Sinema tarihinin gizli kahramanlarını anmaya devam ediyoruz. Bu seferki durağımız, hakkında inceleme yazdığım birçok isme kıyasla çok daha fazla tanındığını düşündüğüm bir oyuncu olan Jack Palance. Tabii bunda, hayli üretken bir aktör olan Palance’ın yarım yüzyılı aşan, uluslararası projelerle dolu görkemli oyunculuk kariyerinin payı büyük. Tıpkı Burt Lancaster, Anthony Quinn ya da Dirk Bogarde gibi o da bir düzineye yakın film türünün seçkin örneklerinde rol almış, farklı ülke sinemalarının önemli filmlerinde boy göstermiş, ayrı ayrı on yıllık periyotlarda çekilen birkaç başyapıtta yer almış ve farklı sanat dallarında üretimler ortaya koymuş bir isim. İnanın, bu özelliklere sahip o kadar az oyuncu vardır ki…
Gelin hep beraber bu büyük ustayı daha yakından tanıyalım. Jack Palance,1919 Pennsylvania doğumlu. Asıl adı Volodymyr (Vladimir) Palahniuk olan Jack Palance’ın kökleri Ukrayna’ya dayanıyor. (Tahmin edebileceğiniz üzere “Fight Club”ın yazarı Chuck Palahniuk’un soyadı da Ukrayna kökenlidir. Bu arada, akrabalıkları yok.) Ukraynalı göçmen bir ailenin oğlu olan Jack Palance’ın babası Ivan Palahniuk bir kömür madencisi, Jack de bir süre babasıyla beraber madencilik yapıyor. Babası mesleği nedeniyle yakalandığı karaciğer rahatsızlığından hayatını kaybedince Jack’i bir ölüm korkusu sarıyor, sonunun babası gibi olacağını anlayıp madenciliği bırakıyor. Kazandığı futbol bursuyla Kuzey Carolina Üniversitesi’ne kapağı atıyor. İrili ufaklı işlerde (aşçı yamağı, garson, cankurtaran, fotomodel vb.) zorlu bir yaşam mücadelesi veriyor. Bir süre sonra (1930’ların sonunda) okulu bırakıp profesyonel boksa başlıyor, “Jack Brazzo” adıyla ringlerde varlık mücadelesi veren Palance ilk 15 müsabakasını kazanıyor (12’si nakavtla). 17 Aralık 1940’ta, sonraları ağır sıklet boks şampiyonluğu unvanı için mücadele eden sağlam bir boksöre, Joe Baksi’ye kaybediyor. (Tuhaf bir bilgi vereyim. Irvine Welsh’in “Trainspotting” romanında ‘taksi’ sözcüğü yerine sık sık ‘Joe Baxi’ yazıldığını okursanız, şaşırmayın. ‘Joe Baxi’, İngiltere’de ‘taksi’ sözcüğü yerine kullanılan ve adını bu boksörden alan bir argoymuş. Evet, saçma ama böyle.) Baksi mağlubiyetinden sonra bu sporu bırakan Jack Palance; verdiği bir röportajda, zamanında çok iyi giderken niye boksu bıraktığını soranlara “Sonra birden düşündüm ki, 200 dolara kafanı yumruklatmak için delirmiş olmalısın” diye cevap verecektir.
Jack Palance’ın sportif kariyerini tümden sonlandıran şey ise Avrupa’da patlak veren ve süratle geniş topraklara yayılan İkinci Dünya Savaşı olur. Palance artık Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri’nde (pilot adayı) bir askerdir. Birçok kaynakta; Jack Palance’ın askerdeyken Güney Arizona’daki bir eğitim uçuşu sırasında içinde bulunduğu bombardıman uçağının yere çakıldığı rivayet olunur. Boks yaptığı sıralarda zaten yüzünde kırılmadık kemik kalmayan Jack Palance; çökük gözlerini, çıkık elmacık kemiklerini güya bu korkunç uçak kazasının akabinde yapılan bir dizi cerrahi operasyona borçludur. Palance bu bilgiyi sağlığında yalanladı. Bu “kahramanlık” palavrasını stüdyonun uydurduğunu ve basının olaya atladığını açıkladı. Savaş sırasında uzunca bir süre Hava Kuvvetleri bünyesinde askerlik yapmıştı fakat ortada “uçak kazası” falan yoktu. Jack Palance, o son derece keskin hatlarla ortaya çıkan benzersiz yüzünü evvelâ ailesine (kendi deyimiyle genlerindeki “Estonya’lı hatları”na) ve sonra da boks adı verilen o acımasız spora borçluydu, bilhassa da burnunu!
Jack Palance 1944 yılında ordudan terhis oldu. Savaşta gerçekten neler yaşadığı, nelere şahit olduğu konusundaki ısrarlı soruları hep savuşturdu (kahramanlık efsanesini büyüten de bu prensibi oldu). Palance asker dönüşü Stanford Üniversitesi’ne girdi. Okurken aynı zamanda San Francisco Chronicle’da spor yazarlığı yaptı. Kredisi eksik olduğu için üniversiteden mezun olamadı çünkü tiyatroda kariyer yapmak için ayrılmak zorunda kalmıştı (Yaklaşık yarım yüzyıl sonra, 1995 yılında, Üniversitesi Stanford ona ‘Drama’ branşındaki Lisans Derecesi’ni tevdi etmiştir).
Tiyatroya 1947 yılında “The Big Two” adlı oyunla başlayan Jack Palance’ı yetiştirme görevi Marlon Brando’ya verildi. O zamanlar Brando zamanla bir Broadway klasiğine dönüşecek olan Tennessee Williams şaheseri “A Streetcar Named Desire” (Arzu Tramvayı) adlı oyunda Stanley Kowalski’yi canlandırıyordu. Tabiri caizse tiyatro dünyasında yer yerinden oynuyordu. Oyun kapalı gişeydi. Palance Brando’nun yedeğiydi, zamanla oyunu ondan devralacaktı. Bir rivayete göre; Brando oyundaki rolü için kum torbasıyla hazırlanırken biraz da Jack Palance’ın çalışmasını istiyor. Palance’ın kum torbasını ıskaladığı bir yumruk, Brando’nun yüzüne geliyor, Brando hastanelik oluyor. ‘Kowalski’ rolü, yedeği Jack Palance’a geçiyor, rolün üstesinden başarıyla gelen Palance olumlu eleştiriler alıyor. Bu ‘genç metot oyuncusu’ yavaş yavaş dikkatleri üzerine toplamaya başlıyor. Jack Palance; bu iki oyun haricinde, sahnede “Temporary Island” (1948), “The Vigil” (1948), “The Silver Tassle” (1949) ve “Darkness of Noon” adlı oyunlarda rol alır. “Darkness of Noon”daki performansıyla dikkatleri üstüne çeker ve ilk sahne ödülünü alır. Ayrıca “Theatre World Award”larda (Tiyatro Dünyası Ödülleri) ‘ümit vadeden aktör’ ödülünü kazanır. Olumlu eleştiriler ve yeteneğini tescil eden ödüller Jack Palance’ın “Twentieth Century-Fox” ile yapacağı sözleşmenin önünü açar (bu şirketin ismi daha sonra “20th Century-Fox” olarak değiştirilecektir). Sinema tarihi çok önemli bir oyuncuya kapılarını açtığını henüz bilmiyordur. Ama her tuttuğunu koparan, kendinden emin, son derece zeki, azimli ve çalışkan, hırs küpü Palance bal gibi biliyordur.
Jack Palance’ın ilk sinema filmi, tiyatrodan hocası ve arkadaşı olan Elia Kazan’ın yönettiği “Panic in the Streets” (1950) adlı kara film şaheseri olur. Elia Kazan’a Venedik Film Festivali’nden ödül kazandıran filmde Jack Palance “Blackie” adlı salgın virüs taşıyan tehlikeli bir katili başarıyla canlandırır. Bir sahnede Palance’ın rol icabı Richard Widmark’ın kafasına plastik bir silah kabzasıyla vurması gerekiyordur. Metot oyuncusu Jack Palance, çekimlerde gerçeğe en yakın sonucu almak için sahte silahı gerçeğiyle çaktırmadan değiştirir ve Widmark’ı harbiden yaralar. Bir başka sahnedeki rol arkadaşı Zero Mostel’i de çekimler boyunca hırpalaya hırpalaya hastanelik eder. Filmi seyredenler bu sahneleri hemen fark edeceklerdir. Richard Widmark’ın, Jack Palance için “Bugüne kadar tanıştığım en sert adam. Şimdiye kadar, fiziksel açıdan, bana zarar vermesinden korktuğum tek aktör” demesi boşuna değildir. Tabi burada bir noktayı açığa kavuşturmak lazım. ‘Metot oyunculuğu’ tarihini az buçuk inceleyen biri olarak söylüyorum, bu acımasız yöntemin “Panic in the Streets”deki yansımalarının muhtemel faili Jack Palance değil yönetmeni (ve hocası) Elia Kazan’dır. Sahnelerdeki çatışma doğasının belirgin bir ayırt edicilik kazanması amacıyla oyuncularını sürekli provoke ettiğini bildiğimiz Kazan’ın, hemen hemen her filminde bu tip numaralara denk geldiğimiz açıktır. Ve bir nokta daha açıktır, bu da metot oyunculuğunun aktörlerden beklenen performansı arttırdığı…
İlk filminden alnının akıyla çıkan Palance’ın bir sonraki sinema projesi Lewis Milestone’un 1951 yılında gösterime giren savaş filmi “Halls of Montezuma” (1950) olur. Richard Widmark’la tekrar biraraya gelen Palance yine sağlam bir iş çıkarır. Bu film aynı zamanda Richard Boone’un ve Robert Wagner’in (Wagner’in oyuncu listesinde adının geçtiği) ilk sinema filmidir. Bu isimler hakkında ayrı birer yazı kaleme alacağım için şimdilik geçiyorum. “Halls of Montezuma”nın setinde; Ukrayna’nın Odessa kentinde büyüyen yönetmen Lewis Milestone ile Jack Palance’ın aralarında Rusça konuştuklarını yıllar önce bir kitapta okumuştum. Ama birbirlerinden pek hazzetmemiş olacaklar ki, kariyerleri boyunca bir daha beraber çalışmamışlar. Neyse; “Halls of Montezuma” sükse yapar ve Palance’ın yeteneği, güçlü ‘ekran kişiliği’ ve oyun stiline yön veren tuhaf sahne alışkanlıkları geniş kitlelerin dikkatini cezbetmeye başlar. Zaten bu tip işleri o dönem dünyada en iyi bilen isimlerden biri de hiç kuşkusuz Darryl F. Zanuck’tur.
Elia Kazan, 1951 yılında çekimlerine başlanan “Viva Zapata!”da (1952) Marlon Brando’nun kardeşi rolünü Jack Palance’a söz vermiştir ama son anda fikrini değiştirip onun yerine Anthony Quinn’i kadroya dahil eder (Quinn ve Palance’ın önemli bir ortak özelliği, efsanevi aktör Michael Chekhov’dan eğitim almış olmalarıdır). Uzunca bir süredir; ustası ve arkadaşı Marlon Brando ile beraber oynama hayali kuran ve rolü için araştırmalara bile başlamış olan Jack Palance’ın kalbi çok kırılır ve depresyona girer. Adeta Elia Kazan tarafından sırtından vurulmuştur. Ve ömrü boyunca bir daha asla Kazan’la konuşmaz.
Jack Palance’ın bir sonraki filmi “Sudden Fear” (Çıldırtan Takip, 1952) adlı gerilim dolu bir kara film olur. Rol önce Marlon Brando’ya teklif edilmiştir. Bu filmde Hollywood’un iki önemli starı Joan Crawford ve Gloria Grahame ile beraber oynama fırsatı yakalayan Jack Palance, canlandırdığı ‘Lester Blaine’ karakterinde kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koyar ve daha üçüncü filminde ilk Oscar adaylığını kapar. Henüz birkaç senelik tecrübesi olan bir aktör için küçük bir mucize başarmıştır. Tıpkı Marlon Brando gibi. Lakin, “Sudden Fear”daki olağanüstü performansıyla aday olduğu “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı”nı “Viva Zapata!”daki rolüyle arkadaşı Anthony Quinn’e kaybeder.
Bu ağır mağlubiyet Palance’ın daha da hırslanmasına yol açar. Sonraki filmi, gösterime girdiği yılın en büyük gişe zaferlerinden birine dönüşen ve zamanla gelmiş geçmiş en önemli western klasiklerinden biri kabul edilecek olan “Shane” (Vadiler Aslanı, 1953) olur. Palance, sadece birkaç dakikalık sahne süresine büyük bir inandırıcılık, dinamizm ve enerji katmayı başarır ve paralı silahşör Jack Wilson rolünde sinema tarihinin en iyi “kötü adam” portrelerinden birini çizer. Yer aldığı sahnelerde korku ve gerilimi iliklerinize kadar hissetmenizi sağlar, kolayberi unutulmayacak bir iş çıkarır ve filmi resmen “çalar”. Henüz dördüncü filmidir ve ikinci Oscar adaylığı gelir. Aday olduğu “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı”nı, “From Here to Eternity”deki (İnsanlar Yaşadıkça, 1953) Angelo Maggio rolüyle -dev bir “lobi desteği”ni de arkasına alan- Frank Sinatra alır. Şahsi kanaatimce bu ödül Oscar tarihinin en büyük haksızlıklarından birisidir. O kadar büyük bir haksızlık ki, ben merak edip bu işin aslını astarını biraz araştırdım, ilginç detaylara ulaştım. Bu konudaki bulgularımı ve yorumlarımı içeren küçük bir incelemeyi sizlerle ayrı bir yazı halinde paylaşacağım, önce buraya ilave ettim, konuyu çok dağıtıyor gibi geldi.
1953 yılında Jack Palance “Shane”den başka filmlerde de rol alır ve sağlam performanslar ortaya koymaya devam eder. Robert Mitchum’la “Second Chance” (1953) ve Charlton Heston’la “Arrowhead” (Kanlı Ok, 1953) filmlerinde oynar. Aynı yıl ilk başrolü gelir. “Man in the Attic” (1953) filmindeki “Slade” rolünde Karındeşen Jack’i (andıran bir karakteri) canlandırır. Kendisine verilen her türlü rolün altından başarıyla kalkan Palance’ın başrol hayatı da başlamış olur.
Palance’ın, Charles Castle adlı bir aktörü canlandırdığı kara film “The Big Knife” (1955) büyük sükse yapar. Clifford Odets oyunundan uyarlanan filmle Robert Aldrich, Venedik Film Festivali’nden “Gümüş Aslan” ödülüyle döner (Meraklısı için not düşeyim, o sene Altın Aslan’ı Carl Dreyer’in “Ordet”i alır). Aynı yıl Jack Palance “I Died a Thousand Times“ (1955) adlı filmde yıllar evvel Humphrey Bogart’ın canlandırdığı Roy Earle karakterine can verir. “I Died a Thousand Times“, gangster filmleriyle kara filmler arasında bir tür geçiş teşkil eden “High Sierra”nın (1941) yeniden çevrimidir. 1955 yılının son projesi; ‘El Tigre’ (kaplan) lakaplı acımasız bir kanun kaçağını oynadığı dönem filmi “Kiss of Fire” (1955) olur. Jack Palance 1955 yılını 3 bomba filmle kapatmıştır.
Palance 1956 yılına da zımba gibi girer. Gelmiş geçmiş en iyi savaş filmlerinden “Attack”de (Hücum, 1956) bir başka yitik efsane Eddie Albert’la karşılıklı döktürürler. Film çok sevilir, başroller göklere çıkarılır ve gişede yüzler güler. Savaş karşıtı filmin yönetmeni Robert Aldrich, bir kez daha Venedik’ten ödülle döner. Aynı yıl, Jack Palance kariyerinin en önemli performanslarından birini “Playhouse 90”de ortaya koyar (134 filmden oluşan “Playhouse 90” serilerinin 50’den fazla örneğini seyrettim, ülkemizdeki sinemaseverlerin bu serinin ne kadar değerli bir proje olduğunu öğrenmesi için “Playhouse 90”nin tarihsel önemine dair ileride bir yazı kaleme alacağım). “Playhouse 90”nin ilk sezonunun “Requiem for a Heavyweight” adlı ikinci bölümünde/filminde unutulmaz bir Harlan ‘Mountain’ McClintock portresi çizer. Mountain/Dağ lakaplı boksör rolünde parmak ısırtan bir iş çıkarır (Palance’ın bu rolü, benim en sevdiğim rolüdür).
Fırtına 1957 yılında da devam ediyordur. Palance, “The Lonely Man” (1957) adlı westernde Anthony Perkins ve Neville Brand ile bir araya gelir ve ihtiyar bir silahşörü oynadığı Jacob Wade rolünde harikalar yaratır. “House of Numbers”ta (1957) ise sürpriz bir planla kaçış hazırlıkları yapan bir San Quentin mahkumunu oynar. Bu kara film şahsi kanaatimce en tuhaf ve en iç karartıcı ‘hapishaneden kaçış filmleri’nden birisidir, tıpkı Burt Lancaster’ın “Brute Force”u (1947) gibi. 1957 yılında Palance oyunculuk gövde gösterisine televizyonda da devam ediyordur. “Playhouse 90”nin John Frankenheimer’ın yönettiği iki ayrı bölümünde iki muazzam performans daha ortaya koyar. “The Death of Manolete”de (1957) efsanevi boğa güreşçisi Manolete’yi canlandırır. Scott Fitzgerald uyarlaması “The Last Tycoon”da (1957) ise yapımcı Monroe Stahr karakterine hayat verir (Ben bu filmde Peter Lorre’u da çok beğenirim). Yıllar sonra Jack Palance’ın hocası Elia Kazan, Fitzgerald’ın “The Last Tycoon”unu (Son Patron, 1976) dev bir kadroyla beyazperdeye uyarlar, başrolde bu sefer Robert De Niro vardır. Ben hastalık derecesinde bir Robert De Niro fanatiği olmama rağmen şunu rahatlıkla itiraf edebilirim, Palance’ın Monroe Stahr’ı De Niro’nunkini sinek gibi ezer. Sezar’ın hakkı Sezar’a.
“Abi daha 1957 yılındasın, Jack Palance 2006 yılında öldü, bu yazı ne böyle, nereye varmaya çalışıyorsun, bitmez bu yazı” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bundan sonraki kısmı çok daha hızlı geçeceğiz. Buraya kadar olan filmleri aşağı yukarı tek tek anmamın sebebi Jack Palance’ın topu topu 10 yıllık profesyonel oyunculuk hayatındaki ilk 7 yıllık olağanüstü sinema ve televizyon kariyerinin altını çizerek, aslında ne muazzam bir aktör olduğunu sizlere göstermekti. Birçok sinemasever, ustanın sonraki yıllarda çektiği birkaç dandik filmi seyredip, ya da ilerleyen yaşı nedeniyle doğal olarak yan rollere mahkum olduğu işleri görüp onu küçümsüyor olabilir diye bunu yaptım. Jack Palance gelmiş geçmiş en iyi aktörlerden birisidir, burası kesin, bunu bilin. Eğer Jack Palance 1957 yılının Noel’inde elim bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş olsaydı yine de gelmiş geçmiş en büyük aktörlerden birisi olarak anılacaktı. Aynı cümleyi Jack Palance’ın mentoru ve arkadaşı Marlon Brando için de tek bir kelimesine dahi dokunmadan kullanmak mümkün. İnanın bana erkenden ölselerdi ikisi de, James Dean gibi, Montgomery Clift gibi yer aldıkları bir avuç projeyle efsane mertebesine erişirlerdi, hiç kuşkunuz olmasın.
Ama Palance; uzun, verimli ve doyurucu kariyerine devam edip bize birbirinden güzel filmler armağan etti. 1959 yılında yine Robert Aldrich’in yönetiminde yer aldığı “Ten Seconds to Hell”den (Cehennem Kapısı) sonra sadece Amerika kıtasında değil, Avrupa’da çekilen filmlere de sıcak bakmaya başladı. Rollerinin ve ücretinin küçüklüğüne büyüklüğüne bakmadan, önemli Avrupalı yönetmen ve oyuncularla işbirliğine gitti. Rusça, Ukraynaca, İspanyolca ve İngilizce bilen Jack Palance bir yandan da İtalyanca ve Fransızcasını ilerletiyordu. Sinemaya bir hayli geç girdiği için yaşı ilerlemeye başlayan Palance artık tarihe de çalışmaya başlamıştı. Vittorio De Sica, Rudolph Maté, Abel Gance ve Jean-Luc Godard gibi büyük yönetmenlerin filmlerinde oynadı. Godard’ın şaheserlerinden “Contempt” (Nefret, 1963) bu dönemin en seçkin örneğidir.
1961 yılında Anthony Quinn ile biraraya geldiği “Barabbas” (Barabas), 1965 yılında Alain Delon ile karşılıklı döktürdüğü “Once a Thief” (Doğru Yoldan Ayrılanlar, 1965) ve Richard Brooks’un güçlü kadrosuyla göz dolduran revizyonist westerni “The Professionals” (Profesyoneller, 1966) gibi müthiş filmlerde oynadı.
Amicus korku antolojilerinden “Torture Garden” (Kısmet Bahçesi, 1967) ile fantastik sinemaya sağlam bir giriş yaptı (Onu Peter Cushing’le karşılıklı oynarken görmek paha biçilmezdir). Artık 50 yaşına merdiven dayayan Jack Palance, yaşı ilerledikçe daha korkutucu bir şekle bürünmeye başlamıştı. O tehditkâr bakışları, keskin hatlarının kesiştiği korku verici gözleri, benzersiz kaşları, derinden gelen etkileyici sesi, spora asla ara vermediği için formunu koruyan atletik vücudu ve 1.93’lük dev cüssesiyle “kötü adam” rollerine ondan daha fazla yakışan bir aktör bulmak oldukça zordu. Kötü adam rollerinin aranan oyuncusu, başrolde yer aldığı birkaç sağlam fantastik filmle de adını sinema tarihine altın harflerle kazıyacaktı. “The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde” (1968), “Dracula” (1974) ve “Alone in the Dark” (1982) gibi. Özellikle “Dracula” kompozisyonu unutulmazdır. Defalarca bu rolü yinelemesi için teklif almış olmasına rağmen tekliflerin tamamını reddettiğini de not düşelim.
Jack Palance çeşitli ülkelerde çeşitli türlerde filmler çekmeye devam eder. Sergio Corbucci’nin yönettiği İtalyan usülü politik western şaheserleri “Il Mercenario”daki (Profesyonel Silah, 1968) ‘Curly’ (kıvırcık) rolüyle ve aynı hikayenin biraz değiştirilmiş (bazı kaynaklar yeniden-çevrim olduğunu kabul eder) versiyonu olan “Vamos a Matar, Compañeros”daki (Companeros, 1970) ‘John’ rolleriyle unutulmaz kötü adam portreleri çizer. Aynı yıl Lee Marvin westerni “Monte Walsh”daki (Kahramanın Sonu, 1970) Chet Rollins rolüyle sempatik bir adamı da başarıyla canlandırabileceğini gösterir. Bu filmden sonra komedilerin Jack Palance filmografisi içinde ağırlık kazanmaya başladığını söyleyebiliriz.
Jack Palance; Dalton Trumbo tarafından uyarlanan ve John Frankenheimer’ın yönettiği “The Horsemen” (Vahşi Atlılar, 1971) filminde Ömer Şerif’le, Stanley Kramer’in “Oklahoma Crude” (Kara Altın, 1973) filminde George C. Scott ile oynar. “Chato’s Land” (Devler Ülkesi, 1972) filminde Charles Bronson’un canlandırdığı ‘Pardon Chato’ karakterinin izini sürmek de Palance’a düşer. Luigi Bazzoni hastası olduğumu sanıyorum biliyorsunuzdur. Palance, ustanın “Blu Gang e vissero per sempre felici e ammazzati” (Brothers Blue, 1973) adlı westerninde de oynar.
Amerika Birleşik Devletleri’nde; “The Streets of San Francisco”, “Kojak”, “Police Story”, “Police Woman”, “Columbo”, “The Rockford Files” gibi polis ve dedektiflik dizileri çok tutunca Jack Palance’a da başrolde oynadığı bir polisiye dizi yaparlar. “Bronk” adlı bu dizi iki sezon (1975-1976) ve 25 bölüm sürer, açıkçası ben bu diziyi henüz seyredemediğim için hakkında bir yorum yapamayacağım. Ama bir dönem salgın şeklinde ilerleyen bu polisiye dizi furyasına dair ileride ayrıca detaylı bir yazı kaleme alacağım. En azından tamamına yakınını seyrettiğim “Columbo” serileri ve küçükken Star televizyonunda zevkle izlediğim “The Streets of San Francisco” (San Francisco Sokakları) hakkında az da olsa bir şeyler yazmadan ölürsem, gözüm açık gider.
Jack Palance televizyonda olduğu kadar sinemada da aktiftir. Fernando Di Leo’nun “I padroni della città”sında (Mr. Scarface, 1976) sağlam bir gangster portresi çizer. “Diamante Lobo”da (Allahın Silahı, 1976) Lee Van Cleef ile karşılıklı oynar. “The One Man Jury” (Dead on Arrival, 1978) ve “Portrait of a Hitman” (Vurucu, 1979) gibi tek kişilik başrollerde boy gösterir. Bu arada kült filmler de yer alır. Jesus Franco’nun “Marquis de Sade: Justine”i (1969), Joe D’Amato’nun “Eva Nera”sı (1976), Greydon Clark’ın “Without Warning”i (1980) ve Terry Marcel’in “Hawk the Slayer”ı (Sihirli Kılıç, 1980) ilk aklıma gelenler.
Jack Palance; 1982 yılında, çalışmalarına ara verir ve kendini özletir. 1987 yılına kadar, California’da yer alan Tehachapi dağlarındaki ve Pennsylvania’nın Luzeme bölgesindeki arazilerinde hayvancılıkla uğraşır ve sığır yetiştirir. ‘Tam bir kovboy’ diye düşünmeyin sakın, işin garibi Palance sıkı bir vejeteryandır. Bu süre zarfında resim ve şiir çalışmalarını derinleştirir. Zaman içinde her iki sanat dalında da saygın bir noktaya gelecek, şiir kitapları yayınlayıp, sergiler açacaktır.
Jack Palance 1987 yılında sinemaya geri döner ama ne dönüş! Percy Adlon şaheseri “Out of Rosenheim” (Bağdad Cafe, 1987), Emilio Estevez’li “Young Guns” (Genç Silahşörler, 1988), Tim Burton’ın “Batman”i (1989) ve Sylvester Stallone ile Kurt Russell’ı bir araya getiren aksiyon klasiği “Tango & Cash” (Tango ve Cash, 1989) bu dönem yer aldığı önemli sinema filmleri olur.
Derken bir mucize gerçekleşir. Ve Jack Palance; o dönemin en popüler komedyenlerinden Billy Crystal’ın “City Slickers” (Şehirli Züppeler, 1991) adlı modern zamanlar westernindeki ‘Curly’ rolünü kapar. Ve bu rolde kariyerinin naif bir özetini veren Palance, “Shane” (Vadiler Aslanı, 1953) filmindeki tetikçi Jack Wilson rolünden sonraki ilk Oscar adaylığını alır. 38 sene sonra yeniden “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Akademi ödülüne aday gösterilmiştir. Ve ödülü kazanır. 1992 yılındaki Akademi Töreni’nde Oscar ödülünü kazandığında sahnede 73 yaşında olmasına rağmen yere uzanıp tek elle şınav çeken de ondan başkası olmaz. Jack Palance’ın ödül kabülü ve akabinde yaptığı esprili Oscar konuşması ile tek kişilik sahne şovu, Akademi tarihinin en unutulmaz, en renkli anlarından birisidir, meraklısı kaçırmasın. Bir eleştirmenin deyimiyle ‘katil köpekbalığı gülüşü’ (killer-shark smile) olan adam 38 yıl gecikmiş de olsa hak ettiği ödülü sonunda almıştır. Jack Palance bu tarihten sonra üretimini azaltır, resim ve şiire odaklanır. “Cops and Robbersons” (1994), “City Slickers 2” (1994), “Buffalo Girls” (1995) gibi Türk televizyonlarında da izleme fırsatı bulduğumuz birkaç filmde daha gözükür, altından kalkılması zor rollerden sakınır ve 10 Kasım 2006’da hayata gözlerini yumar. Geride 87 yıllık mücadele dolu bir yaşam ve 100’ü aşkın sinema ve TV filmi bırakır.
Jack Palance’ın en sevdiğim özelliği, her türden olumsuz koşullara rağmen tüm hayatı boyunca ortaya koyduğu o harikulade mücadele azmidir. Onu başarıya götüren de bu azmi olur. Bir röportajında; “Gerçekten sırtınızı yaslayabileceğiniz (güvenebileceğiniz) sadece iki şey vardır, yerçekimi ve hırs” diyen de odur. Çalışma hırsı, başarı tutkusu ve sarsılmaz disiplini, onun sinema tarihinin en önemli oyuncuları arasına girmesine vesile olmuştur.
Şimdi bu çok sevdiğim aktörün filmlerinden sizler için bir seçki hazırlayacağım. TV filmleriyle beraber 100’den fazla uzun metraj çekmiş bir adamın 3-4 tanecik filmini seçmek az olur, 15-20 filmini listeye dahil etmek de abartı olur. Genelde ele aldığım isimlerin çektiği uzun metraj sinema filmi sayısının %10-15’i gibi bir sınır koyduğumu da bu vesileyle hatırlatayım. İşte sizin için Jack Palance filmografisinden seçtiğim ve seyretmenizi önerdiğim birkaç film…
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
PANIC IN THE STREETS (1950)
İşte ilk filmlerinde Walter Jack Palance ismini kullanan ustanın kariyerini ateşleyen film. Elia Kazan’ın “Panic in the Streets”i (1950) aynı zamanda en iyi kara filmlerden biridir. Palance; dur durak bilmeyen bir kovalamacada oradan oraya kaçan Blackie rolünde muhteşem. Joseph MacDonald’ın görüntü çalışması, Alfred Newman’ın müzikleri ve tabii ki Richard Widmark bir harika. Bugün Hoberman gibi yazarlar filmin metaforik olarak komünist avının başlangıç yıllarını yansıttığı öne sürer. Bunu da not düşelim.
SUDDEN FEAR (ÇILDIRTAN TAKİP, 1952)
Jack Palance’ın kariyeri boyunca üstüne yapışan “kötü adam” rollerinin kalkış noktası. Palance, “Sudden Fear”da (1952) Lester Blaine adında psikopat bir aktörü oynuyor ve ilk Oscar adaylığını alıyor. Psikopat bir aktör rolünü bir metot oyuncusundan daha iyi kim oynayabilir? Film ilerledikçe, sadece Joan Crawford’un canlandırdığı Myra Hudson için değil kendiniz için de endişe etmeye başlayacaksınız. Ya böyle biri benim de başıma bir gün musallat olursa diye. Allah korusun.
SHANE (VADİLER ASLANI, 1953)
“Shane” bol ödüllü, bol gişeli, müthiş bir kovboy filmi. Bir klasik! Bu başyapıtla ikinci Oscar adaylığını alan Jack Palance, kiralık katil Wilson rolünde filmdeki tüm oyuncuları adeta silip geçiyor hem de birkaç dakikalık sahne süresinde. Elisha Cook Jr.’ın canlandırdığı zavallı Stonewall’ı geberttiği sahne sinema tarihinde bir zirve. Jack Palance’ın burada canlandırdığı karakter Red Kit (Lucky Luke) çizgi romanındaki Phil Defer/Phil Wire adlı kötü adama kaynak teşkil ediyor. Benzer bir onuru yaşayan bir başka oyuncunun da Lee Van Cleef olduğunu bilgisini paylaşayım.
THE BIG KNIFE (1955)
En sevdiğim yönetmenlerden biri olan Robert Aldrich, Akademi’nin 1950’lilerde antipatiyle yaklaştığı yönetmenlerden biri. Muhalif tavırları, politik çıkışları, çizdiği karamsar tablolar ve ahlâkî açıdan yozlaşmış başkahramanlarıyla çok büyük tepkiler çektiği bir gerçek. Eğer öyle olmasaydı, belki de Jack Palance büyük bir canlılık, dinamizm ve derinlik kazandırdığı Charles Castle karakteriyle “The Big Knife” (1955) ile üçüncü Oscar adaylığını rahatlıkla alabilirdi. “The Big Knife”, Jean-Luc Godard’ın da en sevdiği filmlerdenmiş.
ATTACK (HÜCUM, 1956)
Gelmiş geçmiş en önemli savaş filmlerinden biri olan “Attack” (Hücum, 1956), Robert Aldrich’in ülkesinde en çok tepki çeken filmlerinden. Savaş karşıtı bir duruşu olduğu daha açılış jeneriğinden bile belli. Aslında zor koşullar altında insan psikolojisinin ne gibi davranışlar sergileyebileceğine dair müthiş karakter analizleri içeriyor, tıpkı “Deliverance” (1972) gibi. Lee Marvin, Eddie Albert ve Jack Palance bir arada. Albert ve Palance arasındaki karşıtlık filmi sürüklüyor. İzleyince bakın bakalım, “Saving Private Ryan”da (Er Ryan’ı Kurtarmak, 1998) hikayenin seyrini değiştiren hangi önemli karakteri buradan esinlenmişler.
REQUIEM FOR A HEAVYWEIGHT (PLAYHOUSE 90 – SEZON 1, BÖLÜM 2)
Ben şimdi size Anthony Quinn, Sean Connery ve Jack Palance aynı karakteri oynamıştır desem inanır mısınız? Eminim bu detayı daha önce hiç duymadınız. Üçü de “Dağ” lakaplı boksör Harlan McClintock’ı oynamıştır. Ben Jack Palance’ın ve Anthony Quinn’in yorumlarını izledim. Quinn’in tiplemesi müthiş ama Palance’ınki mükemmel. Tek kelimeyle mükemmel! Hatta kariyerinin belki de en iyi performansı. Palance bu dramatik yönü bir hayli kuvvetli karakterle bir Emmy ödülü alıyor. Tabii o zamanlar şimdiki gibi aynı yıl yaklaşık 500 kişiye Emmy ödülü verilmiyordu. Sadece şu kadarını söyleyeyim, Palance’ın aldığı ödülü takip eden 3 senede sırasıyla şu isimler almış: Peter Ustinov, Fred Astaire ve Laurence Olivier!
CONTEMPT (NEFRET, 1963)
Jean-Luc Godard’ın başyapıtlarından, ülkemizde “Nefret” adıyla bilinen “Le Mépris”i (Contempt, 1963) bu listeye alıp almamakta kararsız kaldım. Ama daha sonra başka bir vesile ile tavsiye etme fırsatım da çıkar mı emin olamadım. Karşımızda Godard’ın en iyi filmlerinden biri var, üstelik kadroda Fritz Lang, Michel Piccoli ve Brigitte Bardot yer alıyor. Jack Palance da yapımcı Jeremy Prokosch rolünde üstüne düşeni yapıyor. Ama her zaman olduğu gibi, bir Godard filminde başrol Godard’ın kamerası, kurgusu ve düşünceleridir.
COMPANEROS (1970)
Jack Palance; Sergio Corbucci’nin bizde “Profesyonel Silah” adıyla oynamış olan “Il Mercenario”sunda (The Mercenary, 1968) ve “Vamos a Matar, Compañeros”unda (Companeros, 1970) iki unutulmaz portre çiziyor. Aynı hikayenin biraz farklı varyasyonlarını teşkil eden bu iki filmden “The Mercenary” daha iyi olmasına rağmen benim tercihim “Companeros” olacak çünkü bu filmde Palance, çok daha eksantrik bir karaktere hayat veriyor. Evet, kabul ediyorum biraz abartıyor ama olsun. Bir izleyen bu tiplemeyi bir daha unutamaz.
CHATO’S LAND (DEVLER ÜLKESİ, 1972)
“Chato’s Land” hakkındaki ilk yazımı 26 Ocak 2006’da, yani 10 yıl önce divxplanet.com’da yayınlamışım (şimdi altyazi.org oldu, bu arada yazı duruyor). Hala seyrettiğim en etkileyici westernlerden birisidir. Palance; bir Apaçi’nin ne demek olduğunu en iyi bilen kişi olan emekli asker ‘Yüzbaşı Quincey’ rolünde Shakespearyen bir performans çıkarıyor. Geceleri traş olan, iyi giyinen, süslenen ve ölmeden önce çocukken hep bir köpeği olmasını dileyen Quincey rolünde harikalar yaratıyor. Yarı Apaçi ‘Pardon Chato’ rolünde de Charles Bronson’u izliyoruz. En iyi ‘sürek avı’ filmlerinden biri.
DRACULA (1974)
Bu artık klasikleşmiş karakteri kimler canlandırmadı ki? Ama ben derim ki; “Dracula”yı (1974) bir de Jack Palance’dan seyredin. Palance’ın performansı çok beğenilmiş, yinelemesi için de birçok teklif gelmiş hem de büyük paralar karşılığında. Tekliflerin hepsini reddetmiş, sordukları zaman da bir metot oyuncusu olduğu için karakterin kendi kişiliğine zarar vermeye başladığını öne sürmüş. Palance’ın yorumunu ilk kez yıllar önce televizyonda izlemiştim, sonra orijinalinden de izlemek nasip oldu. Meraklısı kaçırmasın.
THE ONE MAN JURY (DEAD ON ARRIVAL, 1978)
“Portrait of a Hitman”i (Vurucu, 1979) de seçebilirdim ama “The One Man Jury”yi (Dead on Arrival, 1978) tercih ettim. Defalarca televizyonda (çoğunda MGM’de) izlediğim bir Jack Palance filmi. Evet, biliyorum kötü bir film, evet dandik sahneleri var ve bazı yerler birbirine tam olarak bağlanmıyor. Ama ben “The One Man Jury”ye bayılıyorum. Bütünüyle şahsi bir seçim bu. “Dirty Harry” ve “Death Wish” filmleri furyasında çekilen bu filmle ilgili ayrıca bir yazı kaleme alacağım çünkü biraz araştırınca, filmdeki önemli bir mantık hatasının ve tuhaf finalinin neden öyle olduğunu öğrendim.
OUT OF ROSENHEIM (BAĞDAD CAFE, 1987)
Palance’ın sinemaya verdiği birkaç senelik aranın ardından 1980’lerin sonunda oynadığı Emilio Estevez’li Kiefer Sutherland’lı “Young Guns” (Genç Silahşörler, 1988), Michael Keaton’lı Jack Nicholson’lı “Batman” (1989) ve Sylvester Stallone’li Kurt Russell’lı “Tango & Cash” (Tango ve Cash, 1989) filmlerini de çok seviyorum ama Percy Adlon’un “Out of Rosenheim”ında (Bağdad Cafe, 1987) oynadığı ‘Rudi Cox’ karakterini bir başka seviyorum. Jack Palance, “kötü adamlar” haricinde belirli bir derinliği olan rollerin üstesinden de gelebileceğini bir kez daha kanıtlıyor.
CITY SLICKERS (ŞEHİRLİ ZÜPPELER, 1991)
Jack Palance’a gecikmiş Oscar’ını getiren film kariyeri boyunca canlandırdığı sayısız rolün küçük bir özeti gibi. İnsani derinliği olan film zaten baştan sona sürükleyici. Billy Crystal’ın da müthiş bir performans ortaya koyduğu “City Slickers” (Şehirli Züppeler, 1991) aynı zamanda tüm zamanların en keyifli komedilerin biri kabul ediliyor. Jack Palance’ın da rol aldığı (ve bu sefer ilk filmdeki ‘Curly’nin ikizini oynadığı), “City Slickers II: The Legend of Curly’s Gold” (Şehirli Züppeler 2, 1994) adında bir de devamı olduğunu ekleyelim. [/box]
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Clark, Mark ve Bryan Senn. 2011. “Sixties Shockers: A Critical Filmography of Horror Cinema 1960–1969”, McFarland & Company, ABD.
Hoberman, J. 2011. “An Army of Phantoms: American Movies and the Making of the Cold War”, The New Press, ABD.
Hodge, Alison (editör). 2010. “Actor Training”, Routledge, ABD
Hutchings, Peter. 2008. “Historical Dictionary of Horror Cinema”, The Scarecrow Press, ABD.
Neve, Brian. 2009. “Elia Kazan: The Cinema of an American Outsider”, I.B.Tauris & Co, ABD.
Pendergast, Tom ve Sara Pendergast (editörler), 2000. “International Dictionary of Films and Filmmakers” (4 Cilt), St. James Press, ABD.
Scheer, Laurie. 2002. “Creative Careers in Hollywood”, Allworth Press, ABD.