64702_10151517174104474_1847021431_nHollywood’da oyunculuktan yönetmenliğe geçen ya da oyuculuk ve yönetmenlik işini bir arada yürüten kesimin son zamanlarda çoğaldığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Bu geçişlerin Akademi tarafından zaman zaman ödüller ile taçlandırıldığı ise gözlenebilen bir durum.

Clint Eastwood’un Million Dollar Baby(2005) ile yönetmenlik ve en iyi film, Ben Affleck ve George Clooney ikilisinin Argo (2012) ile en iyi film ödülünü kucaklaması son zamanlarda akla gelen örnekler. Into the Wild (Özgürlük Yolu) da bu trendin parçalarından olan Sean Penn’in 2007 yılında gösterime giren 4. uzun metraj filmi olarak dikkat çekiyor.

Öteki Sinema için yazan: Mustafa Yahşi

Into the Wild, Cristopher Johnson McCandless’ın üniversiteden mezuniyeti sonrasında kaderinin ona sunduğu hayatı arkasında bırakıp doğanın içerisinde kendi yolculuğunu tayin etmesini anlatıyor. 1996 yılında Jon Krauker tarafından kitaplaştırılan McCandless’ın hayat hikâyesi Sean Penn’in kitabı ilk gördüğü andan itibaren etkilenmesi ve sonrasında McCandless’ın ailesini uzun uğraşlar sonucu ikna edebilmesi ile perdeye aktarılma şansı bulmuş.

Sean Penn’in aynı zamandan senaryo kısmını üstlendiği bu yapım, daha önce de değinildiği üzere McCandless’ın Alaska’ya gitme yolculuğuna odaklanan biyografik bir yapım. Medeniyetin kendisine dayattığı hayattan, sorumluluklardan kaçarak/vazgeçerek inşasına kendi imza attığı bir serüvene çıkıyor karakterimiz. Film de, çoğunlukla bu serüven sürecinde yaşananlara ve flashback (geri dönüşler) ile motivasyonun kaynağına odaklanıyor. Başlangıç ve bitiş fazları kısa tutulan film, gelişme kısmını yani yolculuğun kendisini merkezine alıyor.

Karakterimiz yolculuğuna başlarken kendisini engelleyen/sınırlayan her şeyden kurtulmak istercesine her şeyini yakıyor, yıkıyor. Geçmişinin yükümlülüklerinden kurtulduktan sonrasında yeniden doğarcasına yolculuğuna başlıyor. Belki de arkasında bıraktığı ailesiyle bağlarını tümünden koparma isteğinin arkasında geçmişinden kurtulma isteği yatıyor.

Into the Wild 001

Çeşitli insanlarla karşılaşan McCandless, bu karşılaşmaların çoğunluğunda aile/topluluk olgusunun önemini kendince görüyor ancak buna karşın Alaska hedefiyle arasına kimse giremiyor. Zaten filmin başında Lord Byron’un yazısı da filmi özetler nitelikte: “İnsanı daha az değil tabiatı daha çok severim.” İşte bu kavram ve düşünceyle macerasını sürdüren McCandless, süreç boyunca insanlar ile etkileşim içerisinde bulunmaktan kaçınmıyor, aksine doğa yolculuğunun bir parçası haline geliyor bu bireyler. Tabi, karakterin böylesine cesaret isteyen bir değişikliğe karar vermesinin altında yatan en önemli etkenlerden biri aile içi uyumsuzluk olarak yansıtılmış.

Fikir aşamasında güzel bir hikâye olan McCandless’ın yolculuğu, Sean Penn’in elinde maalesef sınıfta kalan bir projeye dönüşüyor. Bunda yönetmenin, karakterin doğaya ve özgürlüğe/kendine olan keşfine odaklanmak yerine, hikâyeye ısrarla topluluk/aile olgusuyla mutluluğun yakalanabileceği yargısını yerleştirmesinin payı büyük. McCandless karakterinin içi doldurulmaksızın serüvene odaklanmasının da tatminsizliğimizdeki diğer odak noktası olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüz medeniyetinin çeşitli aksaklıklarından dem vurduğu görülen karakterimiz buna isyan bayrağını açıyor ve bu yozlaşmışlıklardan kaçmak adına bir atılım yapıyor. Lakin burada günümüz dünyasının sağladığı işe yarar ayrıcalıkları da elinin tersiyle itmiyor. (Kitapları, tulumu yahut silahı örnek olarak verilebilir.) Tabi, bu kaçış serüveni bünyesinde farklı çelişkiler barındırması sebebiyle tutarsızlıklara ve dolayısıyla filme tutunamamaya sebebiyet veriyor. “Özgürlük nedir?” sorunsalı ile bakıldığında her daim sınırlanmış özgürlüklerden bahis edildiği pekâlâ söylenebilir. (ki bu da karakter aradığını hiçbir şekilde bulamayacak demektir.) Yine bu noktada Hannah Arendt’in “İnsan zorunluluğa neden maruz kaldığını bilemediği takdirde, özgür olamaz ve kendisini zorunluluktan kurtarmaya çalışması da onu hiç bir zaman özgür kılmaz.” sözünü referans aldığımızda karakterimizin motivasyon sebebinin yetersizliği ile karşı karşıya kaldığımızı fark ediyoruz. Aileye karşı olan isyanın özgürlük arayışı için yeterli bir dayanak oluşturması birazcık zorlama olarak görünüyor, keza yolculuğunun çoğu kısmında farklı kesimlerden insanlarla takılması da doğa/özgürlük arayışı değil de tutunacak bir topluluk isteğinin daha ağır bastığı sinyallerini veriyor.

Into the Wild 002

Bunlara ek olarak McCandless’ın etkileşim içerisinde olduğu bütün topluluklarda sevilmesi gibi noktalar ise karakterin idealize edilmesine neden olarak inandırıcılığını yitiriyor. İnsanlardan kaçma gibi bir ihtiyaç duyan birinin yine bu insanlarla bu denli iyi iletişim içerisinde olması ne denli gerçekçi tartışılır. (ki bu durumdan bir rahatsızlık hissetmiyor karakter) Kapanış sekansında gördüğümüz, karakterin son cümlesi “Mutluluk sadece paylaşıldığı zaman gerçektir.” ile Sean Penn kendince mesajını vermiş oluyor ve aynı zamanda karakterin filmin başından beri hayal kurduğunu bizlere dikte etmiş oluyor.

Uçsuz bucaksız doğa görselleri, Grand Canyon gibi kareler ve bu görüntülerin eşliğinde yazılar ile karakterin gezdiği yerlerin anlatılması gibi artıları mevcut filmin. Anlatıcı (narrator) tercihinin ise McCandless ile yapılması ile karakterin yolculuğunda kendisine eşlik etme şansı yakalayabilirdik diye düşünüyorum. Son olarak Albert Camus’nun özgürlük üzerine söylediği bir sözle kapatalım ve derdimizi anlatmış olalım: “Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür.”

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Blood Simple / Kansız (1984)

Coen Kardeşler’in ilk filmi olan Blood Simple (1984), tekinsiz atmosferi,
blank

Kült Filmler Zamanı: The Most Dangerous Game (1932)

Time Out’un deyişiyle “korku döneminin hâlâ en iyilerinden biri” olan