Nolan’ın Inception dalgasından sonra gelen iddialı bilimkurgusu Interstellar’dan da oldukça umutluydum. Çünkü internetin hangi köşesini tırtıklasam, karşıma filmin nasıl bir şaheser olduğuna yönelik yorumlar çıkıyordu. Peki gerçekten öyle mi? Interstellar bir şaheser mi? Yoksa bu yorumlar gelenekselleşmiş, hatta pagan ayini tadını almış Nolan övme şenliklerinin bir parçası mı bu? İşte iyisiyle kötüsüyle bir Interstellar / Yıldızlararası değerlendirmesi.
Öteki Sinema için yazan: Emel Bilge Çınar
Henüz yazının başında belirtmeliyim ki Interstellar / Yıldızlararası kesinlikle “kötü” bir film değil, fakat ne yazık ki iddia edildiği gibi “şaheser” de değil. Ne yazık ki diyorum, çünkü yıllardır Jodie Foster ve Matthew McConaughey’nin başrolleri paylaştığı Contact gibi bir filmin gelmesini bekliyorum ve henüz çok sevdiğim Cloud Atlas da dahil, beni o kadar etkileyebilen bir bilimkurgu izlemedim. Böyle düşünmemi sağlayan sebepleri uzun uzun sıralayacağım. Fakat herhangi bir “Spoiler” vermeden önce, uyarmak istiyorum; eğer Interstellar’ı izlemeyi düşünüyorsanız kesinlikle beklentilerinizi düşürün. Şaheser izleme beklentisiyle salona girmemek, filmden alacağınız zevki önemli ölçüde artıracaktır. Şimdi gelelim artılara ve eksilere.
Şevkinizi kırmamak için artılarla başlayacağım. Son zamanlarda, özellikle True Detective ve Dallas Buyers Club nedeniyle kaçınmanın mümkün olmadığı bir Matthew McConaughey yağmuruna tutulduk. Aldığı Oscar ödülü bir yana, True Detective’deki Rust Cohle rolüyle öyle bir performans sergiledi ki; bundan sonra büründüğü herhangi bir rolde Rust’ı görememek mümkün değil. Üstelik baskın güney aksanı, otomobil reklamında bile kullandığı kendine has el hareketi ve şahsına münhasır ses tonuyla, McConaughey’nin kendisini unutturacak kadar ayrık bir karakter yaratabilmesi çok zor görünüyordu. Fakat adam öyle iyi bir oyuncu ki bir şekilde bunu yine başarmış. Filmin; karakter derinliği genel olarak epey sığ sularda gezinse de McConaughey, Cooper karakterini olabilecek en zengin biçimde canlandırmış. İnsanın aklına meydan okuyan izafiyet teorisine yenik düşmüş bir babanın, evladının geçip giden hayatına uzaktan bakması daha ne kadar iyi oynanabilirdi bilmiyorum. Bazı eleştirmenler aksi yönde yorum yapsa da ben McConaughey’nin performansını çok beğendim. Bu adamın oyunculuğunu seviyorum.
Bir diğer artı, oldukça sakin tonlarla yansıtılan, hatta neredeyse şiirsel bir güzellikte olan distopik dünya tasviriydi. Distopyaların metropollerde resmedilmesine, kalabalık insan gruplarının öykülerini işlemesine ve yokoluşun nedenlerini uzun uzadıya anlatmasına alışığız. Fakat Nolan kardeşler (senaryoyu Christopher ve Jonathan Nolan birlikte yazmış) işin bu yanına odaklanmamışlar. Dünya’daki besin kaynakları bir nedenle yok oluyor ve izleyici olarak, bu gerçeğin tam kucağına düşüyoruz. Ayrıca ne dünyadışı bir tehdit, ne kötücül bir yapay zeka, ne yeryüzünü paramparça eden depremler ne de tufan var. Sadece küf, toz ve kıtlık. Bu yaklaşım, Interstellar’ın distopyasını daha olası ve inandırıcı kılmış, dolayısıyla 2012, Day After Tomorrow, Knowing vb. yeryüzünün ve insanlığın yok oluşuna odaklı bir hikaye izlemiyoruz. Interstellar’ın asıl konusu kurtuluş değil, keşif. Çaresizlik ve yokoluş değil, umut ve adanmışlık. Bu da onu diğer “hayatta kalma” temalı filmlerden farklı bir noktaya taşıyor.
En beğendiğim yer, tahmin edebileceğiniz üzere görsel efektler ve uzay tasvirleri oldu. Nereden başlasam bilmiyorum. Aranızda Battlestar Galactica izleyicileri varsa bilir, Cavil’ın muhteşem bir monoloğu vardır:
[box type=”shadow” align=”aligncenter” ]İnsan olmak istemiyorum! Gamma ışınlarını görmek istiyorum. X ışınlarını duymak istiyorum. Ve evet, karanlık maddeyi koklamak istiyorum. Olduğum şeyin absürdlüğünü görebiliyor musun? Daha bu şeyleri doğru dürüst tasvir bile edemiyorum, çünkü zihnimdeki karmaşık düşünceleri aptal ve kısıtlayıcı bir dille ifade etmek zorundayım. Fakat ben ellerimin kavrayabildiğinden daha uzağa erişmek istediğimi biliyorum. Üzerimde süzülen bir supernovanın rüzgarını hissetmek istiyorum. Ben bir makinayım ve daha fazlasını bilebilirim! Daha fazlasını deneyimleyebilirim. Fakat bu absürd beden içinde kapana kısıldım. Neden?[/box]
İşte Interstellar / Yıldızlararası bana aynen Cavil gibi hissettirdi. Bırakın bir karadeliği çıplak gözle görmeyi, statosferin yakınına bile çıkamayacağım gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmenin acısını yaşadım. Kültür olarak dünyadan uzağa bakmanın “gereksiz” hatta “günah” sayıldığı bir toplumda yetişmenin, seçeneklerimi ne kadar kısıtladığını görüp üzüldüm. Uzay programı bile olmayan, hatta olma ihtimali bir yana böyle bir şeye ihtiyaç duymayan, bunu israf olarak gören bir milletin bireyi olmanın kederini hissettim. Bu o kadar garip bir duygu ki, Nolan’ın hayalgücü bizi Satürn’ün halkalarıyla buluşturduğunda ben, buna benzer birşeyi asla deneyimleyemeyeceğimi düşünerek kahroldum. Cooper’ın kitaplığın arkasından kendi geçmişini izlemesi gibi, IMAX perdesi ardından kendi hayatımı izledim. İmkansızlıklarla dolu bir gerçeklik, günden güne çürüyen mahvolmuş bir dünya ve oldukça kısa, yok olmanın sınırındaki bir yaşam süresinde şahit olunamamış / olunamayacak katrilyonlarca muazzam şey. Yalnızca büyüleyici tasvirleri ile değil, alt tondaki felsefesiyle de buna imkan veren bir film Interstellar. Apollo görevlerinin kötülenmesine ve ekonomik darboğazda uzay programlarının gereksizliğine inanılmasına, Cooper’ın NASA perspektifiyle verdiği cevaplar Amerikan propagandası olarak görülebilir. Ama ben, uzay kıyafetlerinin kolundaki bayraklardan fazlasını algıladım bu mesajda. Bu gerçekten tüm insanlığın dikkate alması gereken bir çağrı; evrenle kıyaslandığında minicik bir nokta bile olmayan Dünya’mızın anlamsız, önemsiz, geçici çıkar kavgalarından başımızı kaldırıp yıldızların ötesine bakmalıyız. Fakat Matt Damon’ın canlandırdığı karakter Dr. Mann’de olduğu gibi, bir zamanlar ne kadar parlak bir ışık yayarsak yayalım, içimizdeki karanlığı başka yıldız sistemlerine de bulaştıracağımızı biliyorum.
Hazır Matt Damon demişken belirteyim ki bence filmin tüm gerilimini tek başına üstlenmiş karakterdi Dr. Mann. Filmin espiri yükü de, oldukça özgün tasarımlara sahip robotlar TARS ve CASS’in sırtındaydı. Cooper’la aralarındaki bağ, Star Wars’taki R2D2 / Skywalker kardeşliği gibiydi. Zaten Cooper’la beraber saydığım bu karakterler dışında, filmin öyküsüne derinlik katan başka biri yoktu ne yazık ki. Gravity’de görev aşkıyla inat edip, felakete yol açan kadın astronota (Sandra Bullock) benzer biçimde Anne Hathaway’in canlandırdığı Dr. Brand karakterinin de tek bir varoluş amacı vardı: o da işleri mahvetmek. Başından beri A planına fazla gönül vermeyen bir karakter olarak, A Planı için kilit olan verileri almak adına yanıp tutuşması, hayatını tehlikeye atması biraz anlamsızdı. Bu nedenle mürettebatın biri öldü, diğeri 23 yılını tek başına bir gemide geçirdi, yakıtları bitti ve insan ırkının geleceği tehlikeye girdi. Dr. Brand’in asıl motivasyonunun sevdiği adamın gezegenine gidip, insan ırkının temellerini orada atmak olduğu düşünülürse, Nolan’ın bu “aksiliği”, izafiyet teorisinin vuruculuğunu öyküye dahil etmek için planladığını görebiliriz. Brand’in NASA’nın en parlak bilim insanlarından birisi olarak pozitif bilimden uzak bir edayla “sevgi” muhabbetini dillendirmesi de en az bu kadar yersizdi. Zaten bu yersizlik, diğer karakterlere de hemen sirayet etti.
Filmin çekirdeğini oluşturan, hatta ikinci yarıyla beraber finale de damgasını vuran “sevgi” özütünün sahibi Murph karakterine çok kesin sınırlar çizildi, ama Contact’taki Eleanor Arroway’in dehasına benzer bir etki yaratmadı bu. Motivasyonu belirsiz, git-gellerle boğuşan, depresif bir karakter olarak, insan ırkının geleceğini kurtaran “pioneer” duruşunda, üç ayağından ikisi havada kaldı. Babasını seven ama ona kızgın olduğu için bunu yıllarca göstermeyen, babasına inanan ama aynı zamanda bu inancı her fırsatta sorgulayan, son derece “zeki” fakat zekasını su yüzüne çıkaran ince dokunuşlardan uzak iki boyutlu bir karakterdi Murph. Çelişkileri onu güçlendirmektense, öyküdeki gücünü zayıflattı. “Sevgi” temasının üzerine asılacağı bir askı gibiydi. Bu nedenle Nolan filmlerinde alışık olduğumuz “herşeyin son anda, ikilli zaman çizelgesiyle çözülmesi” mevzusu bu karakter üzerinde biraz sakil durdu. Bu da benim açımdan hem filmin finalindeki vuruculuğunu, hem de genel etkileyiciliğini düşüren birşeydi. Son bölümdeki herşey o kadar domino etkisiyle bir araya geldi ki “STAY” mesajının neyi ifade ettiği, finalden çok önce ortaya çıkmış oldu.
Madem eksiklere geldik, benim için filmin bir şaheser olmasını engelleyen asıl mevzuya geleyim. Başından beri fizik simülasyonları, görselleştirmeleri hatta izafiyet teorisine yönelik özgün fikirleriyle bir “bilim standına” dönüşen Interstellar’ın işleri fazla basite indirgediğini düşünüyorum. Tabii ki filmin hem anlaşılabilir olması, hem de yeterince uzun olan süresinden (169 dk) feragat etmek için bazı kolaya kaçan kararlar almaları makûl, fakat bilimsel açıdan herşey çok fazla oldu bittiye geldi. NASA’nın geriye kalan son kalesinde, en değerli bilim insanlarıyla toplantı yaparken incecik bir panelin açılıp hemen arkadan dev roketlerin çıkması, olay ufku gibi zihin bulandıran bir güçten fosil yakıtının itiş gücüyle kaçılması, gezegenlerin çekim gücünü kullanarak mancınık etkisi oluşturmaya yönelik planın beş dakikalık bir konuşma ve tek robotla halledilebilmesi, karadelik içindeki yolculuğun karakterler üzerinde hiçbir fiziksel / zihinsel etki göstermemesi, açıklayıcı olmak için fazla mekanik kurgulanan diyaloglar ufak da olsa rahatsızlık verici detaylardı. Ayrıca son bölümde, Dr. Brand’in babasının ölümünü ileten mesaj, görelilik nedeniyle neredeyse eş zamanlı ilerleyen zaman çizgisine rağmen, sanki olması gerektiğinden çok daha çabuk yerine ulaştı. Ya da Miller’ın gezegeni bir “supermassive karadelik” olan Gargantua’nın yörüngesine, gözlemlenebilir kadar kadar yakınsa, bilimsel açıdan atomaltı parçacıklarına ayrılıp “buhar olması” gerekirdi. Fakat filmin hem yapımcısı, hem de bir bilim adamı olan Kip Thorne Interstellar’ın bilimselliği konusunda bir kitap yayınlayacaklarını duyurmuş, belki tek seferde izleyerek anlayamadığım ya da kaçırdığım bazı şeyler vardır. O nedenle kara deliklerin gezegenlere neler yapabileceği konusunda ya da kuantum fiziğiyle ilgili uzmanmışım gibi ahkâm kesmek istemiyorum.
Sevgi anlamındaki didaktik virajı, eş zamanlı ilerleyen zaman çizgilerini üstüste oturtma çabası, karakterlerin bazılarındaki iki boyutluluğu, uzun süresine rağmen aceleye gelmiş finali ve bilimsel açıdan hızlandırılmış akşam kursu kıvamına yakın diyalog mekaniğiyle, Interstellar bence kusurları olan bir film. Fakat izafiyet teorisi ve karadelikler gibi bir konuyu cesur bir bakış açısıyla işlemesi, muazzam uzay tasvirleri -ve uzayda geçen sahnelerde ses kullanmaması-, zaman yolculuğuna olan özgün yaklaşımı ve felsefi vurgusuyla kesinlikle övgüyü hak ediyor. Benim için yine de Contact ayarında değil fakat Nolan sinemasının eli ayağı düzgün, güzel bir örneği. Hiçbir şey olmasa, ucuz blockbuster tuzaklarını kurmadan bir bilimkurgu öyküsünü anlatmaya çabalamasını ve köklerindeki naifliğini takdir ederim. İyi bir sinema deneyimi yaşamak için mutlaka IMAX ekranında izleyin.
Herkese iyi seyirler.
Bu arada eleştirinin devamını yorum olarak ileteyim, aslında başka bir yazıya yorum yazmıştım. Eksik kalan noktaları da tamamlayacağını düşünüyorum.
Filmin neredeyse şiirsel tonda bir distopyayı tasvir etmesi bence kötü değil, bilakis iyi. Bu Interstellar’ı klasik hayatta kalma temalı felaket filmlerinden çok ayrı bir yere taşıyor. Cooper karakterinin ailesini geride bırakmasına neden olan şey, aslında sadece çocuklarının geleceğini sağlama alma mecburiyeti değil. Bir türlü bastıramadığı ve üstesinden gelemediği yıldızlar ötesini keşfetme duygusu var. Başından beri aslen bu dünyada değil, gökyüzünde olmak istediği vurgulanıyor zaten. Çiftçi olmayı, yapılması gereken en elzem şey olmasına rağmen besin üretmeyi bu nedenle istemiyor. Bu yüzden neredeyse hiç düşünmeden bu teklifi kabul ediyor. İşin sonunda, çocuklarını çok seven bir baba olmasına rağmen kızının icazetini almadan dönüp gitmesi de bundan.
Filmde yıldızlararası uzay yolculuklarının “mecburiyetten” değil yalnızca “keşfetme” duygusuyla yapılması gerektiğini söyleyen bir alt metin var. Ekonomik darboğazda ilk vazgeçilen şeyin NASA olmasını, insanlığın yaptığı en öngörüsüz, bağnaz hareket olarak resmediyor Nolan. Apollo görevlerine yönelik eleştiriye Cooper’ın tahammül bile edemeyişi bunu destekliyor. O nedenle karakterin motivasyonunu yalnızca post-apokaliptik ortam ile ilişkilendirmek yetersiz kalır. Zaten her ne kadar çocuklarına dönmek istese de, her zaman bir sonraki adımı keşfetmeyi seçmesi de bunu destekliyor.
Bence filmin en büyük üç sorununun tamamı da Nolan’ın kişisel inadından kaynaklanıyor. Birincisi, geleneksel olmayan, katmanlı bir timeline yapacağım diye, finali zorlamış da zorlamış. Herşey domino taşları gibi mekanik biçimde ilerleyerek, filmin ikinci yarısının hemen başında tahmin edilen “hayaletin asıl kimliği” mevzusuna bağlanıyor. Bunu Batman üçlemesinde de, Inception’da, Memento da, bütün Nolan filmlerinde görüyoruz. Son ana kadar gerilip, aniden fırlayan ok gibi hep senaryolar. Fakat Interstellar’ın kurgusunda epey boşluk olduğundan, insanı yeterince ikna edemiyor.
İkincisi karakterlerdeki sığlık. Çok dolu laflar ediyorlar fakat, hepsi senaryonun devamlılığını sağlayan birer görev adamı gibi. Cooper dışındaki hiçbir karakterin hareketleri, kendi geçmişleriyle uyum sağlamıyor. Örneğin Dr. Brand’in tüm motivasyonu, sevdiği adamın gezegenine ulaşıp B planını uygulamakken, neredeyse bir hiç uğruna tüm ekibi tehlikeye atması mantıksız. Belli ki Nolan izafiyetin yıkıcılığını vurgulamak için böyle bir aksilik planlamış bu da her ne hikmetse yine kadın astronotun başına kalmış. Ya da Murph ne babasına duyduğu sevgi ne de parlak zekası için izleyici ikna eden bir kıvılcım göstermiyor. Murph’ün abisine yüklenen o anlamsız, hiçbir yere varmayan “psikozluluk” halini saymıyorum bile. Yani karakterlerde ciddi bir derinlik sorunu var. Bunun nedeni de Nolan’ın öyküleri “takıntılar üzerine kurma” tutkusu. Bir karakterin takıntısını -burada Cooper’ın yıldızlararası keşif tutkusu” alıp, herşeyi onun etrafına yığıyor.
Son olarak da bilim… Filmin bilimi çok sorunlu. Eğer başından beri bilimsellik üzerine bu kadar pazarlama yapmasalardı kimsenin gözüne batmazdı, çünkü şimdi herkes aksini iddia etse de aslında karadelikler üzerine çok az şey biliyoruz. O öyle olamaz ya da böyle olur demek için elimizde yeterli done yok. Ama hiçbir şey bilmesek de fosil yakıtın itiş kuvvetiyle, olay ufku çekiminden ya da karadeliğin kütlesinden kaçılamayacağını biliyoruz. Statosfere çıkmak bile insan bünyesini alt ederken, karadelik gibi akıl sağlığımızı tehdit edecek bir yapının içinde hiçbir fiziksel / zihinsel emare göstermemenin imkansızlığını biliyoruz. Güneşi kara delik olan bir gezegende yaşam kurmak için, Lazarus görevlerinin sondalarından fazlasına ihtiyaç olacağını biliyoruz. O nedenle işin başında yaptıkları bilimsellik propagandası, bir bakıma kendi ayaklarına sıkan unsur oldu.
Yine de tüm bu olumsuzluklara rağmen kötü bir film olmadığını düşünüyorum. Ama kesinlikle çoooooook daha iyi olabilirdi.