Büyük bütçeli Çöp’lerin İstilası başladı…
Vizyon filmleri hakkında yazmama düsturumuzu bir kez daha sırtını B atalarına yaslamış bir Blockbuster için bozuyoruz ama filmi henüz seyretmemiş olanları şimdiden uyarayım hiç de sevinçli ve müjdeci bir yazı değil bu!
2007 yılının merakla beklenen yeniden çevrimi “İstila – The İnvasion”u tarif etmek için aklıma gelen en uygun cümle bu: Harika malzemelerle bile olsa her zaman lezzetli yemekler yapılamıyormuş!
Neden diye sorarsanız eğer şöyle açıklamaya çalışayım: Adınız Joel Silver yani modern Amerikan sinemasının popüler yapımcılarından birisiniz ve güçlü bir film çekmeye karar veriyorsunuz. Elinizde daha önce Hitler’in son günlerine inanılmaz bir bakış denemesi olan, hem izleyici hem de eleştirmen bazında övgüler almış “Der Untergang” gibi bir film çekmiş Oliver Hirschbiegel adında bir yönetmeniniz, oyuncu olarak ise Kuzey Amerika’nın en güçlü kadın oyuncularından Nicole Kidman ile yükselen yeni aksiyon starı Daniel Craig var. Bütce de hiç fena değil (80.000.000 $) üstelik sırtınızı “Ceset Yiyenlerin İstilası – İnvasion of the Body Snatchers” gibi 1956 ve 1978 yıllarında iki kez perdeye aktarılmış ve iki çevrimi de kült olmuş bir öyküye yaslıyorsunuz….
Tüm bunları gözönüne alarak düşündüğünüzde karşımızda Bilim Kurgu ve korku sinemasına ait bir neo-klasik olabileceğini düşünmek çok da abartılı olmaz. Peki öyle mi? Kesinlikle hayır! Karşımızda duran film: Başta bazı parlak fikirlere sahip gibi görünse de başladıktan kısa bir süre sonra tel tel dökülen ve TV kanallarının kilo hesabı alıp, geceyarısından sonra oynattığı sıfır bütçeli aksiyonlardaki kadar bile adrenalin barındırmayan, gerçek bir zaman kaybı….
Filmi daha iyi anlayabilmek için kısaca konusundan bahsedelim: “Dallas’tan Washington’a kadar semaları aydınlatan devasa bir patlama, Patriot adlı uzay mekiğinin parçalanmasına ve ABD’nin üzerine yağmur gibi yağmasına neden olur.
Yetkililer durumu kontrol altına almakta çabuk davransalar da, mekiğin enkazı üzerine bulaşmış bir maddeyle ilgili hikayeler yayılmaya başlar; hem uzayın aşırı soğuğuna, hem de dünya atmosferine girerken ortaya çıkan aşırı ısıya dayanıklı bir maddedir bu. Ve ona ilk temas edenler ilk değişenlerdir…
Washingtonlı psikiyatr Carol Bennell mekiğin başına geleni çevresinde gitgide artan tuhaf olaylarla ilişkilendirmez. Salgın hastalık yayıldıkça, Carol hastalığa karşı kullanılan aşılamadan sorumlu olan kişilerin aslında çok daha korkunç bir şey yaymakta olduklarını keşfeder. vs vs.”
İflah olmaz bir bilim kurgu hayranının filmin konusunu okuyunca daha önce izlediği pek çok iyi filmden (the Thing, Alien, Mars invaders) esinler taşıyan bu filme açık bir sempati besleyeceği gerçek ama bir yandan da çok tüketilmiş bir fikir bu… Kaldı ki yıllar önce yayınlanan Spiderman çizgi romanlarında dahi Venom karakterinin hikayeye katılış biçimi bu filmdekinin tıpkısı… tabi orijinal fikrin kökenini ararsak 1950’lerin ucuz bilim kurgu seriyallerine kadar inmemiz gerekir ama dediğim gibi inandırıcılığı ve orjinalliği iyice sömürülmüş bir fikir ve belki de bu sebeple film tüm giriş bölümünü 10 dk’lık bir zaman dilimine hapsedip direk olarak konuya giriyor ve siz Bilim Kurgu Şaheseri “Alien”de Nostromo ekibinin yabancı gezegende uzaylı ile ilk karşılaşmaları ve uzaylının ortaya çıkışına kadar geçen sürenin nasıl değerlendirildiğini hatırlayıp Riddley Scott’u alnından öpmek istiyorsunuz…
“İstila- İnvasion”un kendi içindeki en büyük çelişkisi ise hikayesine güncellik katmak için takındığı sahte anti amerikancı politik tavır, daha da kötüsü ise fikirlerine hak vermeye çalıştığınız anda filmin tüm politize duyguyu bir kenara itip ucuz bir Terminatör (Tavşan kaç, tazı tut) replikasına dönüşmüş olması…
Dünyadaki tüm pisliğin bir şekilde Amerikalılara ait olduğunu sevimsiz bir Rus diplomatın ağzından söyleten film, Rus komünizmi ile uzaylı istilasının aynı şey olduğunu, geri zekalı bir Amerikalının anlayabileceği bir şekilde sürekli kafamıza kakıyor! bir yerden sonra öyle saçmalamaya başlıyor ki biraz zeki ve Dünya sorunlarına duyarlı izleyicinin tüm yapım ve senaryo ekibini ıslatıp ıslatıp dövmek gerektiği fikrine kapılmaması imkansız! Evet 50’lerde komünizm korkusu işe yarıyordu ama o zaman bile bu kadar çirkin bir şekilde betimlenmiyordu. hem siz hala neredesiniz? Ruslar şu anda Moskova’daki Mc Donalds’lar da Big mac yiyorlar… yani, başardınız! Size yeni düşman figürümüzün müslümanlar olduğu yazısı gelmedi mi?
Bu masum Bilim kurgu filminin asıl söylemek istediği şu: “Evet Dünya bizim yüzümüzden acı çekiyor ve her yerde insanlar ölüyor. Ama Rusların beceremediği ve şu an Uzaylılar tarafından dönüşütürülmek istendiğimiz komünüzme yenilirsek, belki savaşlar bitecek ama insana ait tüm duygular ve sevinçlerde ölecek o yüzden bırakın savaşalım ve pasaklı Iraklılar ölsün. Bu sayede biz Amerikalılar da Hallowen’in coşkusunu neşeyle yaşayabiliriz.”
Fikirlerini bir yana koyup sıradan bir macera filmi olarak izleyelim bari dediğimizde ise Nicole Kidman’ı neredeyse “Kızım olmadan Asla” daki Betty Mahmudi’nin bilim kurgu versiyonuna çeviren duygusallık, filmin başından sonuna iyice sahteleşerek ağzımıza iyiden iyiye bir keçi boynuzu tadı yerleşmesine sebep oluyor. Filmin pek iyiye gitmediğini gören yapımcılar, Matrix projelerinde çalışmış James Mc Teigue’ye ek bazı sahneler çektirmiş… işe yaramış mı anlayamıyoruz çünkü insan merak etmeden duramıyor : bir film daha kötü olabilirmi? Açıkcası benim filmle ilgili tek ilginç bulduğum şey çekimler sırasında araba takip sahnelerinden birinde gerçekleşen kaza ve Nicole Kidman ile 8 dublörün olayda yaralanması oldu. Anlaşılan o ki ilahi kuvvetler bile filmi durdurmak istemişler!
Kuzey Amerika Sinemasının yeniden çevrim yapmayı dahi beceremediği bir zamanda, Sezonun ilk çöpüyle karşılaşmış olmaktan dolayı son derece mutsuzum. John Carpenter kült’ü “Yabancı – Halloween”in Rob Zombie’eye ait yeni çevriminden ise sırf bu titreklik sebebiyle uzak duruyorum…
hahahahah
film tüm giriş bölümünü 10 dk’lık bir zaman dilimine hapsedip direk olarak konuya giriyor ve siz Bilim Kurgu Şaheseri “Alien”de Nostromo ekibinin yabancı gezegende uzaylı ile ilk karşılaşmaları ve uzaylının ortaya çıkışına kadar geçen sürenin nasıl değerlendirildiğini hatırlayıp Riddley Scott’u alnından öpmek istiyorsunuz…
cok iyi!
…
Bu arada 80’lerdeki Abel Ferrara’nin Body Snatchers’ini ve hatta 90’lardaki Rodruigez’in Fakulte’sini de unutmayalim.
Eleştiri biraz abartılı olmuş. Bence filmin tek sorunu Daniel Craig daha doğrusu günümüz Amerikan sinemasının en büyük sorunu D. Craig. Oyunculuk sıfır, karizma sıfır, buz gibi ve itici bir adam. Oynadığı filmlere de bu özelliği fazlasıyla yansıyor. Söz konusu filmde kesinlikle rol yapmıyor, o durgun ve ifadesiz tavırlar bu adamın zaten gerçek hali
Ben pek de abartılı bulmadım. Diğer üç Body Snatcher filmlerini izlemiş biri olarak özellikle oyunculuk, senaryo ve aksiyon açısından zorlama geldi bana. Bundan önceki üç film her ne kadar aynı konuyu anlatsa da hem dönemlerinin gereği hem de yönetmenlerinin farkıyla ayrı ayrı değerlendirilebilir. Bu film ise, “aman hem dönemimizin sorunlarına ışık tutsun, hem anne-çocuk ilişkisi ile muhtaç duyduğumuz sevgi-inanç’ı betimlesin hem de nefes kesen bir gerilim sunsun, oyunculuklar göz doldursun” mantığıyla çekildiği çok belli. Gerçi yapımı hakkında şöyle bir göz gezdirdiğimde, stüdyo baskısı nedeniyle şansız bir film olduğunu görüyorum. Ama film gösterime girdiğine göre bu göze alınmış demek ki…
Oyunculuk konusuna gelince… Daniel Craig’in gerçekten de öylesine oyunculuğu bir yana, kendisine bir antipatim olamamsına rağmen buradaki karakteri (filmin benzeştiği Philip Kaufman’ın 1978 versiyonu ile karşılaştırırsak) gereksiz görünüyor. Nicole Kidman ise, tamam seveni çok, yetenekli, hırslı bir oyuncu ve de güzel. Bu filmde ise fazla “güzel”, fazla “oynuyor”. Hele de baş karaktere olabildiğince sempati duyalım diye konulduğu çok belli çocuk mevzusuna rağmen ben bir türlü karakter Caroll ile Nicole Kidman’ı üst üste (ya da her nasıl deniyorsa) oturtamadım. Bir de finali, filmi seyretmeyenleri düşünerek söylemeyeyim ama, hele diğerleri ile karşılaştırınca pes dedirtiyor.
Ayrıca, yanlış hatırlamıyorsam, filme başka bir yönetmen tarafından çekilip eklenen sahneler, son bölümlerdeki araba takip sahneleri. Belki de bu yüzden yama gibi duruyordur. Bir de filmin düşünsel derinliğini (sanırım bu sadece yemek sahnesi oluyor) kanıtlamaya çalışan diyaloglar da zehirli zekasını göstereyim derken zehirleyen senaristlerin işi gibi. (Bu zehirli zeka konusu yüzünden de dizi, eee… yani Amerişkan dizisi izleyemiyorum. Tabi zeki iş iyidir ama gözüme gözüme olmuyor. Ya da benim zekam/bünyem kaldıramıyor.)
Not: Yeniden çevirim olan filmlerde, diğer filmlerden ayrılabilmek için yeni bir şeyler eklenmesi (buna röportajlarda, “zaten çok sağlam olan hikayesini hikayeyi genişletmek/derinleştirmek” diyorlar, onların yalancısıyım) hedeflenen seyirci düşünüldüğüne kaçınılmaz. Ama çoğu zaman o derinleşmeyi göremediğimiz gibi hikayenin zıttına giden sürprizler de olabiliyor. Bu filmde olduğu gibi.
Şimdi, denilebilir ki, ne olacak, piyasa işi bir film, niye bu kadar yükleniyorsunuz, niye bu kadar ciddiye alıyorsunuz diye. Bu sadece iddialarının altında kalan bir filmin eleştirisi, hepsi bu. Yoksa bu filmden, deyimi yerindeyse daha salak, daha beceriksiz filmleri gönülden sevdiğim bir başka gerçek.
Amerikan emperyalizmine sopa gösteren her film benim nazarımda takdir görür, ister reklam malzemesi olsun,isterse zekice filmin içine serpiştirilsin, ister amerikan sineması olsun, isterse hint sineması hiç farketmez. Tüm dünya film sanatını, en büyük propaganda aracı olarak görüyorsa, antiemperyalist düşüncelerin filmler içersinde yer bulmasından daha tabii bir şey olamaz.