkence edilen kadınlar, aklını oynatmış adamlar var. Bir korku filmi için fazla duygusal; seriyi takip edip de Elise ve dostlarının absürtlüğünü seven izleyici içinse ne korkunç ne duygusal. Tatmin edici mi? Pek sayılmaz.

blank

Insidious: The Last Key’in tatmin etmeme durumuna iki tür izleyici açısından bakabiliriz aslında. Korku filmlerini her yönüyle seven kitle için serinin çemberini tamamlamak, Elise’in hediye gibi yeteneğini kavramak, çocukluğuna inmek, Insidious ile bağ kurmak açısından önemli bir bölüm bu. Konu çok daha derin işlenebilir, ortasında birden lanetli ev filmine dönmeyebilirdi. Çoğu zaman yaşayan insanların ruhlardan daha kötü olabileceği mesajı netleştirilebilirdi. Seyirci olarak kendimizi hangi duygu durumuna sokmamız gerektiğini bilemedik. Tatminsiz kısmı da bu. Bir de nedense ekranda izlediği ve zaten gerçek olmadığı belli bir şeyden aşırı korkmayı uman bir kitle var. Bu kitlenin içinde; sinemada yanındakiyle sesli konuşan, haşır huşur mısır avuçlayan, story atanlar da var. Onlar için de muhtemelen yeterince korkunç değildi. Hele ki seriye hâkim olmadıkları için sıkılmış bile olabilirler. (Ben filmi izlerken sinemadan çıkanlar olmadı değil.) Medyumcuklarımız Tucker ve Specs’in sahnelerinin biraz fazla uzatılması ve esprilerin haddinden fazla soğuk olması da filme bir çiğlik katmış. Aralarındaki tuhaf sinerji, KeyFace’ten bile daha çok gerebiliyor. Bir de anahtar metaforu var ki derdini anahtarla anlatmak 90’larda daha anlamlı bir şeydi. The Skeleton Key’i (2005) ayrı tutarsak, anahtarla yapılan şeyler merak edilir olması gerekirken kendini çok fazla açık edebiliyor. Kapı eşittir gizem, kilit eşittir çözülmesi gereken, anahtar eşittir çözüm gibi. Neticede kapının arkasından KeyFace gibi bir şeyin çıkmasına şaşırmıyorsunuz. Hele afişte de gördüğünüz anahtarlı eli, tam da düşündüğünüz şekilde insanların bir yerlerine sokmasına hiç. Anahtarlı eller bir tek afişte havalı görünüyor. Yoldan geçen, başka filme yetişemeyen, biraz adrenalin salgılamak isteyen 2. tür insanlar içinse bu yeter de artar bile.

Insidious: The Last Key’i; Blumhouse yapımlarını, Insidious’un boyutlararası yolculuklarını ve Spectral Sightings’ın tuhaflıklarını sevenler; Lin Shaye’in iyi oyunculuğunu görmek isteyenler izlemeli. James Wan özlemesi, Elise’li sahnelerde gözyaşıyla karışık tedirginlik hissedilmesi, Tucker ve Specs’e gülmemesi, çok ses çıkarmadan patlamış mısır yemesi serbest.

Öteki Sinema için yazan: Semra Doll

blank

Semra Uygun

Fantastik sinema ve korku sineması için yeni ve acayip şeyler yaptı. “Korkteyl” programını yazdı ve sundu. “Midnite Movies” grubunu kurdu, korkuyu ötekilerle paylaştı. Semra deli gibi film izliyor, Tür, yıl, oyuncu, yönetmen ayırmaksızın izliyor; abur cuburlarını, dostlarını yanından eksik etmeksizin izliyor. Ama Semra hala doğru filmi bulamadı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Black Roses (1988)

Black Roses 80'ler korku filmlerinin izinden giden, Amerika'nın metal müziğe
blank

Dört Kişinin Bildiği Sır Değildir: Marrowbone (2017)

Karanlık Sır, ortaya saçtıklarını öylece bırakan ve cevapsız sorulardan utanmayan