Bilim ve sanat tarihi, insan ruhununun karmaşık yapısını anlamaya yönelik sayısız girişimin tarihidir. Sinema tarihi de insan ruhunu ve özellikle de insanın karanlık tarafını araştıran eserlerle tıka basa doludur. Sinema tarihinin en korkunç, en tehlikeli yaratıkları doğaları gereği yok etmeye programlanmış canavarlar değil (“Jaws”, “Alien” vb.), belki de, doğasına aykırı hareket eden, kendisinden asla beklenmeyecek düzeyde bir vahşetin öznesi durumundaki insanoğlunun ta kendisidir (Hannibal Lecter, Norman Bates vb.).
Sinemadaki en rahatsız edici, en huzursuzluk verici karakterlerin çoğunun psikopat seri katiller, sapıklar ve hunharca cinayet işleyen insanlar olması tesadüf değildir. Bilmem hangi gezegenden gelmiş bir canavar türü, ya da ne idüğü belirsiz korkunç bir kaza sonucu ortaya çıkan bir yaratık, fantastik sinemanın karanlık koridorlarında dehşet saçabilir ama asıl tehlike, sıradan bir hayatı olan sıradan bir komşumuzun seri katil çıkması olasılığında yatar. Gerçek, saf korku, budur.
Gerek edebiyat gerekse sinema, “masum” canavarları yaratan asıl canavarların hikayelerini anlatmayı ihmal etmemiştir. Çeşitli dönemlerde defalarca sinemaya uyarlanan Mary Shelley’in Doktor Frankenstein’ını edebiyat alanında en çok bilinen örnek olarak göstermek mümkündür, hemen ardından, H.G. Wells’in Doktor Moreau’su geliyor diyebiliriz. Her iki örnekte de, bilim adamının yarattığı “şey”, aslında bir kurbandır ve her iki eser de, ‘yaratma edimi’ merkezinde, bilimin ahlakına, bilimsel çalışmaların sınırlarına dair bir tartışmaya odaklanır.
İlk Dr. Moreau uyarlamalarından biri (ilk Amerikan uyarlaması); yönetmenliğini Erle C. Kenton’un yaptığı, başrollerini Charles Laughton ve Richard Arlen’in paylaştığı, 1932 tarihli “Island of Lost Souls” (1932) filmidir. Bugün bile ‘bilim etiği’ konusundaki en iyi filmlerden biri olarak kabul edilmekte, tartışmaya açtığı konular halen güncelliğini korumaktadır. Bilimin sınırı nedir, insanlar üzerinde deney yapılmalı mıdır (“The Brain That Wouldn’t Die”, “The Fly” vb.), yapılmalıysa bunun sınırını kim nasıl belirlemelidir?
Tabii insanları denek olarak kullanmak denince, temelde tıp bilimi akla gelmektedir. Psikoloji, parapsikoloji, hipnotizma, büyü gibi alanlar da zamanla sinemanın ilgisini çekmiştir ama erken dönemlerde daha çok biyolojik, genetik çalışmalar ön plana çıkmıştır. Genetik biliminin sınırlarının ne olması gerektiği, klonlama hatta ötenazi gibi konular günümüzde halen tartışılmaktadır (“The Island”, “Moon”, “The 6th Day, You Don’t Know Jack” vb.). “Island of Lost Souls” (1932); benzer bir konuyu, bilim etiğini çarpıcı bir şekilde ele alan, birkaç sekanstan oluşan, 70 dakikalık, sürükleyici bir yapım.
Charles Laughton’ın canlandırdığı, son derece kibar, kurnaz, hırs küpü Dr. Moreau karakteri bilim için bilim yapan, farklı ahlaki kaygıları olan, başarılı bir bilim adamıdır. Haritalarda bile yer almayan, gözlerden uzak adasında, hırslarını dindirecek, törpüleyecek, dehşet verici bilimsel deneylerle uğraşmaktadır. Moreau’nun bilime duyduğu tutku, onu adeta çığrından çıkarmış gibidir. Filmin kilit noktası, Dr. Moreau’nun bilimsel tutumu ve hipokrat yeminini “bilim” adına, bilim için esneten, çiğneyen, yasadışı deneyleridir.
Mesela Dr. Moreau’nun Parker’a evi gezdirdiği, 20 yıldır yaptığı bilimsel nitelikli keşifleri ve bulunduğu konuma nasıl geldiğini gururla anlattığı kısmı ele alalım. Moreau; bitkiler üzerinde yaptığı çalışmaları genişletip, sırasıyla hayvanlar ve insanlar üzerinde tatbik ederek genişletmiştir. 11 yıldır genler, biyolojik dölleme ve organizmalar üzerinde çalışmaktadır. Dr. Moreau bunları anlatırken hep “ben”, “benim”, “bizzat kendimin” gibi kelimeler kullanarak, kendi ayrıcalıklı olarak gördüğü konumunun mütemadiyen altını çizer. Zamanla, Dr. Moreau’nun kendini Tanrı yerine koyduğunu hissedersiniz. “Acı Evi”ndeki sahnede, duruşu, yayılarak oturuşu, şeytansı gülüşü akıllardan çıkacak gibi değildir. Dev bir kibirin esiri olmuştur artık, sürekli böbürlenir. Bütün bir ada halkını kendi yarattığından ve yakında, bir kadın yaratmaktan istediğinden bahseder. Suratına belli belirsiz bir karanlık, müstehzi bir gülüş gelip yerleşmiştir. Deneylerini başarılı ve az başarılı olarak ayırdığını, ve yarattığı canlıları sadece bir denek olarak kabul ettiğini öğreniriz. Parker’a bir köle gibi kullandığı yaratıkları gösterir, kendiyle ve çalışmalarıyla övünür, övünür, övünür ve sonunda ağzından baklayı çıkarır. Hipnotik bir sahnede, Dr. Moreau aynen şöyle der:
“Bay Parker, bir Tanrı gibi hissetmenin ne demek olduğunu bilir misiniz?”
Bilimsel keşiflerinin, Dr. Moreau’yu taşıyıp çıkardığı yer Olimpos’tur artık, o Tanrılar Dağı’ndadır. Dr. Moreau; yarattığı yarı insan yarı canavarların insana dönüşmesi hayalini taşır, Panter Kız’ın Parker için gözyaşı dökmesi, onun için sadece bir deneyin başarıyla sonuçlanmasıdır, bilimsel bir zaferdir. Dr. Moreau, bilimin ona verdiği haz dışında bir hazzı küçümser, ve ölümden korkmaz çünkü ölümsüz olduğuna inanır. Canlılarını yarattığı, kanunlarını koyduğu düzenin kendi aleyhine çalışacağına imkan vermez. Sadece tek bir hata yapar, kan dökme kanununu çiğner, bu da onun, çalışmalarının, halkının ve dünyasının dehşet verici bir şekilde sonunu getirir.
Charles Laughton’ın dikkat çekici performansı, incelikli set, sahne ve kostüm tasarımına ve unutulmaz makyajlarına rağmen “Island of Lost Souls”un (1932) asıl gücü hikayesinde gizlidir. Bugün bile tazeliğini koruyan, henüz üzerinde bir uzlaşı sağlanamamış, en eski meselelerden birine ustalıkla değinen bu filmi kaçırmayın. Şahsi kanaatimce; üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, halâ en güzel Dr. Moreau uyarlaması, budur.