Emek sinemasıyla kapattığım önceki yazımı tekrar sinema salonlarıyla açmak istiyorum. Beyoğlu’nda sadece iki salon var Atlas ve Beyoğlu. Eskiden Emek’e, oradan Sinepop’a, caddenin başında Fitaş’a, ortada sadece iki yıl açık kalan Rüya’ya uzanırdık. Yani Rexx dışında Beyoğlu’ndan dışarı çıkmazdık. Şimdi iki film arasında mekik dokumak zorunda kalıyoruz, hele de filminiz Beyoğlu Feriye arasındaysa hiç şansınız yok, siz trafiğe hapsolmuş bir biçimde yola bakarken, seans çoktan başlamış oluyor. Citylife koltukları rahat falan ama altını üstünü kaplamış yemek mekanları arasında sinemaya girmek, bir alışveriş merkezinin tüm yükünü taşımak gerçekten de acı!
Öteki Sinema için yazan: Banu Bozdemir
Gelelim filmlere… The Place Beyond The Pines / Babadan Oğula aktarılan genler, yaşam tarzları üzerine bir film. Serseri olmanın dayanılmaz hafifliği, pişmanlığın içselleştirilerek korunması ve şiddetin yüceltilmesi konusunda önemli laflar ediyor ama tüm yolunu babadan oğula aktarılan genlere ulaşmak için harcadığından önemini yitiriyor biraz!
Before Midnight / Geceyarısından Önce yıllar öncesinin izini sürüyor elbette. Ethan Hawke ve Julie Delpy 1995 yılında tanıştıkları (Gün Doğmadan) ve 2004 yılında devam ettirdikleri (Günbatımından Önce) ilişkilerini Yunanistan sokaklarında uzun bir tartışmaya taşıyorlar. Çiftin yıllara yayılan ilişkilerine aşinaysanız üçüncüsüne de bakmak da fayda var tabii. Ama sonları belirsizliğe giden bir çift karşımızda bilginize!
Mekong Hotel elbette Apichatpong Weerasethakul’un tarzını bilmeyenler için bir eziyete dönüşüyor, hoş tarzını bilseniz de boyut değişmeyecek. Bir saatlik filmin dozu inanılmaz ağır ilerliyor ve dediğim gibi hiç yanaşmayın demek daha doğru bu filme!
Manoel De Oliveria usta ilerleyen yaşına rağmen film çekmeye devam ediyor. Tabii 103 yaşındaki bir yönetmenin elinden çıkan film de bu kadar olur; uzun planlar, sabit kamera vs.. Oyuncularıyla dikkat çeken film ustanın belki de son filmi, onun için bile gidilebilir ama çok bir şey beklememek de fayda var!
Saygın Bir Aile İran sinemasına olan tutkuyla gittiğim bir film oldu. Yıllar sonra ülkesine dönen bir adamın ailesinden yediği kazığı anlatan film, bir Kabil ve Habil hikayesine dayandırıyor hikayesini. Kurmaca ve belgesel karışıyor ki, yönetmeni Massoud Bakshi belgeselci yanıyla tanınan bir yönetmen zaten. Ama klasik İran sinemasına biraz uzak bulabilirsiniz.
Kurt Çocuk tabii yine çok sevdiğim Kore sineması hatrına aldanıp gittiğim ve karşımda farklı bir Alacakaranlık bulduğu filmlerden biri oldu. Kurt çocuk ve kız aşkı beni benden aldı, eğitimli kurt çocuk keşke kurt olarak, dağlarda özgür olsaydı dedirtti elbette! İzlemeseniz de olur!
David Siegel ve Scott Mcgehee imzalı Arada Kalan bir roman uyarlaması olarak dikkat çekiyor. 1897 tarihli Henry James romanından uyarlanan film, günümüzde anne babası ayrılan bir çocuğun gözünden sürece bakıyor. Tekrarlar çocuğun trajedisini katlarken, ebeveyn olmanın sorumluluklarını da sorguluyor elbette. Onata Aprile güzel bir oyunculukla küçük çocukların ne kadar olgun olduklarına sahip çıkıyor! Film sonuçta yüzyıl değişerek günümüze geliyor, o yüzden değişiklikler mevcut sanırım.
Caught in the Web / İftira Ağı Çin kafasıyla interneti ve onun yayılma halini sorguluyor. İlginç başlayan film sonrasında öyle bir sanal ağa dolanıyor ki çık çıkabilirsen işin içinden. Sanal dünya ve onu yarattığı sanallıklara gerçek karşılıklar bulmaya çalışan ama bunu yapamayan bir film İftira Ağı. Dolanmak istemezseniz hiç bulaşmayın!
Ölü ve Mutlu seksenler kafasında bir yol filmi. Seksenleri aşağıladığımdan dolayı değil ama teknik olarak yakalamak istediği anın o olduğunu hissettirdi bana. Ölümcül hastalığa yakalanan, hastanede morfinle ayakta duran adamı kaçma, yolda bir kadınla karşılaşma ve onunla yola devam etme hikayesi. Bir artısı, heyecanı yok, yolda akıp gidiyor işte!
Vecide Suudi Arabistan’dan gelen bir film. İlk film ve br kadın yönetmenin elinden çıkınca daha da güzel oluyor tabii. İran filmleri havasında, kahramanını bir amaca koşan filmlerden. Öyle olunca iyi de oluyor. Başrolde çocuk olması, fırlama bir kız çocuğu olması ve yasaklara kendince direnmesi ve kızların binmediği bisiklete sahip olmak için varını yoğunu ortaya koyması hikayeyi pek bir güzelleştiriyor. İzlenmeli ve sevilmeli!
The Fifth Season / Beşinci Mevsim aslında benim çok sevdiğim doğa ve insan ilişkisine değiniyor, bir nevi doğa cezalandırması fikriyle ortaya atılıyor ama ne yazık ki fikrin arkasından istediği gibi gidemiyor. Her şeyin birbirini tetiklediği düzende, insanlarda birbirine giriyor, hayatta kalma mücadelesi başlıyor, pagan kültüründen izler taşıyor, sembolik anlamlar fazlaca. Konu güzel ama dağınık anlatım filmi bir yerde bizden koparıyor…
Herkesi 7 Nisan günü saat 16.00’da yapılacak Emek yürüyüşüne bekliyorum. Bu artık sadece bir emek sineması yürüyüşü değil, elimizden alınanlara karşı koyma yürüyüşü… Destek verelim!