İstanbul’un Çok Katmanlı Hafızasında Kadın Bedenleri ve Arayışları: İstanbul Ansiklopedisi (2025)

Netflix’te yayınlanan İstanbul Ansiklopedisi isimli dizi Reşat Ekrem Koçu’nun hazine değerindeki ansiklopedik yapıtından ilhamla yola çıkıyor. Anlatısında bu çalışmayı önce üniversite düzeyinde bir derse dönüştüren (ki bu dersi zekice bir hamle ile Pelin Batu’ya verdiren), ardından yeni karakter ve hikâye örgüleri aracılığıyla, bir anlamda bu ansiklopediyi yeniden yazmaya niyetlenen senarist ve yönetmen Selman Nacar, İstanbul’un çok katmanlı yapısını ve kuşaklar arası ilişkilerini özgün bir bakış açısıyla yorumluyor.(1)

Dizi iki ana karaktere yakın çekimlerle başlıyor. Zehra’nın bavuluna (bir anlamda dünyasına) yapılan yakın çekim sonrası, kapüşonlu uzun kollu tişörtü ile yürürken görüyoruz önce, sonra da bir doktor olan Nesrin cerrahi operasyonda yansıyor kadraja.

Ardından Zehra’nın da sınıfta olduğu ikinci dönemin ilk dersinde, üniversite hocalarından Özlem Varlık, öğrencilerine bu dönem boyunca çalışacakları temayı açıklıyor: “İki yakası bir araya gelmeyen İstanbul.” Ardından sözlerine şöyle devam ediyor Varlık: “Bu şehir kiminiz için yeni ve yabancı, kiminiz içinse tanıdık. Bu şehir sizler için yeni bir cesur dünya. Bu şehirde yürürken bakmayı öğreneceksiniz, insanların yüzleri, çehreleri binaların cephelerini okumayı öğreneceksiniz. Gecekondular plazalar yalılar geçecek önünüzden yorgun, üzgün, hüzünlü, tasalı, kaygısız yüzler gibi. Her şey çok hızlı değişecek tıpkı sizler gibi. Şehir değişirken siz de değişeceksiniz. Sizin bir geçmişiniz yok mu? Var. Değil mi? Bir tarihiniz var, bir dününüz var. Bu derste dününden bugüne şehri çalışacağız. Bir kitabı daha doğrusu bir ansiklopediyi irdeleyeceğiz; İstanbul Ansiklopedisi’ni. Bu ansiklopediden bir mekan seçeceksiniz ve ona göre ödev hazırlayacaksınız.”

blank

Böylelikle dizinin birinci bölümüne adını veren A: Alçakdam Yokuşu’nun gerekçesi açıklığa kavuşurken, devam eden bölümlerin de bir İstanbul alfabesi gibi sıralandığı görülüyor:
B – Bezm-i Alem Valide Sultan Camii,
C – Çarşamba Sokağı,
D – Deniz Hastanesi,
E – Emek Sineması,
F – Fener, Fenerler, Deniz Feneri,
G – Galata Rıhtımı Salaşları, Tiyatro Meyhaneleri…
Ve sekizinci bölüm, Son Harf adını taşıyor.

Bu kurgusal alfabetik yapı, Reşat Ekrem Koçu’nun 1944 yılında yayımlamaya başladığı, alfabetik sırayla hazırlanan ancak Koçu’nun vefatı ile yalnızca G harfine kadar ulaşabilen efsanevi eseri İstanbul Ansiklopedisi’ne doğrudan bir selam niteliği taşıyor. Toplamda 11 cilt olarak yayımlanan bu ansiklopedi, yalnızca maddelerden ibaret bir referans değil; kaybolmuş mesleklerin, unutulmuş ya da isimleri değişmiş sokakların, yok olmuş yüzlerin, şehrin hafızasına kazınmış hikayelerin yani İstanbul’a karakter ve hatta kimlik kazandıran unsurların canlı bir arşivi de…

Dizinin her bölümü, bu ansiklopediden pasajlar ile başlıyor ve hatta Zehra tarafından da aktarılıyor bunlar ve onun lisanı ile yeniden yazılıyor. Son bölüm Son Harf, Zehra’nın hikayesini de incelikle anlatıyor. Yönetmen/senarist, tıpkı ansiklopedisinde Koçu’nun yaptığı gibi gördüğümüz karakterlerin hikayelerini farklı dinsel, etnik, sınıfsal aidiyetleri; farklı kimlik arayışları ile bir araya getiriyor, bu hikayeleri bir kentin kolektif belleğinin de parçaları hâline getiriyor.

İşte tam da bu bakış açısıyla, dizinin başlangıcında yüzleri görülmeyen iki karakteri Nesrin (Canan Ergüder) ve Zehra’nın (Helin Kandemir) hikâyeleri, biri bu kentten göçmeye, diğeri ise bu kente göçmeye karar verdiği noktada kesişiyor. İstanbul’la farklı düzeylerde ilişki kuran iki kadın karakterin “arayış”, “keşif”, “buluş”, “bulamayış”, “kayboluş” ve “dönüşüm” yolculukları da bu karşılaşma ile başlıyor.

blank

İstanbul’da yaşamayı düşleyen Zehra: “Pek de yabancı sayılmam aslında. Aylardır İstanbul’a geldiğimi, burada kaldığımı hayal edip duruyorum. Kim bilir bu yatakta kaç kere yattım?” derken Nesrin, yıllardır burada yaşayan, bu şehrin yorgunluğunu taşıyan bir kadın olarak, İstanbul’a karşı içinde büyüyen nefreti ve kaçma arzusunu anlatıyor. Dizinin açılışın sahnesinde gördüğümüz siyah bavulun üstünde bir kuş resmi, kuş resminin hemen alt kısmında ise ışıldayan bir fenerin gölgesinde yazılı ismiyle Zehra, bu kente tam da o bavul(2) kadar yer kaplamaya hazır olarak geliyor. Kendisine yurt çıkmayan Zehra’nın önünde iki seçenek var: Ya bir tarikat evine sığınmak ya da “yasaklı” Nesrin’in yanına yerleşmek.

İki kadının yolları, önce bir ev üzerinden kesişiyor. Dizi boyunca “kaybolmuş” iki kadın karakter, kimliklerini (yönetmenin simgesel olarak kullandığı haliyle seslerini) ararlarken, yaşamları ile yüzleşip, ilişkilerdeki yerlerini tanımlayıp, aynadaki birer yansımaymış gibi birbirlerine tutunup, farklılıklarını kucaklamayı başarıyorlar. Zamanla bu ev, sadece dört duvardan ibaret olmaktan çıkıyor; iki karakter birbirlerinin evi, sığınağı, limanı olup birbirlerine de dönüşüyorlar. Bu yönüyle dizi, yalnızca seküler ve dindar; geleneksel ve modern; Doğu ile Batı arasında kurulan geçişkenliği sorgulamıyor aynı zamanda kimliklerin de geçişken olabileceğini iddia ediyor.

Bu mekan değiştirme hali, aynı zamanda kendinden, geçmiş yaşamından, acılarından, kişisel ya da toplumsal belleğinden kaçma çabası da. Ve aynı zamanda bir kopuş haliyle beraber yeniden doğma arzusu da… Yaşamda var olmaya, kendi hikayenin kahramanı olmaya, yeniden hikayeler yazabilmeye doğru ilerleyen sancılı ama dönüştürücü bir geçiş arzusu da. Yani kaçıştan, terk edişten, yeniden inşa etmeye, varoluşun öznesi olmaya doğru bir yolculuk… Bu karar, geçmişle, travmalarla, beklentilerle ve aidiyetle kurulan bağların yeniden tanımlanması anlamına da geliyor. Çünkü bu inanılmaz zor yolculuklarda, yalnızca evimizi değil; kimliğimizi, sesimizi ve görünürlüğümüzü de taşıyoruz yanımızda.

blank

Yeni kentlerde, her sokakta, her eşyada, her ilişkide kendi suretimizi ararken, yavaş yavaş geçmişin gölgelerinden sıyrılmaya çalışıyor, ancak yaşamımıza kabus gibi düşecek yeni gölgelerle de karşılaşıyoruz. Birey göç ettikten sonra, tıpkı Zehra’nın yaşadığı gibi -ve muhtemelen Nesrin’in Fransa’ya yerleştikten sonra yaşayacağı gibi (hatta hâlihazırda İstanbul’da deneyimlediği gibi)- artık ne tamamen “ait olduğu”, arkasında bıraktığı toplumun bir parçası olarak kalıyor, ne de yeni kente bütünüyle entegre olabiliyor. Bambaşka insani ilişkiler, ahlaki kurallar ve ötekileştirmelerle de karşı karşıya kalabiliyor. Bu aradalık hali, yani bir anlamda “araf”ta kalma durumu, hem bir kırılma noktası hem de bir yaratım alanı olarak beliriyor yaşamda.

Judith Butler’ın “yaralanabilir özne” kavramı, varoluşunun iki temel kırılganlık düzlemine işaret ediyor; ontolojik ve sosyo-politik kırılganlık. Biri, insanın varoluşunun özüne içkin olan kırılganlık halini tarif ederken ikincisi, belli grupların (kadınlar, göçmenler, siyahiler, yoksullar, LGBTQ+ bireyler gibi) sistematik olarak maruz bırakıldığı yapısal eşitsizlikleri işaret ediyor. Dizide Zehra ve Nesrin’in üzerlerindeki sorumluluklar, toplumun yüklediği kimlik tanımları onları yalnızca duygusal olarak yaralanabilir kılmıyor; aynı zamanda kimliğini inşa eden, onu yeniden tanımlayan karşılaşmalara da kapı aralamasının kaynağı oluyor. Bu hali ile Selman Nacar, toplumsal olarak üretilmiş ve dağıtılmış olan eşitsizlikleri göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bu kırılganlığın içinden filizlenen dayanıklılık ve cesaretten çıkan özne olmaya doğru evrilen dönüşüm ihtimalini de görünür kılıyor.

Şu anda metni yazarken dinlediğim Büklüm Büklüm şarkısı (elbette Tülay Özer’den) dizinin yedinci bölümündeki meyhane sahnesinde de kullanılırken, şarkıyı avaz avaz söyleyen, kadeh kaldıran iki kadın ile farklılıkların hoşgörü ile karşılanabileceği görülüyor ve şarkı sözlerinin de (Ele geçmez istediğin, uğruna savaş vermediysen) işaret ettiği hali ile araf’ta olmanın, bir çıkışsızlık, arada kalmak ya da bir belirsizlik hali olmadığı, aksine geçilecek bir eşik anlamında kullanıldığı hissediliyor. Bu eşikte, Zehra ve Nesrin yalnızca bir yerlere varmayı değil, yaşamın aktif birer öznesi olmanın, kendi varlıklarını yeniden kurmanın mümkün olabileceğine dair cesareti de hissettiriyorlar. Ve belki de bu dizinin başarısı tam da burada yatıyor: Nacar ve ekibi, izleyiciye, kendi yaralanabilirliği ile birlikte kendi dönüşüm potansiyelini de düşünmeye davet ediyor.

blank

Dipnotlar

(1): Bir dip not olarak belirtmek zorunda hissediyorum; senaryoda ve anlatımda zaman zaman hissedilen yapısal dağınıklık (yan karakterlerin yeterince derinleşemeden tematik işlevle yer almaları ve hatta bazılarının karikatürize olmaları, diyalogların zaman zaman doğallığını kaybetmesi gibi), anlatı bütünlüğünü biraz etkilese de, yapımın geneline yayılan düşünsel emek, anlatının merkezinde konumlandırılan iki kadın karakterin iç dünyasına gösterilen özenin yanında bu durum kabul edilebilir kalıyor.

(2): Hatta ilerleyen bölümlerde Zehra’nın sesi bu bavul kadar olma halini dillendiriyor; “Bazen kendimi bir bavula sığdırmak hiç de imkansız değil, mümkün fakat belki rahatsız. Aslında boşlukta kapladığım yer hepi topu bu aslında. Bir bavul. Güvenliğe sabahları bırakırım kendimi, ders çıkışı alırım işte. Sen benim evim olursun, yuvam ve kabuğum.”

blank

Zehra Yiğit

Zehra Yiğit, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra doktora eğitimine Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı bölümünde devam etti. Oxford Üniversitesi ve Novisad Üniversitesi'ne Visiting Researcher olarak giden Yiğit, İtalya, Portekiz, Sırbistan, Gürcistan, İngiltere gibi pek çok ülkede ders ve seminer verdi, proje ortaklığı yaptı. Yiğit, şu an Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölüm Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Ümit Ünal Filmleri 15 Eylül’den İtibaren MUBI’de

Sinemamızın özgün hikaye anlatıcısı Ümit Ünal’ın filmleri 15 Eylül’den itibaren
blank

Atlas (2024): Permalı Saçlarla Dünyayı Kurtarmak!

Atlas, Matrix'ten, Terminator'dan ve bir sürü başka bilim kurgu filmden