“- Silah, bıçak ve ellerini kullanmakta üstüne yoktur. Acıyı, soğuğu hissetmemesi ve bir hayvanın bile yiyemeyeceği şeyleri yiyebilmesi için onu eğittik. Vietnam’daki görevi, düşmanı ortadan kaldırmak ve öldürmekti.
– Pekâlâ, Albay, korkudan titriyoruz.” (filmden)
Güzel bir sonbahar günü, bir adam yüzünde birilerine sürpriz yapacak olmanın verdiği keyifli gülümsemeye benzer bir ifadeyle, omzunda çantasıyla yürümektedir. Bu esnada, bir göl veya nehir kenarında ahşap bir ev, etrafta koşuşturan, oyun oynayan çocuklar, çamaşır asan kadınlar gibi gündelik yaşamın içinden pek çok unsur perdeye yansıtılarak seyirci alabildiğine rahatlatılır. Her şeyin güvenli ve bilindik olduğu bu yerde hayatın sakince akıp gittiği vurgulanır. Oysa biraz sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olamayacak şekilde değişecektir.
Parkasındaki “Old Glory” ve US Army yazısından askerden döndüğü tahmin edilen adam, Vietnam’da birlikte savaştığı siyahî bir arkadaşını aramaktadır. Arkadaşının annesinin “Vietnam’da etrafa sıktıkları o turuncu şeyler oğlumu öldürdü’’ demesi ateşkes ilan edilmiş ve barış yapılmış olsa da, savaşın acımasız etkilerinin yıllarca sürdüğünü gösteren ve filmde övgüye layık biricik sözlerdir. Arkadaşının öldüğünü öğrenmesiyle hayalleri yıkılan ve askerlik günlerine ilişkin tek nesne olan birlikte çektikleri fotoğrafı arkadaşının annesine bırakarak yollara düşen bu adamın, arkadaşını aramak için kasabaya gelmesi ve bu sadakatin siyahî bir arkadaş için gösterilmesi çok manidardır. Hollywood, işsiz, ailesi parçalanmış ve gerçek hayatta başarı sağlayamamış erkeklerin çok başarılı askerlere dönüşme sürecini nerdeyse her filmde işlemiştir ve işlemeye devam etmektedir. Bu tür militarist filmlerde siyahîlere, işsizlere, azınlıklara ve kadınlara, orduya katılırsanız değer verilen, başarılı insanlar haline gelirsiniz mesajı çok güçlü bir şekilde verilir. Rambo figürü aynı zamanda, yoksul çocukların kendilerini ispatlamasının ve toplumda bir yer edinmelerinin tek yolu olarak ordunun sunuluşudur. The Hurt Locker (2008) garabeti öncesinde de Goldie Hawn’ın “Private Benjamin” (1980) filmindeki rolüyle Oscar ödülü alması bu açıdan bakıldığında, hiç de şaşırtıcı değildir. Yakın tarihli 13 Hours (2016) filminde de “Bir profesyonel gibi davranmayı öğrenemeyeceksen evine dön. Sigortacı olarak çalışmaktan mutlu olacağına eminim” sözleriyle alınteriyle çalışmanın yetmeyeceği, militarizm övgüsü bir kez daha vurgulanır ve adı geçen diğer meslek gurupları aşağılanır.
“Bu filmlerin maksadı, başarısız bir insanın son derece başarılı bir insana dönüştürülmesinden ibarettir. Böylece, kurumsal yeniden inşaya dönük bir girişimin üzerine olumlayıcı bir kişisel anlatı örtülür. Televizyondaki ordu reklamları gibi bu filmler de, kişisel başarıyı ordu yaşamıyla özdeşleştirirler.” (Michael Ryan-Douglas Kellner, Politik Kamera)
İlk filmde nerdeyse hiçbir önemli rolde siyahî oyuncu olmadığı gibi, Rambo’nun arkadaşının yaşadığı iddia edilen Hope kasabasında da yaşayan hiçbir siyahî insan görülmez. Ne var ki ikinci filmin başlangıcında kameralar Rambo’nun hükümlü olarak bulunduğu cezaevine çevrildiğinde mahkûmların ve gardiyanların büyük çoğunluğunun siyahîlerden oluştuğu görülür. Yıllar önce John Van Evrie isimli kölelik yanlısı bir adam, zencilere eğitim verilmemesi gerektiğini çünkü böyle bir eğitimin onların beyinlerini öne doğru geliştirerek beyazlar gibi geniş alınlı yapacağını, bunun sonucunda da vücutlarıyla kafaları arasındaki dengesi bozulan ve ağırlık merkezleri yer değiştiren zencilerin dik duramayacaklarını hatta yürüyemeyeceklerini “bilimsel” olarak söyleyebilmiştir. Yıllar sonra, suçlu veya değil, siyahîlerin yeri ancak hapishanelerdir önermesini vurgulayan cüretkâr sahnelerin Rambo filmlerinde yer alması ırkçı zihniyetin devamı olarak görülmelidir.
“Irkçılık en büyük zararını zencilere, özelliklere zenci kölelere vermiştir. John Hawkins adında bir İngiliz’in sahip olduğu ilk köle gemisi 1562’de Amerika sularına girmiştir. Ancak köle ticaretinin, şeker kamışı plantasyonlarının yaygınlaştığı 1630’lardan sonra yoğunlaştığını görüyoruz. Gemiye olabildiğinde çok köle yüklemek için ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirlenerek balık istifi dizilen zenciler, bir ay kadar süren bu yolculuk boyunca, ağızlarına akıtılan çorba ile oldukları yerde hem besleniyor hem de aynı yere tuvaletlerini yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Zenci köleliği 1863’de artık zencilerin de insan oldukları düşünülmeye başlandığı için değil sanayileşen Kuzey’in ‘’özgür emek’’ gereksiniminden kaynaklanmıştır. Zencinin erdemsiz olduğu, şeref, gerçek, minnet ve ilke gibi kavramları kavrayacak nitelikte olmadığı, Güney’in onu arada sırada linç edip kırbaçlamasının, kokusuyla ve rengiyle tanrıya saygısızlık etmeye kalkmasını önlemek için gerekli olduğuna inanıldığından binlerce zenci linç edilerek öldürülmüştür.” (Alaettin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
Rambo’nun küçücük çocukları öldürmekten, bağımsızlıkları için savaşan Vietnamlıları boğazlamaktan, kadınların ırzına geçmekten, köylerin üzerine her şeyi cehenneme çeviren napalm atmaktan dolayı pişmanlık, üzüntü, hayal kırıklığı, terk edilmişlik ve kullanılıp atılmışlık duygusu yaşadığını ve içini dökmek, dertleşmek için arkadaşlarını aradığını zannedenlerin büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu söylemeliyim. İkinci filmin başlangıcında ‘’Bu kez başaracak mıyız komutanım’’ diye soran Rambo, Fransız sömürgeciliğinden ve Amerikan zulmünden kurtulmak ve bağımsızlığına kavuşmak için vatanını savunurken öldürülen milyonlarca Vietnamlının vahşice katledilmesinden değil savaşın sona ermesinden ve kendisinin sivil hayatta değersiz bir ‘’paçavraya’’ dönüşmesinden dolayı üzülmekte ve acı çekmektedir.
“Vietnam’a gitmemi siz istediniz. Kazanmak için elimden geleni yaptım ama geri döndüğümde, havalimanında protesto ile karşılandım. Yüzüme tükürüp, bana çocuk katili, cani dediler. Burada sivil hayat benim için değersiz. Orada milyonlar değerinde helikopter ve tank kullanıyordum. Burada araba park etmem bile yasak.” (filmden)
Çinhindi yarımadasının doğusunda, yer yer bataklık olan ve ancak büyük emekler karşılığında ürün veren topraklarda yaşayan Çinliler, Taylılar ve Muongların karışmasıyla meydana gelen Vietnam’ın tarihi acılarla doludur. Hiçbir zaman Çin egemenliğinden kurtulamayan bu ülkede bir süre güçlü bir krallık kurulabilmişse de, bir süre sonra Avrupa’nın sömürgesi altına girmiştir. Ülkesini köleleştiren Fransız sömürgecilerini yenmek için Viet Minh (Vietnam Bağımsızlık Birliği) kuran Ho Şi Minh, tüccar bir denizci olarak dünyayı dolaşmış, yedi dil öğrenmiş ve bir süre Amerika’da kalmıştır. Komünizmi, sömürgecileri kovmanın ve ülkesini bir araya getirmenin en etkili yolu olarak gören, İkinci Paylaşım Savaşı’nın sona ermesi ve Japonya’nın yenilmesiyle, Vietnam için bağımsızlık şansı olduğunu anlayan Ho Şi Minh 2 Eylül 1945’de Bağımsızlık Bildirisi’ni okur. ‘’Vietnam halkı, bağımsızlık ve özgürlük haklarını korumak için, maddi ve manevi güçlerini harekete geçirmekte, bu yolda malını ve canını feda etmekte kararlıdır.’’
1945 yılında Hanoi’nin Ba Dinh Meydanı’nda toplanan yüz binlerce insan bağımsız Vietnam Cumhuriyetinin ilanını kutluyordu. Aceleyle hazırlanmış tahta bir platformun üzerine çıkan Ho Şi Minh, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden ödünç aldığı ‘’Bütün insanların eşit yaratıldığı gerçeğine inanıyoruz’’ diyerek halkına sesleniyor ve ‘’Tanrı insanlara devredilemez bazı haklar bağışlamıştır ve bunların arasında yaşama hakkı, özgürlük ve mutlu olma hakkı vardır’’ sözleriyle devam ediyordu. O günden sonra dünya onu Ho Amca veya Ho Şi Minh (Işık Getiren) olarak tanıyacaktı.
Karlı kauçuk plantasyonlarından vazgeçmeyen Fransızlar bağımsızlık kararını hiçe sayarak Vietnam’ı vahşice ezmeye başlar. 1946 Kasım ayında kentleri bombalamaya başlayan Fransızların 6.000 insanı katletmesi üzerine Vietnamlılar karşı koymaya başlar. Ho Amca, Aralık 1946’da “Din, parti, milliyet ayrımı gözetmeksizin herkes, erkekler ve kadınlar, gençler ve ihtiyarlar Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için, vatanı kurtarmak için ayaklansın. Tüfeği olan tüfeğini, kılıcı olan kılıcını kullansın. Ve eğer kılıcı da yoksa kazma, kürek, tırpan kullansın.’’ sözleriyle halkı mücadeleye çağırır. Bu çağrı ile Anadolu insanının kazma ve kürekle verdiği mücadele arasındaki benzerlik hiç de şaşırtıcı değildir ve emperyalist güçlerle başa çıkmak için topyekün mücadele dışında başka bir yol olmadığını göstermektedir. Bir kurtuluş savaşı vermesine karşın benzer bir savaşı veren Vietnam halkının değil de emperyalistlerin, yağmacıların, sömürgecilerin mücadelesini haklılaştıran bu tür filmlerin ülkemizde baş tacı edilmesinin utanç verici olduğunu söylemeliyim.
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk)
Bağımsızlık ve özgürlük konusunda tüm dünyada nutuklar atılırken Başkan Truman, Fransa’ya baskı yapmak yerine Ho Şi Minh ile savaşmasına yardım etmek amacıyla milyonlarca dolarlık silah, malzeme ve asker göndermek suretiyle Fransa’nın sömürge düzenine yardım etmeyi uygun bulur. Kapitalist ve emperyalist Batı’nın kendi düzenlerini korumak adına nasıl işbirliği yaptığı açık ve seçik biçimde bir kez daha görülebilir. 1961 yılında Fransızlar arkalarında on binlerce ölü ve telafisi mümkün olmayan acılar bırakarak kaçarken Başkan Kennedy on binlerce askeri Vietnam’a gönderiyor, kendinden sonra gelenler de Vietnam’ın yerle bir edileceği tehdidini savurmaktan çekinmiyordu.
1964 yılında Kuzey Vietnam devriye botlarının, Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi Maddox’a ateş açmış olması gerekçe gösterilerek Amerika, ülkeyi bombalamaya başlar. Maddox demişken “Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği İyi Niyet Elçisi” olan Angelina Jolie’nin Vietnamlı evlatlık oğluna Maddox ismini vermesi ne anlama gelmektedir, bilemiyorum. O günden bugüne, kanlı savaşta halkın ve Kongre’nin desteğini almak için Tonkin Körfezi’ndeki olayın bilerek mi kışkırtıldığı sorusu halen tatmin edici bir yanıt bulamamıştır. 1968 yılında Savunma Bakanı Robert McNamara, Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nun önünde verdiği yeminli ifadesinde “Bizim toplumumuza ve hükümet sistemimize uzaktan da olsa aşina olanların, Pasifikte’ki askeri komuta kademesinin, Genelkurmay Başkanının, Savunma Bakanının ve danışmanlarının, Dış İşleri Bakanının ve Birleşik Devletler Başkanının dâhil olduğu böyle bir komplonun varlığından kuşku duyabilmelerini inandırıcı bulmuyorum.’’ komployu reddetmişse de, pek inandırıcı bulunmamıştır.
‘’Tonkin Körfezi olayından sadece iki yıl önce Castro’yu suçlamak ve Küba’ya karşı başlatılacak bir savaşı kışkırtmak amacıyla Amerikan topraklarında gizli bir terör dalgası başlatmayı içeren çok daha vahim bir komployu en ince ayrıntısına kadar planladıkları Northwoods Operasyonunu unutmuşa benzeyen McNamara bunun samimi bir itiraf olmadığını elbette biliyordu.’’ (James Bamford, Sırlar Evreni)
Vietnam, yıllar boyunca hava saldırılarıyla yerle bir edilmiş olsa da asla teslim olmayacağını söyleyen Vietnam halkının 31 Ocak 1968’deki Tet Saldırısı yıldırım gibi başlar ve aralıksız sürerek Amerikan ordusunu perişan eder. 27 Ocak 1973’de Vietnam ile ABD bir ateşkes antlaşması imzalamak zorunda kalır. Sabah 07.45’de ateşkes antlaşmasının yürürlüğe girmesiyle birlikte bir Amerikan savaş gemisinin Saygon Nehri ağzına ilerleyerek, anlamsız bir şekilde savaşın son toplarını ateşlediği anlatılır. Ateşkes ilan edilmesine karşın, ateşkesten habersiz halkın katledilmesi “Guizi Lai Le (2000)” filminde başarıyla işlenmiş olmasına karşın İngiliz gemisi Queen Elizabeth’in ateşkese karşın tüm cephanesini Türk tabyalarına boşalttıktan sonra ayrılması ise henüz herhangi bir Türk filminde işlenmemiştir.
“1975’te ABD savaşın askeri aşamasını bitirdikten sonra, tamamen yıktığı ülkeye 18 yıllık bir boykot uyguladı. Vietnam’ın hesaplarına göre savaşın kendileri acısından bilançosu 4,5 milyon yaralı, 3 milyon ölü, zehirli kimyasal maddelerden zarar gören 1 milyon kişi ve 300.000 kayıptı ve ölü sayısı nüfusun nerdeyse yüzde yirmisine geliyordu. Vietnam toprağı bombalardan ve kimyasal silahlardan harap olmuş, kırsal alanları mahvedilmişti.” (Noam Chomsky, Rızanın İmalatı-Kitle Medyasının Ekonomi Politiği)
İşte bu denli haksız bir savaşın figürü olan Rambo, nereye gideceğini bilmez bir halde kendini yollara vurmuşken Hope (Umut) isimli bir kasabaya ulaşır. Kasabanın adının Hope olması ve halkın “askere” daha doğrusu militarizme karşı olması manidardır. Kasabadan ilk görüntü, düzenin temsilcisi şerif ve bağımsızlığın simgesi Amerikan bayrağının aynı karede gösterilmesiyle verilir. Özgüveni yüksek olduğu her halinden anlaşılan şerif karşılaştığı hemen herkesle şakalaşmakta, onlara ismiyle hitap ederek tanışıklığını ve kasabasıyla ilgili olduğunu göstermektedir. Böylece kasabanın herkesin hayallerini süsleyecek örnek bir yer olduğu algısı oluşturulur.
Kasabaya girmek üzere olan Rambo, şerife karşı gelince tutuklanır ve nezarete atılır. Karakolda kendisine yapılan kötü muameleleri Vietnam’da yaşadığı ‘’işkence’’ ile özdeşleştiren Rambo, travma sonrası stres bozukluğu yani dünyada bilinen adıyla Vietnam Sendromu yaşamaya başlar ve ortalığı birbirine katarak kaçar. Vietnam’da görev yapmış askerler üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, üç milyon erkek ve kadının dörtte birinin etkisinde kaldığı Vietnam Sendromunun, Vietnam halkının haklı mücadelesi karşısında aciz bir duruma düşmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Alaycı, küstah ve teknolojisine güvenen askerlerin beklemediği bir tokat yemesi bu travmanın başlangıcı olmuştur, diyebiliriz.
Rambo’yu yakalamak için peşinden giden şerif yardımcıları, ellerindeki cips paketleri, içecekler ve “geyik muhabbeti” eşliğinde hafta sonu gezisine çıkmış gibidirler. Sivil kategorisindeki şerif yardımcılarının nerdeyse hepsi beceriksiz, sakar ve emirlere uymayan başıbozuk kişiler olarak resmedilir. İkinci filmde de esir askerlerin kurtarılması operasyonu yöneten kadrolar paralı askerlerdir ve filmin her anında disiplinsizlik ve sadakatsiz oluşları eleştirilerek ordunun yozlaştırıldığı vurgulanır. Bu paralı askerlerin hiçbirinin üzerinde “US Army” yazısı bile yoktur hatta yüzlerine karşı “sizi aşağılık kiralık katiller’’ diye haykırılır.
‘’Vietnam Savaşı’nın ve bu savaşa adam sağlayan zorunlu askerliğin sonuçlarından biri, ABD ordusunun güçten düşmesi olmuştu. Savaşın sonuna gelindiğinde askerler emirlere uyup savaşacakları yerde kasten üstlerini öldürüyorlardı. Bunun ve zorunlu askerlikten ilham alan yaygın savaş karşıtlığının sonucunda zorunlu askerlik uygulaması kaldırılarak ordu bütünüyle bir gönüllüler ordusuna dönüştürüldü. Beyaz hâkimiyetindeki, ekonomisi sıkışmakta olan kapitalist bir toplumda beyaz ırk dışındaki azınlıkların iş bulma şansı daha az olduğundan, bu yeni ordu ağırlıklı olarak azınlıklardan oluşuyordu. TV’lerdeki eğlence programlarında (özellikle spor programları ve MTV’de) işçi sınıfı, işsiz ve azınlık kesiminden izleyicileri etkileyebilecek ordu reklamları belirmeye başladı. Ardından Hollywood’da payına düşeni yapmak üzere kolları sıvadı.’’ (Michael Ryan-Douglas Kellner, Politik Kamera)
Rambo’nun patlama sonucu çöken madende öldüğü düşünülür ve cesede ulaşmak için kazı yapılırken olay yerine gelen albay, bir bakışta madenin başka bir çıkışı daha olduğunu görür. Bölgeyi avucunun içi gibi bilmesi gereken siviller bu durumdan bihaber tünel kazmaya çalışırken olay yerini ilk kez gören albay anında duruma hâkim olmaktadır. Kasabadaki mücadelede, beceriksiz sivillerin değil her şeyi anında anlama ve çözme gücüne sahip askerlerin tarafını tutan filmde, üniforma taşımayan hiç kimsenin belirgin bir role sahip olmaması, gerçek bir sivile rastlanmaması manidardır. Çünkü hiç kimse sistemin kulu olmaktan başka bir şey değildir.
Sıkıştığı madende güçlükle ama yılmadan kendine yol açmaya çalışan Rambo sıçanlarla karşılaşır. Sıçanlar bacaklarına, sırtına, kollarına çıkmaya çalışmasına karşın Rambo, yakaladığı her sıçanı büyük bir nefretle duvarlara çarpmakta, teker teker yok etmektedir. Böylece sıçanlarla özdeşleştirilen savaş karşıtı muhaliflerin ve asker düşmanı sivillerin yok edileceğine dair güçlü bir mesaj verilir. Bu konuda yakın tarihte şöyle bir olay yaşandığını belirtmeden geçemeyeceğim.
‘’2000 yılında Cumhuriyetçiler Ulusal Komitesi tarafından hazırlanan, George W. Bush’un, Al Gore’un yaşlı yurttaşlar için reçeteli ilaçlar programını eleştirdiği reklam bunun en yakın örneklerinden biridir. Manşet şöyleydi: ‘’Gore’un reçete planı: Kararı bürokratlar verecek.’’ Reklamın sonlarına doğru ‘’kararı bürokratlar (buraeucrats) verecek’’ sözü arka planda durmadan tekrarlanırken, ekranda iri harflerle yazılı ‘’rats’’ (sıçan) sözü kısa bir an için yanıp sönüyordu. Bush’un kampanya yetkilileri reklam yapımcısının ‘’Bürokratlar kelimesini hecelerken, ‘’buraeuc’’ ile ‘’rats’’ hecelerinin kazayla koparak ayrı karelere düşmüş olabileceğini’’ öne sürdüler. Yapımcı Alex Castellanos önce bunun ‘’tamamen kaza eseri’’ olduğunu ileri sürdükten sonra, daha sonraki bir tarihte bunun ‘’bürokratlar’’ kelimesine dikkat çekmek amacıyla düzenlenmiş bir görsel vurgulama olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.’’ (Martin Lindstrom, Buy.ology)
‘’Amerika’nın ruhunu aramaya başlaması’’ için öncelikle Vietnam’da yaşanan ‘’travmadan’’ kurtulması gerektiği iddia edilmiştir. Rambo filmi travmadan kurtulabilmek için atılan adımlardan birisidir ancak tahmin edilenin ötesinde etkili olmuştur. Devam filmleri peş peşe çekilir ve tüm dünyanın Vietnam Savaşı’na Rambo’nun ve dolayısıyla Amerika’nın gözünden bakarak, Vietnam halkını “düşman” kelimesiyle eş tutması sağlanır. Böylece gerçekte kaybedilen savaş beyazperdede kazanılmış ve kırılan ulusal gurur büyük bir başarıyla onarılmıştır.
‘’Her şey iyi niyetle başladı. Savaştan sonraki 20 yıl, Amerika, dağılmış dünyanın parçalarını bir araya getirip, yeni bir uluslararası düzen kurmak için liderliği üstlendi. Amerika Avrupa’yı iyileştirdi, Japonya’yı restore etti, Yunanistan, Türkiye, Berlin ve Kore’de komünist yayılmacılığı bastırdı, ilk barış zamanı ittifakını yaptı ve kalkınmakta olan dünyaya teknik yardım programını başlattı. Amerikan şemsiyesi altındaki ülkeler, barış, refah ve istikrarın tadını çıkarıyorlardı. Vietnam’da bu yüksek idealleri engellenen Amerika ruhunu aramaya başladı ve kendi benliğine döndü.” (Henry Kissinger, Diplomasi)
Albayın ‘’Belki savaş bir hataydı ama bu yüzden vatanından nefret etme’’ sözlerine Rambo ağlamaklı bir ses tonuyla ‘’Nefret mi? Ben vatanım için ölürüm’’ yanıtını verir ancak vatanları için ölmeyi göze alan ancak seyirciye terörist olarak yansıtılan binlerce Vietnamlının sinekler gibi öldürülmesi görmezden gelinir. Albay bile şaşkındır. “Öyleyse istediğin nedir?” sorusuna “Ben onların ve buraya gelip kanlarını dökerek sahip olduğu her şeyi feda eden askerlerin istediği şeyi istiyorum. Vatanımızı sevdiğimiz kadar vatanımızın da bizi sevmesini istiyorum. İşte bunu istiyorum.’’ der.
“Amerikan kültüründe militer kahramanlığa ilişkin sinemasal temsillerle ulusal özgüven duygusu iç içe geçmiş gibidir. Özellikle muhafazakâr bakış açısına göre, ulusal azamet, askeri güç kullanımından geçer. Savaş sırasında, ulusal eril itibarı temsil eden askerlerin dayanıklılık ve cesareti sınanır ve kanıtlanır.
II. Dünya Savaşı sonrasının bu ritüele ilişkin sinemasal temsillerinde, erkekliğin kanıtlanmasına Amerikan askerini ezilmiş halkların yiğit kurtarıcısı ve özgürlük savunucusu olarak resmeden milliyetçi idealizm eşlik etmiştir.’’ (Michael Ryan-Douglas Kellner, Politik Kamera)
Yenilmez bir ölüm makinesi olarak sunulan bu militarist filmlerde Vietnamlılar “aşağılık varlıklar” olarak gösterilirken, Vietnamlılara uygulanan vahşetin haklı gösterilmesi amaçlanır. Bu amacı deşifre etmeye çalışan Hearts and Minds (1974) belgeselinin izlenmesi konuyu anlamaya yardımcı olacaktır. Amerikan Katoliklerinin lideri ve New York Başpiskoposu Kardinal Francis Spellman 1966 yılında yaptığı bir konuşmada Vietnam Savaşı’nı Hıristiyan uygarlığını koruma için yapılan bir haçlı seferine benzetmiştir. Rambo’nun “şaheser” olarak ve özgürlük savaşçısı olarak tanımlanması, bir “first lady”nin en iyi film ödülünü muhafız alayı eşliğinde sunabilmesinin doğal karşılanmasının önünü açan adımlardan yalnızca bir tanesidir.
Amerika kıtasından on binlerce kilometre uzakta süren “savaş”, televizyon ve medya sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınır. Ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, kıyıma uğrayan sivil halkın durumu, vahşet, kan ve gözyaşı insanları savaştan soğutur ve kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalır. Halk muhalefet etmeye başlar ve Amerikalı gençler arasında haksız savaşa karşı bir duruş ortaya çıkar. Aralarında Muhammed Ali’nin de bulunduğu birçok kişi savaşa gitmeyi reddeder ve 1970’lere gelindiğinde halkın yüzde 60’ı savaşa karşı çıkmaya başlamıştır.
Film boyunca şerif yardımcılarının teker teker saf dışı kalmaları, “tehdit altındaki” Amerikan yaşam tarzının siviller tarafından korunamayacağının vurgulanmasıdır. Bu tehdidi askerler dışında kimsenin fark edememesi ve olayların büyümesi sonucu olay yerine gelen TV muhabirlerinin sözlerinin hiçbirinin doğru olmaması, medyaya şiddetli bir eleştiri olarak görülmelidir. Zaten medya da, bu filmlerden sonra kendine çeki düzen vermiş ve olayları militarist açıdan anlatmaya başlamıştır.
“Yıllardır ana-akım medyada yer alan diğer bir önemli konu da, ABD’nin Vietnam Savaşı’nda bir kurban, Vietnamlıların ise gaddar caniler olduğudur. Gerçekliğin bu dikkat çekici ters yüz oluşu ile Rambo benzeri kahramanlar ihanete uğrayan ve işkence görmüş savaş esirlerimizi kurtarmak için kötü Vietnamlıları öldürürler. Bu filmler tarihi baş aşağı cevirdiler. Vietnam Savaşı tarihçisi Bruce Franklin’in belirttiği gibi, “Katledilen köylüleri, napalm bombalarıyla ölen çocukları, işkence çektirilen ve öldürülen Vietnamlı esirleri, acı çığlıklar atarak kıvranan Amerikalı erleri ve onlarca ölünün ABD’ye götürülmek üzere doldurulduğu ceset torbalarını konu edinen gerçek fotoğrafların ve TV çekimlerinin yerini, vahşi Asyalı komünistlerin elindeki Amerikalı savaş esirlerinin gerçeğe benzetilmiş görüntüleri alıyordu.” (Noam Chomsky, Rızanın İmalatı-Kitle Medyasının Ekonomi Politiği)
İkinci filmde albay, “Vietnam’daki savaş esirlerinin izini bulması’’ için kendisiyle gelmesini ister. Ve böylece ilk film ile büyük başarı elde eden Hollywood, öldürücü darbeyi vurmak adına Vietnam savaşını yeniden başlatır. Savaş esirleriyle kastedilen aslında kamuoyunun militarizm karşıtlığı iken, esirlerin kurtarılması çabası ise kamuoyunun yeniden kazanılması sürecidir. İkinci filmin amacı, “zihinleri esir alındığından” dolayı ordusunu eleştiren halkın ikna edilmesidir. Savaş karşıtı olan bir halkın, ekonomisi savaş üzerine kurulu bir yapıya izin vermeyeceği çok açıktır. Bunu önlemek için hızla harekete geçilmiş, böylece çok başarılı olunmuş, yalnız Amerikalılar değil dünyanın pek çok yerinde insanlar, Vietnam topraklarında yapılan savaşa Amerikalı gözüyle bakmaya başlamıştır. Vietnamlılar bu savaşa Amerikan Savaşı, Amerikalılar ise Vietnam savaşı demektedirler. Eğer insanlar Vietnam’daki savaşa Amerikan egemenlerinin gözüyle bakıyor ve “Vietnam Savaşı” olarak adlandırıyorsa, bunda Rambo ve diğer Hollywood filmlerinin etkisinin, gerçeklerden daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.
İkinci filmde Vietnam’a hemen her yerde gösterilen silahlar üzerindeki yazılar Kiril alfabesiyle yazılmışken elektronik sistem ve cihazların üzerindekiler İngilizcedir. Böylece Sovyetler silahla ve savaşla özdeşleştirilirken, kendilerini ilerlemeyle özdeşleşmeyi başarırlar. Bu işlerde uzman sayılabilecek biri olan John Abbink daha 1950 yılında “ABD, kendi denetimi dışında yoğun bir ekonomik gelişmeyi engellemek istiyorsa, azgelişmiş ülkelerin kaçınılmaz olan endüstrileşmesini yönlendirmeye hazır olmalıdır. Endüstrileşme şu ya da bu biçimde denetlenmezse Kuzey Amerikan ihracat pazarları önemli ölçüde daralacaktır.’’ diyerek “yapılması” gerekeni sıralamıştır. İnsanları öldüren silahları yapan ve teknolojiyi kötü amaçları için kullananlar Ruslar iken teknolojiyi insanlığın amaçları için iyi yönde kullananlar Amerikalılar ve Batı Avrupalılardır ideolojisi beyinlere kazınır. Yüksek teknolojiyi kullanan hemen herkesi kötü adam ilan eden ve gözünü kırpmadan öldüren kapitalizmin hizmetindeki casus James Bond’un da yaptığı bu değil midir?
“Azgelişmişlik, gelişmenin bir aşaması değil, bir sonucudur.” Eduardo Galeano
Filmin hiçbir yerinde asker karşıtlığına yönelik bir sahne göremediğimi, bunu iddia edenlerin bahse konu sahnelerin hangileri olduğunu göstermesini çok arzu ettiğimi söylemeliyim. Rambo filmlerinde asker karşıtlığı denebilecek bir nokta varsa, o da Amerikan halkının ne idüğü belirsiz savaşlara çocuklarını göndermemek için kutsal orduyu sorgulamasının sonucunda Amerikan ordusunun disiplinsiz, sadakatsiz ve ciğer beş para etmez paralı askerler kitlesine dönüştürülmesinin eleştirilmesidir.
Filmin sonuna doğru Hope kasabasına giren Rambo’nun elinde silahıyla yürürken cadde boyunca tüm petrol firmalarının sıralandığı sahnenin hayli manidar olduğunu düşünüyorum. Böylece Rambo’nun hangi maksatlarla savaştığı bir kez daha vurgulanmış olur. Bunu Amerika’da artık bir deyim halini almış bir cümle ile söylemek gerekirse, “Standard Oil için iyi olan Amerika için iyidir.” diyebiliriz. Çok uzatmadan söylemek gerekirse, hem barış yanlısı olup hem de Rambo’yu sevmek, hem insanın insanileşmesini istemek hem de Rambo’yu övmek mümkün değildir. Oysa bizler Rambo’yu o kadar sevdik ve içselleştirdik ki, Ramazan ismini Rambo olarak kısaltmaya başladığımız gibi seçkin askerlerimize de Rambo demeye başladık. Bu, tüm nefreti üzerine çekmiş bir ülkenin sinema aracılığıyla yaptığı “olağanüstü” bir hamledir çünkü Rambo ‘’sessiz savaşa’’ sessiz kalmayacak bir düşüncenin ürünüdür ve sessiz savaş kişinin vicdandan başka bir şey değildir.
Oldukça detaylı bir yazı olmuş, elinize sağlık. Bir kaç noktayı eklemek istedim.. Filmin kendisine çıkış noktası olarak aldığı David Morrell’in 1972’de yayımlanmış olan-ve serinin de ilk kitabı olan- First Blood’ın içeriğinde (John ön ismi kitapta yer almıyor) Rambo karakteri filmde sunulan karakterden ciddi biçimde farklılıklar göstermekte.. Rambo kitapta acımaksızın çok sayıda kanun adamını öldürür, kendisini ölümcül biçimde yaralayan şerifi de haklar ve sonunda filmde kendisine bildiği her şeyi öğretmiş olan Albay/komutan tarafından kafasının arkasına bir kurşun sıkılarak öldürülür.. Rocky sonrası büyük üne kavuşmuş olan Sylvester Stallone elindeki bu gücün desteğiyle filmin kitaba daha sadık kalan ilk senaryosunu defalarca değiştirmiş-kimileri yaklaşık 20 farklı senaryo taslağı olduğunu söylüyor-ama çıkan sonuçtan bir türlü memnun olmamış hatta ilk versiyonu-yaklaşık üç küsur saat- yakıp bu felaketten sıyrılmak bile istemiş… Filmin çekiminin yapıldığı Kanada’daki bölgede gerçekten de Hope diye bir yerleşim yeri bulunmakta… Diyeceğim o ki kitabın konuyu işleyişi sizin yukarıda haklı olarak ortaya koymuş olduğunuz eleştirilerin büyük kısmını bertaraf ediyor ama sonuçta düdüğü çalan Hollywood olunca pek de bir şey yapılamıyor.. Kolay gelsin..
Son iki not:
Filmin çekiminin yapıldığı Kanada’daki bölgede gerçekten de Hope diye bir yerleşim yeri bulunmakta…
Kitabın çevirisi aynı isimle-İlk Kan- altın Kitaplar’dan 1983’te yayımlanmıştı.. Uzun süre indirim tezgahlarında 5 liraya bile alıcı bulamazken yıllar içinde ilk baskısının fiyatı oldukça artmış gözüküyor…
https://www.nadirkitap.com/ilk-kan-david-morrell-kitap7880275.html
https://www.nadirkitap.com/ilk-kan-david-morrell-kitap7536030.html
https://www.nadirkitap.com/ilk-kan-david-morrell-kitap7515502.html
https://www.nadirkitap.com/ilk-kan-david-morrell-kitap6978552.html
“Hope” bilgisi iki kez çıkmış, özürlerimle…
Güzel bir yazı olmuş gerçekten keyifle okudum teşekkürler salim olcay.
Filmi defalarca izledim. Kitabın farklı olduğunu şimdi öğrendim. Savaşa bir eleştiri de var. Bizi kullanıp attılar tarzı konuşmalar var. Klasik bir film.
Tebrik ediyorum çok güzel bir eleştiri olmuş