Ölümü Unutmak, Ölümüne Tüketmek: İyi Ölüm (2024)

19 Ağustos 2024

“Herkes ölecek ama ben, hep benim için bir istisna yapılabileceğine inanmıştım.” (William Saroyan)

Hasan Ete’nin, çekimleri Hollanda’nın Rotterdam şehrinde yapılan İyi Ölüm isimli kısa filminin kahramanı eski bir polis olan Frank, emekli olduktan sonra evde oturmak yerine topluma faydalı olmak istediği için bir vakıfta gönüllü olarak çalışmaya başlar. Burası, sıradan bir yer değil, “insanların son isteklerini” yerine getirmek için kurulmuş ve çalışanların çoğunluğu gönüllülerden oluşan bir organizasyondur. Yaklaşık altı yıldır gönüllü olarak çalıştığını öğrendiğimiz Frank, 487 insanın son isteğini yerine getirdiğini söyler.

“O insanlar için bunu yapabildiğimden dolayı mutluyum. Ölmek üzereler ve biz bunu yaptığımız için, güzel bir gün geçiriyorlar.” (filmden)

Emekli olmadan önce, “ölümü bekleyen insanlarla tanışmadığını” veya “hasta bakımevlerine gitmediğini” söyleyen Frank, bir arkadaşının, “eğer olaya böyle bakarsan, ölmekte olan biriyle bir gün geçirdiğinde, o kişi ve ailesi güzel bir gün geçiremez” sözlerinden etkilenmiş ve gönüllü olmuş. Günümüzde, çoğumuzun bir insanın son anlarına tanıklık etmediği dikkate alındığında, 500’e yakın insanın son anlarında yanında bulunmanın hatta son isteğini gerçekleştirmesine yardımcı olmanın zorlu bir “deneyim” olduğunu söylemeliyim. Yaşadığı bütün üzüntüye karşın “çalışmayı” sürdürebilmek ve “akıl sağlığını” koruyabilmek için bunu bir “iş” olarak görmek zorunda olduğunu söyleyen Frank’in durumunu, bir arkadaşımın şu sözleriyle özetleyebilirim.

“Vakıf çalışanlarının insanlara yardım etmek için bu işi yapıyor olması, onların kalplerinin ne kadar güzel olduğunu gösteriyor ama bir süre sonra kalplerine bir zırh örmek zorunda kalmaları gerekiyor ki insanların acılarını görmelerine karşın yaşamaya devam edebilsinler. Hayatımız boyunca çok az ölüm görmemiz bile bizi çok üzüyorken, hemen her gün ölümün başka bir yüzünü görmek güç olduğu kadar kutsal bir iş…” (Berk Ali Uzel)

Vakıf, binlerce insanın son isteğini yerine getirmiş olsa da, bu insanların kaçı benzer şeyleri istemiş olabilir, bilmiyoruz. İnsanların son arzularını yerine getirmeye çalışan gönüllülerin, “huzurlu hissetmek” dışında, kendileri için pek de bir anlam ifade etmeyecek bu istekleri yerine getirmeye yardımcı olurken, aralarından kaç tanesi “benim son isteğim de böyle bir şey olabilirdi” demiştir acaba? Frank’in, “her insan farklı, her hikâye farklı” sözlerinden, her insanın son isteğinin “farklı” olduğunu tahmin etmek mümkün olsa da, ölmek üzere olan insanlar ile henüz böyle bir şeyi aklına getirmeyen insanların “istekleri” örtüşmüş olabilir mi, merak etmedim değil.

blank

Kaç insan, son isteği olarak önceden yaptığı bir şeyi tekrar yapmak veya önceden gittiği bir yere yeniden gitmek istemiştir? Çocukluğunun geçtiği evi veya en yakın arkadaşıyla eğlendiği veya sevgilisiyle ele ele tutuştuğu bir yeri mi görmek istemişlerdir, yoksa hayallerinde kalan bir şeyi yapmak mı? Son isteğimiz sorulsa, biz ne yanıt verirdik, bilmiyoruz çünkü üzerinde düşünmüyoruz, düşünemiyoruz. Ben de son isteğimin ne olabileceği hakkında hiç düşünmemiştim açıkçası. Filmi izlerken, “son isteğim ne olabilir” diye düşünsem de, aklıma çok az şey gelmesi, kendimi ölümden “uzak” görmemle açıklanabilir. Yapmak istediğim bazı şeyler olsa da, onları son isteğim olarak görmediğimi, son anlarımda, tanıdığım bir yere gitmeyi veya çok özlediğim birini görmeyi isterdim herhalde.

Bunları düşünürken, Hirokazu Koreeda’nın After Life isimli çarpıcı filmini hatırladım. Bu filmde, ölmüş “insanlar” tıpkı bir devlet dairesi gibi soğuk, izbe ve iç karartıcı bir binaya alınmakta ve “ölülere”, en değer verdikleri anıyı seçmek için üç gün süre tanınmaktadır. Görevliler, anılarını seçme sürecinde onları dinler, onlarla konuşur hatta “en iyi” anılarını seçmeleri için onları yönlendirirler çünkü “seçilen” anı, ölen kişinin ebediyen yaşayacağı tek şey olacaktır. Bütün yaşam içerisinden tek bir anı seçmenin ve ebediyen onu yaşamanın çok ilginç olduğunu söylemeliyim. After Life filminde, cennet ve cehennem bulunmadığından, seçilecek anı bir süre sonra kişinin cenneti de olabilecektir, cehennemi de.

Peki, benzer bir durumla karşılaşacak olsak bizler nasıl bir anı seçebiliriz? Çok mutlu olduğumuz bir zamana mı yoksa çocukluğumuza mı dönmek isterdik? Sevdiğimiz biriyle geçirdiğimiz bir günü mü tercih ederdik yoksa birini çok mutlu ettiğimiz günü mü? Örneğin, evlendiğimiz günü mü seçerdik yoksa çocuğumuzun doğduğu günü mü? Belki de “kavuşulamayan” sevgiliye dair bir anı seçerdik, bilmiyorum. Yaşlı erkeklerin bazılarının, en ateşli cinsel deneyimlerini yaşadığı anı seçmek istemesi ancak ebediyen sürecek cinsel ilişkinin anlamsızlığının farkına vararak vazgeçmeleri, cenneti şarap ve kadınlarla dolu bir yer olarak hayal edenlerin hakikaten tuhaf insanlar olduğunu göstermiyor mu?

“Ölülerin” bazıları yaşlı, bazıları ise çok genç. Kısa bir hayatın içinden bir anı seçmek mi daha kolay yoksa uzun bir hayatın mı? Örneğin bazıları, hep kötü anıları olduğunu, dünyadaki hayatını hatırlamak istemediğini söylüyor ve seçim yapmaktan kaçınıyordu. Çok çileler çekmiş orta yaşlı bir adam, öğrenciyken, yaz tatiline giderken bindiği trende yüzünü okşayan hafif rüzgârı hissettiği bir günü, yaşlı bir kadın ise üzerinde kırmızı giysisiyle ağabeyinin bir arkadaşıyla dans ettiği günü seçiyordu. Bir başkası, savaşta, kendisini ölümden kurtaran köylülerin kendisine yedirdiği bir yemeği unutamadığını ve o ana dönmek istediğini söylüyordu.

Filmi izlerken, ömrümüzün büyük bir kısmını geçirdiğimiz iş dünyası ile ilgili bir anı seçmenin çok anlamsız olacağını düşündüm. İş yaşamında başarılar elde ettiğimiz, patrondan “aferin” aldığımız veya çok para kazandığımız günü “seçmeyecek” olmamıza veya çok küçük bir azınlığın böyle bir seçimde bulunabileceğini tahmin etmemize karşın niçin paranın, biriktirmenin ve kapitalizmin hayatımızı bu denli ele geçirdiğini anlamanın hayli güç olduğunu söylemeliyim.

Niçin yaşıyorum, ne yapmalıyım, yaşamın anlamı nedir sorularına tatmin edici bir yanıt bulamayan ve kendini değersiz hisseden insanın ne pahasına olursa olsun “yaşamasını” isteyen kapitalizm, ölümü unutturmayı ister. Çevremizde ve dünyada olup bitenlerden ancak medyada yer aldığı şekilde haberdar olabiliyoruz. Her türlü anlam ve bilginin, doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün içeriği büyük ölçüde, kapitalist piyasa koşullarında bir endüstri haline gelmiş olan medya tarafından belirlenmektedir. Sermayedarların ele geçirdiği medya, daha fazla kar elde etmek için patronların beklentilerine uygun yayın politikaları geliştirmekte, toplumsal sorumluluk ilkelerini hiçe sayarak “eğlence medyasına” dönüşmektedir. Günümüz medyasının ana çizgisini oluşturan eğlence medyası, dayanışma, eşitlik, adalet, özgürlük ve ahlaktan çok bireysel zevklere ve tüketime hizmet etmekte, özel hayata ilişkin sansasyonel, yoz ve düşünmeyi engelleyen zihni geriletici içerikler sunarak, kitleleri finans-kapitalin kölesi haline getirmektedir.

blank

“Ticari endüstriyalizm Batılı insana, Hollywood miti vasıtasıyla detaylı olarak tasvir edilen, Hıristiyan mitinin gökyüzündeki cennetinin yerine geçen yeryüzünde bir cennet vaat etmiştir.” (Ernest Becker, Ölümü İnkâr)

Kapitalizm, kitleleri yabancılaştırarak tek benzerliğin “tüketim” olduğu bir dünya yaratmayı başarmış, her insanı bir diğeri için rakip ve düşman haline getirmiştir. “İnsan insanın kurdudur.” sözü, bu zihniyetin temel taşıdır. Kapitalist dünya, insan ilişkilerini paramparça etmesine karşın insan doğasının arayış çabasını da bildiğinden güçlü markalar, sıradışı sporlar, hobiler, çeşitli ritüeller, futbol, magazin, ucuz TV programları ve astroloji gibi birçok işlevsiz etkinliği “modern” insanın önüne koyarak, içinde bulunduğu durumu kavramasını engellemektedir. Böylece insan, kendi türünden kaçmakta, diğer insanlarla arasındaki bağları koparmakta ve “bireysellik” bencilliğe dönüşmektedir.

“Nihayet öyle bir zaman gelmiştir ki, insanların başka bir şeye çevrilemez gözüyle baktıkları her şey değişime, alışverişe konu olmuş ve başka bir şeye çevrilebilir hale gelmiştir. Bu, o zamana kadar ifade edilip aktarılan ama asla değişmeyen; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi her şeyin nihayet hep birden, ticaret alanına geçtiği zamandır. Bu, çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edildiği kısaca her şeyin, maddi ve manevi her şeyin alınıp satılabilir bir değer olarak pazara getirildiği dönemdir.” (Karl Marks, Felsefenin Sefaleti)

Kötü olan “öleni” unutmak ve gündelik hayata dönmek değil ölümün olduğunu unutmak, ölüm yokmuş gibi davranmaktır. Kapitalizmin vaat ettiği şeyler, insancıl hiçbir şeyle, örneğin dürüst, çalışkan veya haysiyetli olup olmamakla ilişkili değildir çünkü vaatler yalnızca para ile sağlanabilir. Ne var ki, paranın tek belirleyici olması, aynı zamanda paranın azalma ve bitme ihtimalini de beraberinde getirdiğinden hangi yolla olursa olsun daha fazla paraya sahip olma ve onu koruma arzusu, yabancılaşmış insanın tek amacı olmakta, bu da güvensizliğe, kaygıya ve korkuya yol açmaktadır. Para hırsının gözünü kör ettiği insanın bu kaygıdan kurtulmanın tek yolu da “tüketim” olmaktadır.

Thornton Wilder’ın Kasabamız isimli oyununda, oyunun kahramanı Emily doğum yaparken ölür. Bir “günü” yeniden yaşaması için şans verilen Emily, on ikinci yaş gününü seçer. O günün içinde özel bir an’ı isteyip istemediği sorulunca “bütün günü istiyorum” der. Başlangıçta, o günü yeniden yaşamanın coşkusuna kapılsa da, çok geçmeden yaşamın nasıl geçip gittiğini, pek çok şeyi nasıl doğal karşıladığını ve kendisi dâhil insanların birçok şeye duyarsız olduğunu fark eder. “Birbirimize bakacak zamanımız bile yokmuş!” diyerek ağlar ve gün biterken sorar; “Hiç kimse yaşarken yaşamın farkına varmayacak mı? Her bir saniyenin, her bir dakikanın?” Benzer bir şans bizlere de verilse, çoğumuzun Emily gibi davranacağı ve aynı hataları tekrarlayacağı söylenebilir.

Hiçbirimiz yaşamın farkına varmıyoruz. Saniyeler, dakikalar, aylar ve yıllar hızla geçip gidiyor. Saroyan’ın ifade ettiği gibi, “ölümün” kendisi için bir “istisna” yapacağı fikrine tutunan kitleler, içinde yaşadığı kapitalist dünyanın da yardımıyla ölümlü olduğunu kolayca inkâr ediyor. Peki, “insan tüm parayı kazanır ancak ruhunu yani yaşamı yitirirse bunun kendisine ne yararı olur?” Kendimize sormamız gereken soru budur.

blank

“Kapitalizm ölümün olumsuzlanmasına dayanıyor. Sermaye mutlak bir kayıp olan ölüme karşı biriktiriliyor ve ölümün anlamı da o denli azalıyor. Oysa yaşamın ölümden koparılması zombi yaşama yol açmaktadır. Kapitalizm, paradoksal bir ölüm dürtüsü üretmektedir zira yaşam uğruna yaşamı katletmektedir. Ölümden yoksun bir yaşamın peşinden koşması ölümcüldür. Performans, fitness veya botoks zombileri, yaşayan ölü halindeki bir yaşamın görüngüleridir. Zombi her türlü canlılıktan yoksundur. Gerçekten canlı olan, ölümü kabullenerek içine alan yaşamdır oysa. Sağlık histerisi bizatihi sermayenin biyopolitik görüngüsüdür. Kapitalizm ölümden yoksun bir yaşam çabası içerisinde, ölümün insani seslerden ve kokulardan arınmış, antiseptik mekanları olan nekropoller oluşturmaktadır. Yaşam süreçleri mekanik olaylara dönüştürülmekte, canlılar dünyası ölü sermaye tarafından imha edilmektedir. Sermayenin ölüm dürtüsünün mahiyeti budur. Yaşamı cansız nesnelere dönüştüren ölüsevicilik kapitalizme hükmetmektedir.” (Byung-Chul Han, Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü)

Frank, son dileğini gerçekleştirmek için yardımcı olacağı Wim’i alır ve istediği yere götürür. Çocuklarını ve torunlarını çevresinde gören Wim’in son dileği aslında çok basittir; geçmişte kamp yaptığı bir bölgeyi tekrar görmek hem de buraya altı kez gitmiş olmasına rağmen. Ailesini, sevdiklerini ve mutlu olduğu bu yeri, bir kez daha göremeyeceğini biliyor ancak yine de huzurlu bir an yaşıyor.

“Artık nasıl yaşlandığımı ve nelerin değiştiğini daha sık düşünüyorum. Ölümden korkmuyorum fakat yardıma ihtiyaç duymaktan korkuyorum.” (filmden)

Adelbert von Chamisso’nun, Peter Schlemihl’in Tuhaf Hikâyesi isimli kitabı, kapitalizmin bir metaforu olarak görülebilir. Roman kahramanı, gölgesini yani ölümlülüğünü asla tükenmeyecek bir çuval altın karşılığında “gri elbiseli” bir adama yani şeytana satar. Altın çuvalı sonsuz sermaye, şeytanla yapılan sözleşme ise kapitalizmindir. Ölümü simgeleyen gölge yani ölüm, sonsuz sermaye yani kapitalizm sayesinde yok edilecektir. Ne var ki adam, kısa bir süre sonra gölgesiz bir yaşamın mümkün olmadığını anlayacak, gölgesinin olmadığını fark eden insanlar onunla alay etmeye, küçümsemeye, korkmaya başlayacaklar hatta uşakları bile, gölgesi olmayan birine hizmet etmek istemeyecektir. Güneşe çıkamayan ve insanların gölgesinin olmadığını fark etmemesi için hiçbir yere gidemeyen adam böylece yaşayan bir ölü haline gelecektir. Ölümü yaşamdan ayırmanın korkunç sonuçları olabileceğinin vurgulandığı hikâye, kahramanın; “Sana gelince dostum, eğer insanların arasında yaşamak istiyorsan, her şeyden önce gölgeye saygı duymayı öğren, para sonra gelir” sözüyle biter.

Yüzlerce insanın son anında yanında olan Frank, gün bittiğinde kendi hayatına dönüyor, dönmek zorunda. Kapitalizm, “ölümü” unutmamızı ve “tüketmemizi” istiyor ancak ölüm hep bizimle birlikte değil mi? Ölümle bu denli iç içe yaşarken, onu yok saymak, hayatı yok saymak anlamına gelmiyor mu? Frank’in de ölümü unutmadığını, ancak ne tüketime yönelmeyi kurtuluş olarak gördüğünü ne de ölümlü olduğu korkusuyla yaşamaktan vazgeçtiğini şu sözlerinden anlayabiliyoruz.

“Hayatını yaşıyorsan ve her gün daha fazlasını istemiyorsan, yaşam şeklinden memnunsan, önemli olan budur.” (filmden)

Yönetmenin Meryem Ana isimli kısa filmi hakkındaki yazımı şöyle bitirmiştim: “Kendi yaşadığı “hayat tarzını” dünyanın merkezine koyan, annelerinden başka kimselerin sevmediği, annelerinden başka kimselerin değer vermediği ve annelerinden başka kimselerin güvenmediği sözde “sanatçılar” her yanı ele geçirmiş durumda. Kendini Batılı zanneden ancak bu topraklarda doğduğunu fark edince büyük travmalar ve pişmanlıklar içerisinde ömür tüketen, bu yüzden kendilerini “kaybeden” olarak nitelemekten utanmayan ve geçmişine düşman bu arsızlar güruhu döneminde gencecik bir yönetmenin Meryem Ana’nın hikâyesine kulak vermesinin ve bizlere ulaştırmasının her türlü övgüye layık olduğunu söylemeliyim.” Hala aynı fikirde olduğumu söylemeliyim.

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

blank

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Drag Me To Hell (2009)

Bütün klişeliğine rağmen, uzun süredir sinemada izlerken en keyif aldığım
blank

Taşrada Bir Muhsin Bey: Yozgat Blues (2013)

Yozgat Blues orijinalliğiyle tartışmasız yılın en iyi filmlerinden biri… İlgi