1960 da ne yılmış arkadaş? Korku ve dehşet sinemasının kural-koyucu, öncü eserleri o yıl adeta salonları istila etmiş.
Diyelim Amerika’dasınız, sene 1960. Alfred Hitchcock’un “Psycho”sunu, William Castle’ın “13 Ghosts”unu, Michael Powell’in “Peeping Tom”unu, Wolf Rilla’nın “Village of the Damned”ini, Roger Corman’ın “House of Usher”ını ve “The Little Shop of Horrors”unu hakkında hiçbir şey duymadan, ilk elden izleme fırsatınız olmuş. Veya Avrupa’dasınız diyelim. İngiltere’den John Gilling’in o karanlık “The Flesh and the Fiends”i, Terence Fisher’ın “The Brides of Dracula”sı ve “The Two Faces of Dr. Jekyll”ı, Sidney Hayers’ın “Circus of Horrors”u ve bundan sorna koskoca Amicus’a dönüşecek olan Vulgar Productions’ı ateşleyen “The City of the Dead” (Horror Hotel) gösterime girmiş. Bitti mi, ne gezer? Yeni başladık. Fransa’dan Georges Franju şaheseri “Les yeux sans visage” (Eyes Without a Face) 35 mm. ile arz-ı endam eylemiş, ne büyük bir lütuftur onu 1960 yılında karanlık bir sinema salonundaki dev bir perdede izlemek? Roger Vadim’in “Et mourir de plaisir”i (Blood and Roses), Giorgio Ferroni’nin “Il mulino delle donne di pietra”sı (Mill of the Stone Women) ve Mario Bava’nın o benzersiz “La maschera del demonio”su (Black Sunday) da salonları şerelendirmiş o yıl. Uzakdoğu durur mu? Tokuzô Tanaka’nın “Ooe-yama Shuten-dôji”si (The Demon of Mount Oe) ve benim henüz izleyemediğim ama methini çok duyduğum Ishikawa korkusu “Kaibyô Otama-ga-ike” (The Ghost Cat of Otama Pond) yine 1960 yılında gösterime girmiş. Gördüğünüz gibi, çoğunu sizin de iyi bildiğiniz, bugün artık kült mertebesine ulaşmış, dönemine göre hayli cüretkâr ve sarsıcı bir düzine kadar dehşet sineması örneği aynı yıl içinde gösterime girmiş. Bu filmlerin bazılarına ileride detaylı birer yazı yazacağım. Söz. Ama bugünkü konumuz bu filmler değil, bugün ele alacağımız 1960 tarihli yapım, Nobuo Nakagawa’nın insanoğlunun en büyük korkusuna eğilen ve bunu yaparken de sadizmin ve dehşetin doruklarında gezen Jigoku adlı deli-işi başyapıtı olacak.
Dönemine göre hayli yıkıcı, şok edici ve aynı zamanda baştan-çıkarıcı kült klasikleri ele aldığımız yazı dizisinde ilk durağımız Yunan yönetmen Nikos Nikolaidis’in 1990 tarihli “Singapore Sling: The Man Who Loved a Corpse”u (Singapur Sling: Bir Cesede Aşık Olan Adam) olmuştu, ikinci durağımız da Nobuo Nakagawa’nın Batı’da daha çok “The Sinners of Hell” (Cehennemin Günahkârları) ya da “Hell” (Cehennem) adlarıyla bilinen Jigoku (1960) adlı şaheseri olacak. Aslında sadece şu kadarını söylesem zaten merak edip hemen filmi izlersiniz. Japan korku ve dehşet sinemasının büyük büyük dedesi kabul edilen Jigoku, sinema tarihinde özel efektleriyle bir tür ‘gore sineması’ inşa eden ilk film.
Jigoku (1960); televizyon ve sinema için daha çok düşük bütçelerle, ikinci sınıf oyuncularla, eli yüzü düzgün, iyi paketlenmiş, seri üretim işler yapan Japon yönetmen Nobuo Nakagawa’nın 77. filmi (evet, yanlış yazmadım, “yetmiş yedi”, ve evet, uzun metraj!). Nakagawa, Shintoho Stüdyosu ile çalışıyor. Shintoho her ne kadar Kurosawa’nın “Stray Dog” (1949) ve Mizoguchi’nin “The Life of Oharu”sunu (1952) yapan şirket olsa da, film hakkında çekilen “Building the Inferno” belgeselinde Japon yönetmen Kiyoshi Kurosawa’nın da belirttiği gibi, Shintoho Toho’ya dönüşmüş olmasına rağmen yine de düşük bütçelerle ucuz işler yapan bir yapımevi olarak kabul edilmelidir. Tarihi önemi budur. Shintoho’nun Japon B Sineması’nın nitelikli ürünlerinde imzası vardır. İşte bu şirkette 1950’li yıllarda Mitsugu Okura adında güçlü bir yapımcı varmış. Bu adam tam bir Japon hayalet filmi (kaidan) fanatiğiymiş ve sürekli bu tip korku filmleri çekilmesini, bunları da mümkünse ellerindeki en iyi yönetmen olan Nakagawa’nın çekmesini istiyormuş. 1950’lilerin sonunda Nakagawa’nın çektiği birkaç Japon hayalet hikayesi (kaidan/kwaidan) çok tutunca, korku filmleri adeta üstüne yapışmış (Aslında Nakagawa’nın 90’dan fazla filmi var, sadece 8 tanesi korku filmi).
Nakagawa, 1959 yılında “Ghost Story of Yotsuya”nın (Tôkaidô Yotsuya kaidan, 1959) adlı bir hayalet hikayesi çeker. Benim de seyretme fırsatını bulduğum bu tüyler ürpertici film hem eleştirmenler hem de seyirciler nezdinde büyük ilgi görür. “Ghost Story of Yotsuya”nın başarısı Nakagawa’nın hayalindeki projelerle uğraşmasına zemin hazırlar. Artık başarılı, saygın ve özgüveni yüksek bir yönetmendir. Birkaç önemsiz film daha yönetir. Ardından sıra Nakagawa’nın kendi isteğiyle yapmak istediği ilk projeye gelir: Jigoku’ya…
Genelde TV filmlerine hapsolmuş Nakagawa sahip olduğu ilk serbest çalışma imkanıyla, adeta bir mucizeye imza atar ve 77. filminde korku ve dehşet sineması tarihi açısından ayrı bir öneme sahip olan Jigoku’yu çeker. Film gösterildiği dönemde çok yankı bulmaz, seyirciyi ve eleştirmenleri ikiye böler. Kiyoshi Kurosawa, “Building The Inferno” belgeselinde, bu film çıktığı zaman Japon’ların daha filmin türünü bile nasıl adlandıracaklarını bilmediğini, çünkü o zamanlar “horror” (korku/dehşet) kavramının henüz Japon sinemasında kullanılmadığını belirtir. Seyirci filmi izlediği zaman ne ile karşı karşıya olduğunu bile fark edememiştir. Film zaman içinde kült mertebesine erişecek ve ömürboyu da o mertebede kalmaya devam edecektir.
Peki nedir bu filmi sinema tarihi açısından önemli kılan? Her şeyden önce; bu filmin yaklaşık son 40 dakikası cehennemde (evet, bayağı bildiğin cehennem) katlanılmaz işkencelerin ve eziyetlerin seyirciye gösterilmesiyle geçiyor. Ama daha çok biraz da Dante etkileri görülen, Budist bir cehennem tasavvuru bu. Cayır cayır yanan ölü bedenler, kafası ya da bazı uzuvları kesik ölüler ve barım barım bağıran, yalvaran tiplerle tıka basa dolu tabu-yıkıcı bir bölüm bu. Rüya gibi sahneler tasarlayan Nakagawa, o denli zor bir işin altından başarıyla kalkıyor ve öyle unutulmaz imgeler inşa ediyor ki, inanılır gibi değil. Mesela; ölülerin yukarı doğru uzanmaya, sanki havada “merhamete” benzer bir şeyler yakalamaya çalıştıkları o unutulmaz sahne, ya da ölülerin dizlerine kadar yumuşak toprağa tersten (evet, kafaüstü) gömüldükleri o kısacık sahneye ne demeli? Ya o bütün cehennem öykülerinde anlatılan nehir? Dev kazanlarda kaynatılan sonsuz acılara mahkum kılınmış bedenler? Tüm hayatınız boyunca belki de ilk defa göreceğiniz tipte işkence sahnelerine ne demeli? Ya cehennem tasvirleri yaparak hayatını kazanan ressamın kendini astığı ve odada ilerleyen alevlerin yavaş yavaş son eserini yakmaya başladığı sahne? İnanın film boyunca dehşet verici bir atmosfer, seyircisini ekrana adeta mıhlıyor. Ölülere yapılan dayanılmaz işkencelerle, katlanılmaz eziyetlerle dolu bir film bu. Cehennem’in Kralı Enma bütün günahkârları akıl almaz biçimlerde cezalandırıyor. “Grand Guignol”dan “gore”a, sadizmden sapkınlığa varan korkunç bir cehennem tasvirine şahit oluyoruz. Parçalara ayrılmış bedenler, sonsuz işkencelere maruz kalmış ölüler ve çığlıklar, çığlıklar, çığlıklar…
Öte yandan Nobua Nakagawa, Jigoku’da estetik kaygıları bir an olsun kenara bırakmıyor. Ses, kurgu ve özellikle görüntü ve renk çalışması dudak uçuklatıcı. Ustaca fotoğraflanmış ve renklendirilmiş, handiyse şiirsel bir deneyimi andıran, ürpertici bir “Budist Cehennem” sunuyor Jigoku. 1960 yılının koşulları hesaba katıldığında, Jigokudaki cehennem sahnelerine benzer sahnelerin çekilmesinin ne kadar zor olduğunu tahmin ediyorsunuzdur, o nedenle, Nakagawa’ya ilaveten bu filmin inandırıcılığını borçlu olduğu diğer isimleri anmadan geçmek olmaz. Görüntü yönetmeni Mamoru Morita, yapım tasarımcısı Shôsuke Sasane ve sanat yönetmeni Haruyasu Kurosawa işlerini o denli iyi yapmışlar ki, adeta bir mucizeyi gerçekleştirmişler. Niye bir mucize çünkü önlerinde örnek alacakları bir film bile yok hatta çok ilginç, bu film çekilirken filmin yapımcı şirketi (Shintoho Stüdyoları) iflas etmek üzereymiş. Şirket iflas kararı açıklamak üzereyken filmin çoğu tamamlanmış ama asıl maliyetli olan cehennem sahneleri henüz bitmemiş. Kaynaklar o kadar kısıtlı, set işçisi sayısı ve geri kalan bütçe o kadar az, durum o kadar vahimmiş ki, “Cehennem” sahneleri çekilirken oyuncular, kendi çukurlarını kendileri kazmak, büyük havuzlara kendileri (boyalı) su taşımak zorunda kalmışlar. Ama Jigoku’nun yegâne başarısı görselleştirilmesi pek de kolay olmayan imgeleri ortaya koymuş olması değildir, böyle dersek filmi hafife almış oluruz.
Filmin asıl başarısı; finaline doğru kreşendo şeklinde yükselen, son derece karamsar ve irkiltici sürprizlerle dolu bir hikayeyi tam da bu cehennem senfonisinin gövdesine ustaca yerleştirmesidir. Jigoku klasik anlamda bir istismar sineması örneği değildir. Ana gövdesinde kendi içinde tıkır tıkır işleyen, çok katmanlı yapısıyla farklı okumalara olanak tanıyan, son derece zengin bir hikaye barındırır. Yani filmin o Dante’den mikrokozmos’a, kadim inanışlardan küresel dinlere doğru savrulan korkunç finaline bizi adım adım hazırlayan, iyi yazılmış, detaylı ve gözalıcı bir senaryosu var.
100 dakikalık filmin ilk 1 saatinde, dehşet verici finalinde göreceğimiz karakterleri tanıyor, birbirleri ile olan ilişkilerinin mahiyetini öğreniyor ve nihayetinde nasıl cehennemi boyladıklarına şahit oluyoruz. Zaten filmin “cehennem”de geçen sahnesinden önce gördüğümüz hemen hemen tüm ana ve yan karakterler feci şekillerde can veriyor. Eğer bu üç-beş kişi olsaydı eminim size şaşırtıcı gelmezdi, peki ben size filmde repliği olan en az bir düzine, toplamda da en az 25 karakterin birbirinden farklı nedenlerle cehennemi boyladıklarını söylesem? Hele cehennem öncesindeki son sekansta tam bir toplu kıyıma şahit oluyoruz. Gırtlaklanıp boğulan mı istersin, yediği balıktan zehirlenen mi, tabancayla vurulan mı, kendini asan mı? Peki neden? Neden bu filmde herkes ölüyor? Peki Tamura aslında kim? Ressamın tablosu bize aslında neyi anlatıyor? Yukiko ve Sachiko ya da “bakımevi” ya da “küçük bebek” bu hikayede neyi simgeliyor? Shiro ve Yukiko çok mu masumlar, cehennemde sonugelmez acıları hak edecek ne mi yaptılar, izlerken fark etmediniz mi? Eminim fark etmediniz. İşte tüm bu soruların cevapları film hakkında yazacağım detaylı analizde yer alacak, şimdilik bu kadar.
Budist inanışına göre cehenneme “Karma”nız yüzünden gidermişsiniz. Ve “Karma”nız göreceğiniz işkenceleri belirlermiş. Ölü bedenin çektiği acılardan kurtulmasının yegâne yolu “Naraka” (Budist inanışında ‘Cehennem’) diye bağırmakmış ama beden, “yeterli” noktaya gelmeden, yani acı doygunluğuna ulaşmadan evvel, “Naraka” diye bağırıp eziyete son veremezmiş. Nobuo Nakagawa’nın yönettiği ve Budist bir cehennem anlayışını peliküle aktaran Jigoku (The Sinners of Hell, 1960) sinema tarihinde çığır açan, birinci sınıf bir meydan okuma. Evet, hikayesi biraz karmaşık ve özellikle son yarım saatinin hazmı güç, her mideye her bünyeye uygun değil. Ama bu, filmin bir sinefili rahatlıkla baştan çıkartabilecek kült bir yapım ve tepeden tırnağa sarsıcı ve şok edici bir başyapıt olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Filmin cehennem sahnelerinde şahit olduğunuz görsel şiddetten bunalır ve bu eziyete bir son vermek isterseniz, “Naraka” diye bağırabilirsiniz, belki bir faydası olur. Hadi iyi seyirler…
https://www.youtube.com/watch?v=_YSO0HE5-R0
Elinize sağlık harika bi yazı olmuş jigoku’yu en yakın zamanda izlemeye çalışacağım. Rica etsem vakit bulduğunuz zaman moju:blind beast üzerine de bir yazı kaleme alabilir misiniz? Benim favori filmlerimden biridir ve ben sizin moju hakkındaki yorumlarınızı çok merak ediyorum.
Masumura’nın “Môjû”su (Blind Beast, 1969) kült filmler yazı dizimizde yer alacak, sadece sizi biraz bekleteceğim. “Môjû” benim de favori filmlerimden biridir, bundan 15 yıl evvel o filmin VCD’sine ulaşmak için çektiğim çileyi ben bilirim. Ama o dandik haliyle bile verdiğim emeği sonuna kadar hak etmişti doğrusu. Ki, sonra çok daha güzel bir versiyonunu seyredince temelli büyülenmiştim.
Bu arada, yine Edogawa’nın yazdığı “Horror of the Malformed Men” de (1969) listemizde.