İntihar Dükkanı… Tatlı bir ölüm için ne arzu ederdiniz?
Herkes bilir Pazar günleri biraz sıkıcıdır. Ortama boğuk bir hava hakimdir. Her şey kasvet kokar. Dinlenseniz bir türlü, kalkıp aksiyona geçseniz gönül razı değil. Ertesi gün iş olmasına mı üzüleceksiniz, yoksa bir gece önce dışarıda fazla dağıtmış olmanıza ve ense kökünüzden saç diplerinize kadar yayılmış olan ağrıya mı bilemezsiniz.
Öteki Sinema için yazan: Semra Doll
Böyle bungun, böyle gri, böyle duman gibi günlerdir Pazar’ları. Çoğunlukla film izlenir, belki bir kahve patlatılır ya da bir şeyler okunur hafif hafif. Gazetelerin Pazar ekleri, tweet’ler, “Doktor Uyku”… Yine de bir şey yapasınızın gelmemesi baskın çıkar. Adına da derler tembellik. İşte öyle Pazar’lardan birinde, koltukta pinekliyorken, canım feci halde başrolünde mutsuz ve suratsız karakterlerin olduğu bir animasyon izlemek istedi. Hani şu Japon distopya animeleri gibi bir şey. Daha önceden izlenecek filmler listeme aldığım gotik mi gotik, karamsar mı karamsar bir tanesi geldi özellikle aklıma. Güne de cuk oturuyordu hani. 2012 yapımı “The Suicide Shop”, orijinal adıyla “Le Magasin Des Suicides”. Biz Türkler ona “İntihar Dükkanı” diyoruz. Naptım, hemen bir “galon” Türk kahvesi ve bir tabak havuçlu kek hazırladım ve bütün üşengeçliğimle yatağıma yayıldım. İçim nasıl sıkılıyordu anlatamam. Bu film kesin içimi daha da çok karartacaktı. İşte ruh halime uygun bir başyapıt! Tabi o sırada inceden yağan yağmurdan bahsetmiyorum bile. Ne güzel bir cümbüş! İşte bunu seviyorum.
“İntihar Dükkanı”, Patrice Leconte’un uyarlayıp yönettiği bir Fransız animasyonu. Yarı komik yarı bed bir müzikal. Fransız yazar Jean Teule’nin aynı adlı kitabından uyarlanmış. Müzikleri iyi, çekimi Tim Burton’ı aratmayacak nitelikte. Sıkıntılı. Umut pompalamaktan uzak. Hikaye, “Ölümünüz garanti!” mottosuyla intihar malzemeleri satan, umutsuz bir dükkanda geçiyor. Hedef kitlesi hayatın kötülüğüne ve intihara kafayı takmış insanlar olan dükkanda, intihar etmek için ne ararsanız bulabiliyorsunuz. Şişe şişe zehirler, boy boy ipler, tabancalar, sepukku kılıçları… İnsanlara kolay ve hızlı yoldan ölebilmeleri için yardımcı olan ve mali durumlarına göre onlara ürün seçenekleri sunan kahramanlarımız Mishima ve Lucrece, bir nevi toplum hizmeti verdiklerine inanıyorlar. Neticede insanlar ölmek istemekte ve her gün işe asık suratlarla gidip gelmeye bir son vermek niyetindedirler. (Ne kadar tanıdık değil mi?) Bu hayatta başarılı olamamışlardır ve fakat ölümü başarıyla gerçekleştirme şansları vardır. İntihar Dükkanı’ndan alışveriş yaptıkları takdirde! İntihar Dükkanı’nın rutin bir iş günü şöyle geçiyor: Mishima ve Lucrece, çocukları Marilyn ve Vincent’la dükkanlarına gelen kokoşlara, evsizlere, patronlara Azrail pazarlamacı edasıyla satış yapıyorlar. Bir tutam asık suratla ve dalgacılıkla! Mutluluk ve güzellik en sevmedikleri iki kelime. Kuru kafalar ise en samimi dostları. Fakat, günlerden bir gün, hamile olan Lucrece doğuruyor ve yeryüzünün en neşeli, en sevimli çocuğu dünyaya geliyor. Alan, eğlenmeye odaklı, umut dolu yapısıyla “freak” kontenjanından aileye dahil oluyor. Derhal neşesini kaçırmak gerekir! Aile fertleri, napsak napsak diye çırpınırken işin rengi değişiyor. Ne de olsa kahkaha bulaşıcıdır.
Filmin bu kısmı benim de keyfimin yerine geldiği kısım oldu. Çok saçma şeylere sevinen ve sürekli eğlenmek isteyen tabiatım negatifliği kusup atmaya müsaitti. Yaşasın geyik, yaşasın zevk-ü sefa, yaşasın doyasıya hayattı. Ekstra kek ve kahveyle Alan’ın o sevimli yüzünü izlemeye devam ettim. Filme dönersek; Alan doğduğu andan itibaren türlü haylazlıklar ve numaralarla neşesini dört bir yana saçıyor. Bir süre sonra o neşe, aile içinde de yayılmaya başlıyor. Çünkü Alan’ın mizahi bir zekası vardır ve somurtuk ailesine Amelie’den hallice küçük tatlı oyunlar oynamaya bayılır. O sırada yüzümde Alan’ınkine benzer bir gülümsemeyle ekrana baktığımı fark ettim. Alan’ın ölüme değil hayata odaklanmamızı salık veren büyülü cümleleriyle kendime gelmiştim. Havada keyif kokusu vardı.
Hikayenin akıbeti de aynı pür neşeden nasibini aldı. İntihar Dükkanı krepçiye döndü. Üstünde vişne reçelinden gülen suratların olduğu, sevimli krepler yapan ve ışık saçan bir dükkana. Alan, bir muziplik yaparak kız kardeşi Marilyn’e doğum gününde pembe bir tül ve raks CD’si almıştı. Bu aksiyon; Marilyn’in gece yarısı, bir dansöz gibi çırılçıplak göbek atarken vücudunu keşfetmesini ve kendisini güzel bulmasını sağladı. Bu da Marilyn’in intiharcılardan biriyle romantik bir ilişki yaşamasına vesile oldu. Bir dizi eğlenceli olaylar silsilesi de böylece başladı. Vincent, resimlerini kreplerin üstüne çizmeye başladı. Lucrece tombul ve şen şakrak bir kadın oldu, olması gerektiği gibi. Mishima ise oğlunun binanın çatısında trambolinle yaptığı gösteriden sonra bir daha gülmekten asla vazgeçmedi. Ve o çok keskin kılıçlarını krepleri bölmek için kullandı. Bense film biter bitmez kendime krep yapmak üzere mutfağın yolunu tuttum. Evde yumurta kalmadığını fark ettiğimde, “İntihar Dükkanı”ndaki mavi neon ışıklı ölülerin dansı gibi dans ederek marketin yolunu tuttum. Ve havalar nasıl olursa olsun benim havam güzel olsun deyip kendimi kandırdım. İşe de yaradı.
“İntihar Dükkanı” belki bir “Nightmare Before Christmas” değil ama, Pazar günü için ideal. Hikayenin tipikliği, çizim gücünün ve karakterlerin heybeti altında eziliyor. Bu durumda da ortaya izlenilesi bir seyirlik çıkıyor. Verdiği mesaj da en kral ruh kitaplarında yok. Müziklerine hiç değinmiyorum. Çünkü belki de filmin en top olayı müzikleri. Özetlemek gerekirse: Hayat her zaman ölümden iyidir. Ve yine özetlemek gerekirse naparsanız yapın Pazar akşamları sıkıcıdır.