Festival, festival, festival…
Türlü çeşitli sebeplerden olsa gerek, yer gök film festivali oldu. İşimiz sinema yazarlığı olduğundan beri de gidip hepsini yerinde gördük, dalında sevdik. Valinin yaptıkları, Belediyenin yaptıkları, üniversitenin yaptıkları… derken bir de baktık ki uz gitmişiz, dere tepe düz gitmişiz. Oysa asıl olay dibimizdeymiş!
Türkiye’de film festivali yapmak sıkıntılı bir iştir. İşin hem seyirci hem de festivali takip eden basın ayağı vardır ve herkesi aynı anda mutlu etmek neredeyse imkansızdır. Aslına bakarsanız ben bir festival organizatörü olsam bu basın meselesine hiç kafayı takmadan tüm organizasyonu “sinemasever” üzerine kurarım. Çünkü festivalinizi, bilet alıp da film seyredenlere sevdirmeyi ve sahiplendirmeyi başarırsanız sırtınız yere gelmez.
Bu anlamda Türkiye’de çok fazla kendini ispatlamış etkinlik olduğu söylenemez. İstanbul dışında Antalya ve Ankara’dan başka seyircinin verdiği destekle güçlenen başka yapı yok. Yapılmazsa aranmayacak cılız işlerden mevcut bir festivaller geçidine sahibiz. Bu sene iptal olan Bursa, Elazığ ve hala akibeti meçhul Çanakkale örneğinden de anlaşılacağı gibi… Fakat iş İstanbul’a gelince rengi değişiyor. Film ekimi, !f İstanbul ve İstanbul Film Festivali, biletleri çok önceden tükenen, hani neredeyse başlaması içi yolu gözlenen başarılı organizasyonlar…
Benim en önemsediğim film festivali kesinlikle İstanbul Film Festivali yani ilk tanıştığım adıyla İstanbul Sinema Günleri‘dir. Liseli ve sivilceli bir ergenken, Kocaeli’den İstanbul’a sadece festival sinemalarının önündeki heyecanı görmeye giden bir sinemasever olarak bu etkinliği kalbimde hep başka bir yere yerleştirdim. Atilla Dorsay’ı uzaktan görüp de mutlu olduğum yılların ardından kaderin bir cilvesi ya da içgüdüsel bir güdümleme ile kendimden bir sinema yazarı çıkarıp o uzaktan gördüğüm ve imrendiğim adamlarla aynı basın gösterimlerinde film izledim ve nihayetinde kendimi bu en sinemasever festivalin açılışına davet edilmiş olarak görmeyi başardım.
Aslında açılışa kadar bahsetmek gereken başka bir kaç şey var. Bunların en önemlisi akreditasyon. Bu konudaki deneyimlerimi blogculuk adına paylaşmak ve ilgili arkadaşlara yol gösterici olmayı dilerim.
Bu yıl ben de bu olayın acemisi olarak, bulduğum iki adrese, festivale akredite olmak istediğimi belirten mailler attım ama bu stratejik bir hata idi. Çünkü benim bu mailleri attığım sırada İKSV’nin sayfasında kocaman bir akreditasyon formu ilgi bekliyordu. Yol bilmezlikten kaynaklanan bu durumumu 22. Ankara Film Festivali sırasında farkettim. Yanımdaki sinema yazarı dostlara gelen akreditasyon SMS’leri yüzünden bir yetim gibi hissedip aradığım ve konuştuğum Berna hanım, bana İKSV sitesindeki akreditasyon formunu doldurmam gerektiğini, bunu yapmadığım için tam akreditasyonumun yapılamadığını ama basın akreditasyonu ile basın gösterimleri ve etkinliklerine katılabileceğimi bildirdi. Ankara’dan döndükten sonra konuştuğum Kumru hanımla da olay hakkında bilgilenip, İKSV binasından basın akreditesi kartımı aldım.
“Festivalin bloglara gıcıklığı var, seni de başından savmışlar…” diyenleriniz de olacaktır ama Ters Ninja‘nın sıkı yazarlarından Numan Serteli‘nin adını akredite olanlarda görünce böyle bir şeyden şüphe duymanın ayıp olduğunu da farkettim. Bu yola baş koymuş bir blogcuysanız İFF sizi kesinlikle ciddiye alıyor. Önümüzdeki yıl, gereği neyse onu yapıp, hayallerimin festivaline tam katılımcı olup kendimi filme gömeceğim. Bu arada Berna ve Kumru hanımların da şimdiye kadar konuştuğum en ilgili ve kibar festival sorumluları olduğunu belirteyim.
İsterseniz yeniden, İKSV’nin sosyal medya sorumlusu olan ve bloglara özel bir yakınlık göstersen Emre bey’in gönderdiği davetiye ile katıldığımız açılışa dönelim. Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayında yapılan açılış, sektörün önde gelen renkli simalarıyla dolup taştı. (Tarzım iyice magazin Özel’e kaymaya başladı) Ama ben fuayedeki şatafatlı tantana yerine salonun içindeki sinema kokan ambiansa muhtaçtım. Hemencecik girip, kendime sahneyi ortalayan bir koltuk seçtim ve tören başlayana kadar yanımda bulunan sinema yazarı dostlarla sıkı sohbetlere giriştim. Derken seremoni başladı ve festivalin 30 yılını özetleyen, duygu dolu videoların nostaljisine gömüldük. En son Kemancı üzerine hazırlanan bir belgeseli izlerken, geçmişin büyüsünü yitirdiğimizi hissedip hüzünlenmiştim. Yine öyle oldu… Neyse ki İFF sapasağlam durmakta…
Canımı sıkan şeylerden biri tam arkamda bulunan grubun yaptığı Emek Sineması protestosu oldu. Bu protestolar yanlış değil ama yapıldığı yerde rahatsız ettiğin insanlar yine senin gibi sinemaseverler… Zaten o akşam çok güzel bir Emek sineması sunumu hazırlanmış, o salonunun emektarı Hikmet Dikmen sahneye çağrılmış… Sen hala zurna çalarak protesto etmenin peşindesin. Bu konuda açılışlarda, ödül törenlerinde protesto etmek de ucuz bir trend haline gelmeye başladı. Emek’i yeniden hayata döndürmenin bambaşka yolları var.
Gecenin talihsiz protestocularından biri de Zeki Alasya oldu. Yaptığı “Bir gün oynadığımız tiyatro kapatıldı ve orada namaz kılınmaya başlandı. Eğer Emek Sineması’nda da namaz kılınacaksa hiç açılmasın daha iyi” açıklaması Emek’in açılışına olan halk desteğini zayıflatacak türden…
Bütün bunlar esnasında nereden geldiğini anlamadığımız bir köfte ekmek kokusu tüm seremoni boyunca bizi bizden aldı. Sanırsınız Stat köftecisi arabasını hemen arkamıza çekmiş, bizimle birlikte seyrediyor! Festivali seven, köfte kokusuna katlanır misali dayanabildiğimiz kadar dayandık. Herşeye rağmen çok güzel bir açılış oldu. Onur ödüllerini alanların yaptığı konuşmalar falan da güzeldi. TV’den izleyen dostlara sorduk, onlar da beğenmişler.
Festivalden hemen sonra Roxy’de düzenlenen parti de çok keyifliydi. Serdar Akbıyık, Alper Turgut, Banu Bozdemir, Merve Genç ve Murat kızılca’dan oluşan ekibe Kako Si’nin yönetmeni Özlem Akovalıgil de katılınca eğlence tam oldu. Özlem’den yeni filminin ne olduğu bilgisini de aldık ama paylaşmak için erken… Festival sponsoru Akbank Sanat, partiye gelenleri rahat ettirecek her şeyi düşünmüş. Sahneye çıkan cover grubu Soul stuff‘da hepimizi coşturdu. Sıkı elemanlar… Gece boyunca yine Akbank’ın bir güzelliği olarak fotoğraflar çektirdik, çeken arkadaşlar da bekletmeden bastırıp getirdiler. Gecenin güzel bir hatırası oldu.
Uzun lafın kısası; ertesi sabah tüm sinema yazarlarının günde 5 film seyretmek üzere Aksanat’a koşturmasından da anlaşılacağı üzre, İstanbul Film Festivali sinemaseverin benimsediği, istediği festival… Hepimize hayırlı olsun. Yalnız basın gösterimlerinin yapıldığı Türvak salonunun görüntü ve ses sisteminin yetersizliğinden bahseden dostlar var, bizden iletmesi…