Gerçeküstü Düzlemde İyileşme

blankSanatın iyileştirme ve dönüştüme gücünün, uygarlığın yok etme hızı karşısında çaresiz ve yetersiz kaldığı zamanlardayız. Her gün düşünsel, düşsel ve hatta coğrafi anlamda durmaksızın çölleşen gezegende insanoğlu giderek içgüdülerinin güdümüne indirgenirken; sanat, ne yazık ki büyük ve görkemli bir dönüşüm sunamıyor geniş kitlelere. Bu içgüdüselleşme insanı akıl dehlizlerinin en karanlık köşelerinde uyuyan o kadim hayvana çevirmekteyken, sanatın umut ve iyileşme önermesi, hayli naif bir vaad olarak, kümülüs bulutları gibi uçuşuyor rüzgarlarla.

Sanatın yapıcılığı, neo-liberal medeniyetin yıkıcılığı karşısında öylesine küçük, öylesine sinek vızıltısı bir gıdıklama yaratıyor ki; bir türlü titremeyen dev bir ur gibi duruyor karşımızda yıkım imparatorluğu! Hastalık, benliğimizin bir parçası halini alıyor. İnsanlar kendilerini hastalıkları üzerinden tanımlamaya başlıyorlar ve hastalık, meşrulaşıyor. İlaçlarına aşık, “psikolojik bozukluk” denen incitilmiş beyin kimyası ile gurur duyan ve iyileşmekten kaçarak ömür geçiren tutsaklar olarak yaşanıyor hayatlar.

Hastalanıyoruz evet ve yetmiyor, hastalığımızı kendi travmamızdan doğurduğumuz çocuklara aktarıyoruz. İyileşerek acı çekenlere ihanet etmek istemez gibi bir haleti ruhiye yapışıyor üstümüze. Ayrıca tüm bu yok oluş temaşasından bir kaçış, bütünen bir iyileşme mümkün mü sorusu beynimizi kemirmekteyken, iyileşen varlıklar olabilmek ihtimali, çok parlak ve kolay bir ihtimal gibi belirmiyor ufukta.

Bütün Travmalar Bir ilüzyondur”

87 yıllık ömrüne 10 adet enfes film ve daha nice sanat nesnesi ve de performansı sığdırmış olan Jodorowsky, sanatın dünyayı değiştirebileceğinin bir ihtimal olduğu o büyülü dönemlerden günümüze kalan çok ender isimlerden biri. Tüm ömrünü bir sanat performansı gibi yaşamış ve “şiir gibi yaşamak” deyiminin içini bütünen doldurmuş bir sanatçı. Evrelere ayırdığı ömründe artık nihai amacına ulaşabilmiş ve “sanat şamanı” mertebesine erişebilmiş bir tuhaf dünya yaratığı.

Jodorowsky, sanatın yıkıcıdan çok iyileştirici olması gerektiği düşüncesini sanat hayatının ilk yıllarından beri taşıdığını dile getirir. Bu bağlamda, mutlak iyileşmeyi arayan bir derviş gibi, sanatın onu sürüklediği düşsel zeminlerde iyileşmenin peşinden koşarak geçmiştir ömrü. Şimdi geriye dönüp baktığında “bütün travmalar bir ilüzyondur” deme cesaretini de bu nedenle gösterebiliyor.

Alejandro Jodorowsky, bu düşünceye bir anda erişmemiş elbette. Bu çıkarım, 87 yıllık uzun ve arayış dolu ömrünün bir sonucu. Jodorowsky, kadim Amerika uygarlıklarının öğretileri gibi, hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inananlardan. Jodorowsky’ye göre her şeyin bir sebebi var ve Ukraynalı bir Yahudi olarak ailesinin bindiği geminin onları Şili’ye getirmesinin de yegane sebebi, Alejandro’nun şiirle tanışmasını sağlamaktı.

Jodorowsky bugün durduğu noktada “psiko-büyü” erbabı bir şifacı. Ama oluşumu ve şekillenişi Amazon şamanları gibi ormanda, doğada, mevsimsel döngüde değil; şehirde, kültür sahnesinde, şiir, tiyatro ve sinema gibi sanatsal düzlemlerde vuku bulmuş bir sanat şamanı.

blank

Jodorowsky sanatsal yolculuğunu üçe ayırıyor. Şiirsel performans, tiyatro performansı ve düşsel performans. Şiirsel performans, 1940’larda ve 50’lerde Şili gezegeni şairlerin narin kalemlerinin ucunda çalkalanmaktayken hayattan damıttıkları dönemi kapsıyor. Jodorowsky, algısını değiştiren beş önemli şair olduğundan bahsediyor.

Şair gibi yaşayan ve tüm Şili’ye ilham veren Pablo Neruda, sürrealist manifestodan önce şiirin var olanı değil düşleneni anlatması gereğini dile getiren Vicente Huidobro, mistik anne figürü olarak tarif ettiği Gabriela Mistral, anarşist bir dadaist olarak tanımladığı Pablo De Rokha ve tam bir Güney Amerikalı dediği, “sarışın seven zeki şair” Nicanor Parra. Jodorowsky’ye göre Neruda su, Parra hava, De Rokha ateş, Mistral toprak ve Huidobro hepsinin merkezindeki beşinci elementti.

Bu beş şair Jodorowsky’yi derinden etkilemiş ve onu hayatının ikinci evresine, tiyatral performansa taşımıştır. Bu döneminde Jodorowsky, “panik hareketi”ni başlatır. Harakleitos’un “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” sözünden yola çıkarak tiyatroyu hiçbir zaman kendini tekrar etmeyen bir performansa çevirmenin ve iyileşmeyi başlatmanın provasını yapar. Sonra düşsel performans ve sürrealist filmler silsilesi başlar.

Kutsal Dağ’da dini, Köstebek’te şiddet ve “Vahşi Batı”nın grotesk tarihini, Kutsal Kan’da kan ve kalıtım üzerinden aileyi, Fildişi’nde İngiliz koloniciliği üzerinden emperyalizmi gerçeküstü bir düzlemde irdeler. Tüm bu filmler, sinemanın görsel bir sanat olduğunun bilinciyle, bir tür imajlar bombardımanı olarak yaratılmıştır. Jodorowsky’nin sürrealizmi, kendisi de şiddet dolu olan tarihten yola çıkarak, şiddet ve kan doludur.

Kutsal Dağ’da İspanyol “conquistador”ların (kaşif) Aztek şehri Tenochititlan’ı rahip cübeleri ve asker zırhları içinde kurbağalar olarak işgal edişini gösterdiği sahne, sayfa sayfa Galeano anlatısıyla eş değerdir. Sonra piramitler kana bulanır ve bir sonraki sahnede satılık İsa’ları yani İsa heykellerini görürüz.

Bir Hastalık Olarak Aile

İmgeler, metaforlar, sembolizm, mistisizm, tabular ve gizem; Jodorowsky’nin sinemasının temel direklerini oluşturdular. Kelimelerin ve imgelerin içinde barındırdığı şiiri açığa çıkarıyordu. Eserlerinde hep gerçekliğin içgüdüselliği vardı. En sonunda da psiko-büyü ortaya çıktı. Jodorowsky’nin deyimiyle psiko-büyüyü o bulmamıştı, psiko-büyü ona gelmişti.

Yıllarca tarot aracılığıyla insanları ve travmalarını tanımış ve hayatında yepyeni bir şifacı sayfası açmış bu modern zamanlar şehirli şamanının, Latin Amerika’dan başka bir yerde ortaya çıkması da beklenemezdi zaten.

Jodorowsky psiko-büyü ile eski zaman şifacılarının, büyücülerinin ve yaşlı umacıların misyonunu sanatsal bir bakışla, bir performansa, bir iyileşme ayinine çeviriyor. Adeta büyü yapıyor. Çünkü psiko-büyü, travmalara sarılmak yerine, onları azade edebilme sanatıdır. Bu performansta Jodorowsky’nin misyonu, şafacılık ve performansı yapacak olana yardımdır. Böylelikle Jodorowsky, insanları travmalarından, yaralarından koparıp alıyor. Özgürleştiriyor. İlüzyonu dağıtıyor ve geriye düş kalıyor. Yepyeni ve ailenin travmalarından azade bir hayatın düşü. Çünkü her travma bir ilüzyondur ve aslında her hastalık aileye öykünmekle başlar. Çünkü her travma ve her gizli yara, ortaya çıkana kadar, babadan oğula, anneden kıza geçmekle yükümlüdür.

NOT: Bu yazı ilk olarak Kara Karga Dergi’nin son sayısı olan Aralık 2016 sayısında yayınlanmıştır.

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

“Klasikleri Niçin Okumalıyız?” – Büyülü Fener

“Klasikleri Niçin Okumalıyız?” serisinde ilk durağımız İsveç’li ünlü tiyatro ve
blank

“Klasikleri Niçin Okumalıyız?” – Film Teorisi: Fiziksel Gerçekliğin Kurtuluşu

“Klasikleri Niçin Okumalıyız?” serisinin konuğu; Alman yazar, gazeteci, sosyolog, kültür-sanat