“İşler, atom reaktörleri, işler, / yapma aylar geçer güneş doğarken / ve güneş doğarken ölür bir çocuk, / bir Japon çocuğu Hiroşima’da, on iki yaşında ve numaralı / ve ne boğmacadan, ne menenjitten, / ölür bin dokuz yüz elli sekizde. / Ölür bir Japoncuk Hiroşima’da / dokuz yüz kırk beşte doğdugu için. (Nazım Hikmet)
“Müdavimlerin” çok iyi bildiği “Trench, Sylvia Trench” sözleri çoktan unutulsa da, düşmanları tarafından kiralık katil, kraliçenin köpeği gibi çeşitli sözlerle aşağılansa da, kapitalizmin ve “İngiliz gücünün temsilcisi” ilan edilen ve asla takmadığı şapkasını askıya uzaktan atmasıyla bilinen, yaptığı “işin” doğasına aykırı olsa da, dünyanın en çok tanınan, bilinen ve sevilen casusunun, “Bond, James Bond” sözleri elli yıldan fazladır beyazperdede söylenmeye devam ediyor.
Sınırlar, devletler, devlet başkanları, yönetimler ve ideolojiler sürekli değişse de İngiliz Başbakanlarından Palmerston’un “İngiltere’nin dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır” sözlerindeki ‘’değişmez çıkarların’’ bekçisi Bond değişmeden kalıyor ve zamanla yalnız İngilizlerin değil bütün Batı dünyasının koruyuculuğunu da üstlenerek. Henüz Shakespeare ile baş edemese de, ne Milton, ne Keats, ne Carrol, ne Dickens, ne de diğerlerinin Bond’un “karizması” ile baş edemeyerek tarih kitaplarının iki kapağı arasında sıkışıp kalmaları “kitle kültürünün” arsız, işgalci ve talancı yönünü ortaya koymaktadır. İlk Bond filminin 1962’de çekilmesinden sonra Amerika ve İngiltere’de başkanlık/başbakanlık görevleri onar kez, Türkiye’de ise yaklaşık kırk kez el değiştirmiştir. Callaghan, Brown, Çiller, Yılmaz, Talu, Irmak gibi isimler daha şimdiden unutulmuşken -tuhaf şey, From Russia With Love filminde Türk karakter Ali Kerim’in masasında Churchill’in bir fotoğrafı var- Blair, Nixon, Demirel, Ecevit gibileri de yakında aynı sona uğramaktan kurtulamayacak, ne var ki Bond yaşamaya devam edecektir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Sistemlerimizi karşılıklı olarak eleştirmekten vazgeçelim. Herkesin istediği sistemi yaşatmaya hakkı vardır. Hangisinin iyi olduğuna tarih karar verecek.” (Stalin)[/box]
Komünizmin simgesi Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, Batı’nın simgesi kapitalizmin rakipsiz kaldığını ve tarihin sonunun geldiğini iddia eden Fukuyama’nın “büyük” tezleri, aslında, Batı’ya “gücü yetmediği” için kendi halkını sömüren Stalin ve türevi ahmakların başlarına gelecekleri yıllar öncesinden görerek “yaptıkları” tespitleri akademik sosa bulamaktan başka bir şey değildir. Monarşiler, imparatorluklar, dinler, komünist ve faşist sistemler liberal düşünceyi yok etmek için savaşmış olsalar da, Çin ve Rusya başta olmak üzere eski komünist ülkelerin Batılı sistemlere yönelmesini liberalizmin nihai zaferi olarak gören Fukuyama, Batılı değerlerin yayılarak tüm dünyanın mutlaka liberal demokrasiye ulaşacağını iddia eder.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Amerika’daki en güçlü, orta yaşlı ve yaşlı beyaz Protestan Amerikalılar –devlet adamları, şirket yöneticileri, generaller, amiraller, gazete editörleri, meclis üyeleri- bir araya gelip entelektüel bir sadakat yemini ettiler. Ortaçağ şövalyelerine yaraşır bir inanmışlıkla komünizmin Hıristiyan kültürünün amansız düşmanı olduğunu yeminle onayladılar. Savaş sonrası dünyasında buna direnilmezse Hıristiyanlığın kendisi yok olacaktı.” (Frances Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı)[/box]
Casusların akademisyen ve raporların bilimsel sayıldığı kapitalist dünyada, Fukuyama, tezlerini ortaya atarken “inandığı” değerlerin ırkçılığı, yoksulluğu, sömürüyü, adaletsizliği ve savaşları engelleyeceğine samimiyetle inanmış mıdır, bilemiyorum ancak bunların istikrar ve barışı sağlayamadığı, sömürü ve adaletsizliği engelleyemediği gibi tam tersi sonuçlara yol açtığını fark etmiş ve görüşlerinde ciddi değişikliklere gitmiştir. Rasyonel ve eleştirel düşüncenin hatta aydınlanmanın beşiği olduğu iddia edilmesine karşın mistik bir “kurtarıcı mesih” fikrinden vazgeçemeyen tipik Batılı zihniyet, “gönüllü” olarak Batılı değerleri benimsemeyen ülkelerdeki rejim değişikliklerinin zor kullanarak gerçekleştirilmesini savunur. Fukuyama’nın tezleri de bundan farklı değildir. Böylece bir tür mesihvari “müdahale” ile eski rejim yıkılacak, Batılı değerleri benimsemiş yeni bir rejim kurulacak ve yeni rejim kendi ayakları üzerinde durana kadar güçlendirilecektir. “Amerika’nın yönetilebilir bir demokrasi inşasında göstereceği zaafiyet, Amerika dışında da yönetilebilir bir demokrasi inşasında zaafiyetlere neden olur” diyen Huntington’un iddiasını tersinden okursak, Fukuyama’nın tezlerinin odak noktasında, yeryüzünde kendileri dışında “yönetilebilir bir sistem olabileceği” yönünde kanaat oluşmaması için Batı dışı bütün sistem, değer ve inançların yıkılması olduğu rahatlıkla görülecektir. Böylece Bond karakteri, kendisi dışındaki istikrarı bozan, ekonomik sistemleri yıkan ve karşı çıkmaya çalışanları yok etmekten çekinmeyen Batı’nın ete kemiğe bürünmüş halini simgeler.
Bond filmlerinde eleştiri ve sisteme karşı çıkış, sözde toplumun her kesimi tarafından benimsenen ve ayaküstü konuşulan, yüksek enflasyon (gerçekte kimlerin etkilendiğinden söz edilmez), toplumsal ahlakın bozulması (bozulmanın kaynağı bencilliği burjuvazinin desteklediği belirtilmez), hava ve çevre kirliliği (sanayileşmiş Batılı ülkelerin sebep olduğu söylenmez), rüşvet, uyuşturucu ve kürtaj gibi (temelinde yatan toplumsal sorunlara değinilmez) filmin hitap ettiği muhafazakâr kitlenin hoşlandığı genelgeçer konulardan ibarettir. Bir Bond filminden gerçek bir eleştiri duyabilmek boşa harcanmış bir çabadır ve Marks’ın bu duruma uyarlanabilecek sözleriyle söylersek “Böylesi, tıpkı Yunan yosmalarının parlak ve serpilmiş vücudu üzerine Hıristiyan rahibesinin giysisini giydirmeye kalkışmak” olur. Latin Amerika, Asya, Afrika ülkelerinin kaderi denilen ve haftada bir değiştiği vurgulanan diktatörlük heveslisi askerlerle Batı’nın işbirliği yapması “eleştirilse de” asıl kötünün bir “Marksist” olduğu her zaman araya sıkıştırılır. Bu diktatörlerin kendi vatanına ve halkına ihanetleri işlenirken Batı’nın ekonomik sömürü düzeninden asla söz edilmeyerek gerçeklerin üzeri ustalıkla örtülür, sansür başarıyla gizlenir ve bu sözde demokratik tartışma zemini kullanılarak “ifade özgürlüğü” yanılsamasının açığa çıkarılması önlenir. Örneğin, Quantum of Solace filminde ücretlerdeki kuruş seviyesindeki düşüşün işçi eylemlerine konu edilmesi seyirci için haklılık algısı oluşturmaktan çok komik bir olay gibi aktarılır ve işçinin emeği için mücadele etmesiyle alay edilir. Bu temanın yakın dönem filmlerinden Qcean’s Eleven filminde de benzer şekilde işlenmiş olması manidardır ve Batı’nın bakış açısının değişmediğini gösterir.
İngiliz kültüründe, ilk anda zevk alınması mümkün olmayan ancak belirli bir deneyim sonucu yani bir anlamda bilerek ve isteyerek kazanılabilecek zevk nesnelerini tanımlamak için kullanılan ve dilimize ‘’edinilmiş zevk’’ olarak çevirebileceğimiz bir kavram bulunur. Kurbağa bacağı, kızartılmış akrep, salyangoz gibi tuhaf yiyeceklerden, bungee jumping yapmaya, sigara içmekten vücudunun çeşitli yerlerine metal parçaları taktırmaya kadar birçok şey edinilmiş zevk kapsamına girebilir. İnsanın, ilk anda zevk ve tat vermesi bir yana mide bulandıran hatta acı veren bir şeyden zevk alacağım diye çaba göstermesinde, herkese göre olmayışının alınan zevkte hatırı sayılır rol oynaması ve kişinin yalnızca bir zevk kaynağı değil, ‘’başkalarının’’ sahip olmadığı bir zevk kaynağı bulmuş olmasıyla açıklanabilir.
Bond’un yüzüne söylenen ancak söyleyenin kimliğinden hareketle kolaylıkla çürütülebilecek ve hiçbir derinliğe sahip olmayan kiralık katil, kraliçenin köpeği sözleri gerçek bir eleştiriden çok yukarıdaki kavramdan hareketle isimlendirebileceğimiz ‘’edinilmiş öfke’’ bağlamında değerlendirilmelidir. Propagandanın dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki seyircinin, arkasına yaslandığı koltuğunda büyüsüne kapıldığı filmin tamamen nesnel olduğuna inanmasını sağlamaya yarayan ‘’edinilmiş öfke’’ söylemleri, Hollywood tarafından filmlerin doğasına eklemlenmekte, böylece olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan cahil beyinler tarafından peşinen lanetlenen eleştiri bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kahramanın kusursuzluğuna inanmaya zorlanan seyirciye tanınan tek seçenek kendisini Bond’a donüştürmesidir ve koşullandırılmış seyirci, eleştirinin doğruluğunu kabul ettiği an kendi esaretine katkıda bulunmuş olacağından, bunu baştan reddeder. Hayranlık duyduğu kahramanın kendini temsil ettiğini bilen, onun gibi düşünen, onun masumiyetinin kendi masumiyeti ve onun mücadelesinin kendi mücadelesi olduğuna inanmaya zorlanan seyirci mutlak suretle Bond ile özdeleşecektir.
Dünyayı ele geçirmek için uğraşan ve Bond’un beceriksiz, kaba, çirkin karşıtını simgeleyen kötü adamlar bu filmlerin alamet-i farikasıdır. Kötü adamın olmadığı Bond filmi yoktur ancak uzay araçlarından, denizaltılara, helikopterlerden roketlere, nükleer silahlardan gelişmiş iletişim sistemlerine kadar pek çok ülkenin bile elinde olmayan imkan ve paraya sahip olmalarına karşın karizma yoksunu bu kötü adamlar hiçbir seyircinin kendisini özdeşleştiremeyeceği kadar karikatürizedir. Bir fırsatını bularak Bond’u ele geçirseler dahi, onu “gizli yerlerine” götürmekten ve bütün şeytani tasarılarını anlatmaktan kendilerini alamayan kötü adamların kullandığı ve isminin söylenmesiyle kendinden isteneni tam olarak yerine getiren taşeron kötüler var ki onların hallerinin içler acısı olduğunu söylemeliyim. Böyle durumlarda kötü adamların yardımcısı olmadığım için seviniyorum çünkü sadece ismimin söylenmesiyle veya bir baş hareketiyle ne yapmam gerektiğini asla anlayamazdım. İlk dönem filmlerinde boy gösteren ve konu sıkıntısı çekildiğinden olsa gerek, ısıtılarak yeniden piyasaya sürülen hatta son filme adını veren Spectre’ınkiler dâhil bütün kötü adamlar beceriksiz sürüsünden ibarettir.
Bond’un karizmasını ve çekiciliğini alabildiğine sergilediği filmlerde fiziksel olarak çirkin, tuhaf, merhametsiz ve sürekli başarısızlığa mahkûm kötü adamlar arasında dayanışma bulunmadığı gibi seçme şansları da yoktur. Bazen itici bir cüce, bazen demir çeneli bir dev, bazen eşcinsel iki arkadaş veya aptallığı yüzünden okunan bodur bir karakter kullanılırken en azılı düşman Blofeld, tüm eylemlerinin salt çirkinliğinden kaynaklanmış olabileceğini düşündürecek kadar iticidir. İlk filmlerde ıssız adalarda, denizin derinliklerinde veya dağların zirvelerinde saklanan, köpekbalığı, timsah, yılan veya zehirli örümcek beslemekten zevk alan kişiler olarak sunulan kötü adamlar ümitsizce, parlak fikirlerini uygulamak için çaba gösterseler de başarısızlıklarının nedeni yine kendileri olmaktadır. Hemen her zaman ele geçirmeyi başardıkları Bond’u “öldürmemek” için kendilerinin bile inanmakta zorlandığı bahaneler üreten kötü adamlar, üstün ahlakı, ilahi düzenin özünü ve mükemmelliği temsil eden Bond’a rüşvet teklifinde bulunsalar bile benzer bir teklif ne kadar zor durumda olursa olsun bu casusun ağzından asla duyulmaz. Bu kötü adamların tüm kaderlerinin, bir sonuç elde edemedikleri çeşitli planları devreye sokup, dünyayı bir krizin eşiğine sürüklemek ve Bond’un Batı dünyasına meşruiyet kazandırmaktan öteye gitmediğini anlamak için ‘’aydınlanmış’’ olmaya gerek olmadığı düşündüğümü söylemeliyim.
Serinin ilk filminde, uzaya gönderilecek bir füzenin parazite maruz kalması ve bunun, uçuş güvenliğini tehlike düşürebilecek olmasından hareketle, o yıllarda İngiliz egemenliğinde bulunan Jamaika’ya gönderilen Bond’un macerası anlatılır. Issız bir adayı satın alan Çinli kötü adam, kendini yerli halk dâhil tüm meraklı gözlerden uzak tutmak için adada ejderhaların yaşadığı dedikodusunu yaymış ve bunda da başarılı olmuştur. Bond filmlerinde yerliler aptal, çirkin, aşağı ve akılcı düşünceden yoksun olarak gösterilir. Bir filmde “siyahi” bir kadın gorile dönüşürken, bir diğerinde “siyahi” kötü adam şişerek ve patlayarak ölür. Bu tür ölümler ve dönüşümler “beyaz adamın” seçilmişliğini ve üstün ırk olduğunu vurgulamak içindir. Yerlilerin ejderhadan dolayı adaya yaklaşmaktan korkmalarına karşın Bond’un gülüp geçtiği sahne, en arsız ve rezil örneklerini “Indiana Jones” filmlerinde gördüğümüz, ‘’aydınlanmasını’’ gerçekleştirmiş Batı’lı, beyaz, Hıristiyan erkek ile dünyanın diğer halklarının inançlarının kıyaslamasını yapmaya çalışan ve kendi inancını başkalarınınkinden üstün gören aşağılık bir zihniyetin beyazperdeye yansımasından başka bir şey değildir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
‘’Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara genellikle egemen olur.’’ (Charles Darwin)[/box]
‘’Yalnız insan kulağında meme olduğu ileri sürülmüştür ve işittiğime göre zencilerde kulak memesinin bulunmaması hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir’’ veya ‘’Zencilerin yabancıları kokularından ayırt edebildiği’’ gibi bilimsel nesnellikten alabildiğine uzak bahanelerle dünya üzerinde yaşayan bir ırkı insan yerine koymadığından dolaı asla utanç duymayan Darwin, teorisini bilimsel bir temele göre değil burjuva ideallerine göre kurmuştur. İlkçağlar boyunca doğal seçilim olmasaydı, günümüzdeki aşamaya gelinemeyeceğine ve “uygarlığın” doğal seçilimi birçok yönden engellediğine inanan Darwin’den etkilenerek 1890’lı yıllarda ortaya çıkan yozlaşmış ve ırkçı Sosyal Darwincilere göre, gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ile onun Amerikan koludur. Ayakta kalabilen ve ‘’dünyayı yöneten’’ onlar olduğuna göre bütün dünyanın Batı’nın ortaya çıkmasını beklediği ve evrimin son halkasının tamamlandığını iddia ederler. Bir filmde Anglosakson kimliğinin yüceltilmesi ve diğer ırkların aşağılanması o kadar abartılmıştır ki, Kuzey Koreli kötü adamlar DNA’larına dek her şeyleriyle Batılı olmak için mücadele eden ve kendilerinden utanan kişiler olarak yansıtılmıştır. Irkçılığı, sömürgeciliğin rasyonelleştirilmesi ve onu destekleyen sosyal davranış biçimlerini tanımlayan bir olgu olarak ele alan toplumbilimci Oliver Cox, tüm ırkçılık, sömürü ve düşmanlıkların kapitalizmin yaygınlaşmasıyla arttığını iddia etmektedir ki, buna katılmamak elde değil.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
‘’Genelkurmay Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının yazılı olarak onayladığı planlar, belki de Birleşik Devletler hükümetinin şimdiye dek yaptığı en ahlaksız planlardı. Antikomünizm adına, Amerikan halkını kandırmak ve Küba’ya karşı başlatılması amaçlanan iyi planlanmamış bir savaş için destek sağlamak amacıyla kendi ülkelerine karşı gizli ve kanlı bir terörist savaş başlatmayı önerdiler. Northwoods Operasyonu kod adlı plan gereği, masum insanlar Amerikan caddelerinde vurulacak, Kübalı mültecileri taşıyan gemiler açık denizlerde batırılacak Washington D.C.’de, Miami’de ve başka yerlerde şiddetli terörizm dalgası yaratılacaktı. Bombalar insanları hedef alacak, uçaklar kaçırılacaktı. Düzmece kanıtlar kullanılarak tüm bunların suçu Castro’nun üstüne atılacaktı; böylece, Genelkurmay Başkanı Lemnitzer ve onun komplocu takımına, savaşlarını başlatmak için ihtiyaç duydukları bahanenin yanı sıra, Amerikan ve uluslararası kamuoyu desteği sağlanmış olacaktı.’’ (James Bamford, Sırlar Evreni)[/box]
1962 yılında çekilen ilk Bond filminin Fleming’in niçin serinin ilk değil de dördüncü kitabı olan Dr.No’dan başladığı hatta Fleming’in niçin böyle tuhaf bir konuyu işlemiş olabileceği konusundaki merakımın “Sırlar Evreni” isimli kitabı okuduktan sonra açık bir şüpheye dönüştüğünü söylemeliyim. “Halkın vergileriyle karşılanan evlerinde ve limuzinlerinde güven içinde yaşayan Washington’daki sapkın generallerin egolarını tatmin etmek için Amerikan Genelkurmayının Northwoods Operasyonu isminde, birçok yurtsever Amerikalının ve masum Kübalının anlamsız yere öleceği bir savaşı gerektirecek bir plan hazırladığından” bahseden James Bamford kitabında şöyle demektedir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“İlk kez uzaya çıkarak dünya yörüngesini dolanan Amerikalı olacak olan John Glenn’in yolculuğuyla ilgili bir fikir ciddi şekilde düşünülmeye başlandı. Tarihi yolculuğu için Glenn, 20 Şubat 1962’de Cape Canaveral’dan havalanacaktı. Uçuşta Amerikan erdemleri olan doğruluk, özgürlük ve demokrasi bayrağı da gezegenin yörüngesine taşınacaktı. Fakat Lemnitzer ve kuvvet komutanlarının başka bir düşüncesi vardı. Roketin havaya uçurulması ve Glenn’in ölmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Amaç (…) kabahatin Küba’daki komünistlere ve diğerlerine ait olduğuna dair kesin bir kanıt sağlamaktı. Bu, Kübalıların elektronik parazit yaydıklarını kanıtlayacak birtakım delillerin üretilmesiyle başarılacak diye devam ediyordu Lemnitzer. Böylece NASA uzaya ilk Amerikalıyı gönderme hazırlıkları yaparken, Genelkurmay da John Glenn’in olası ölümünü savaşı başlatacak bahane kullanmayı amaçlıyordu.’’ (James Bamford, Sırlar Evreni)[/box]
Genelkurmay Başkanının aklına böyle bir fikrin ‘’Castro ellerine iyi bir bahane vermezse, Birleşik Devletler herkesin kabul edebileceği bir bahane uydurmayı düşünebilirdi’’ diyen eski başkan Eisenhower tarafından sokulmuş olabileceğini iddia eden yazar, Castro’nun işgal için Genelkurmaya bir bahane sunmamasına çok öfkelenen General Lemnitzer’in bu fikri hiç unutmadığını vurgular. Amerikalıların en yakın müttefiklerinin görüşünü alabilmek için İngiliz dostlarına bir şeyler fısıldamış olabileceğini ve bir casusluk kariyeri olan Fleming’in Bond karakterini oluştururken özgeçmişi, yaşadığı, duyduğu ve okuduğu yaşamına yön veren bazı olaylardan etkilendiğini varsayabiliriz. Bu bilgiler ışığında, Başkan Kennedy’nin bile “Bond filmlerini seviyorum” sözlerine konu olan ilk Bond filmi Dr.No’nun, onaylanan ve hatta tam yetki verilerek savunma bakanına gönderilen planın uygulamaya geçilmesi halinde kamuoyunu yatıştırmak ve ikna etmek maksadıyla çekilmiş olduğunu düşündüğümü söylemeliyim.
Yalnızca tek bir filmde, o da, kanundışı işler yapan ama nedense kötü adam olarak sınıflandırılmayan zengin bir işadamı Draco’nun kızıyla düzmece başlayan macerayı saymazsak Bond filmlerinde sevgiye, aşka ve çocuğa yer yoktur. Bond kızları, erkeklere ve evlilik kurumuna ilgi göstermediklerinden erkekler genellikle müzmin bekârlardan ibarettir. Herkesin kalacak bir yeri olduğu ama yuvasının olmadığı bu kasvetli ve yalnız çiftler dünyasında anneliğin ve babalığın son izleri de yok edilerek, seyirci, tek gecelik ilişkilerin olağan kabul edildiği ve cinselliğin her kapıyı açtığı bir dünya fikrine inandırılır. Birçoğunun eçcinsel olduğu veya öyle ima edildiği kötü adamların çevresinde bulunan kadınlar, onların bu ‘’sırrını’’ maskeleyen ve “heteroseksüel” Bond’a sunulmak üzere bekleyen birer nesneden başka bir şey değildir. Ayrıca bu kadınların kötü adamlarla ‘’yatmıyor’’ oluşu muhafazakâr Bond’u çok mutlu etmektedir. İlk filmlerde “onunla yatıyor musun” sorusu Bond tarafından açıkça ve sıklıkla sorulurken, son zamanlarda bundan vazgeçildiği görülmektedir.
Kötü adamların sürekli olarak ve hiç bir sonuç almaksızın kur yaptığı, hediye yağmuruna tuttuğu ancak cilveleşmeden ileri gidemediği kadınlar “gerçek” bir erkek bulamadıklarından ya lezbiyen olmuş ya da cinsel soğukluğa yakalanmışlardır. Yine de hepsi, aniden karşılarına çıkan Bond ile sevişmek için fırsat kollamaktadır. Salt bu örnekler bile Bond filmlerinin kadın düşmanı yüzünü ortaya koymak için yeterlidir. Nedense kendilerine “kötü adamlardan” bile kötü davranan Bond’u tercih eden ve yıllardır süregelen tatminsizliklerini Bond ile giderdikten sonra ‘’bir daha yapalım James’’ sözünü slogan haline dönüştüren bu kadınlar, kapalı bir dünyada, tek varolma nedeni, sonsuza dek tahrik eden bir cinsel varlık olmaya indirgenirler ve bu durum özgürlük olarak pazarlanır.
Yakın tarihli bir filmde, uzay mekiği çalışmalarında görevli biliminsanının kadın olduğunu öğrenince şaşıran Bond için kadınlar, seviştikten sonra bir köşeye atılacak hatta kendisine yönelen kurşunların önüne atılacak varlıklardır. Yatağa girdiği kadınlara ‘’Ne yaptıysam ülkem için yaptım, zevk aldığımı düşünmüyorsun değil mi’’ diyebilecek kadar arsız olan Bond, casusluk yaptığından şüphelendiği bir kadını tutuklatmak için polise haber verdikten sonra, az sonra hapse gireceğinden habersiz kadını son bir kez yatağa atmaktan çekinmez. Her şeyden daha tuhaf olanının, Bond filmlerinde kadın düşmanlığı bu kadar belirgin haldeyken, Hollywood kadınlarının “bond kızı” olmak için yarışmaları olduğunu söylemeliyim.
Tüm cazibesinin altında bir kıskançlık, acımasızlık, zulüm, şiddet, şantaj ve güçsüzün sömürülmesi yatan Bond daha ilk filmde, işbirliği yaptığı bir yerliye ‘’ayakkabılarını’’ getirmesini emreder. Bu sahnenin ırkçı olmadığını iddia edecekler acaba Quarrel’in böyle bir istekte bulunabileceğini düşünebilir mi? Kadife eldiveninin içindeki demir yumruğu ortaya çıkarmaktan asla çekinmeyen Bond’un dünyasında kimse bir başkasını sevmez, tek bir şefkat, bağlılık, merhamet ve adalet belirtisi görülmez. Bond’un dünyasının yapı taşlarından bir zihniyet, Adalet Hakkında İlerleme İçin İttifak Koordinatörü Covey Olivier tarafından henüz 1960’lı yıllarda, “Bugün hakkaniyete uygun fiyatlardan söz etmek, bir ortaçağ kavramını canlandırmaya kalkışmak olur. Zira biz bugün ticaret özgürlüğü çağında yaşıyoruz…’’ sözleriyle dile getirilmiştir.
Ekonomik üretim araçlarını tek bir sınıfın kontrol ettiği bir toplumda, egemenler zihinsel üretim araçlarını, fikirleri, duyguları ve sezgileri de kontrol altında tutar. Dünyanın pek çok yerindeki çıkar şebekelerini gizlemek için sürekli stratejiler geliştiren kapitalizmin kendi ideallerini ‘’Amerikan rüyasına’’ dönüştürmeyi başarması üzerine başta Hollywood olmak üzere televizyonlar, radyolar, dergiler, gazeteler ve kitaplardan günlük konuşmalara kadar her şey, her gün ve her an ezilen, sömürülen, küçümsenen halkları birbirinden kopararak aralarındaki dayanışmayı zayıflatır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Egemen sınıfın düşünceleri, her cağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikri ifadesinden, düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden, yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir; yani, onun egemenliğinin düşünceleridir.” (Karl Marks-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi)[/box]
Bir filmde, kapısında “uluslararası hayırseverler derneği” tabelası bulunan bir mekânda Spectre’in üst düzey yöneticilerinin toplantı yaptığı görülür. Bu sahne ile hem “sosyal devlet” politikaları eleştirilmekte hem de bunu isteyenlerin aslında eşitlik, hak, adalet görüntüsü altında kendi çıkarlarını düşünen bir avuç kötü olduğu algısı yaratılarak seyirci etki altına alınmaya çalışılır. ‘’Her çağda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleri olmuştur’’ diyen Marks, burjuvazinin, proletaryayı sömürmeye başladığı andan itibaren mücadelesini, iyi ve kötü arasındaki ahlaki savaşa indirgemeye çalıştığını söyler. Böylece ahlâkî etiket, çatışmanın ve sömürünün ekonomik kökünü gizleyerek bireyin eksiklikleri ahlaki kusur ve alay konusuna dönüştürür. Bond filmlerindeki kötü adamların her türlü ahlaki zayıflıkları bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bond’un dünyasında üretim, toplumsal değil doğaldır ve tüm nesneler Q’nun ellerinde birden belirmek suretiyle bitmez tükenmez maceralarda casuslara birer armağan olarak sunulur. Üretmek için kimsenin çalışması gerekmediğinden, emekçiye de rastlanmaz. Q bölümünün çoğu filmde, deniz aşırı ülkelere taşınmış olması ve birçok ürünün üretim aşamasının değil de, olmuş bitmiş son halinin gösterilmesi üretim süreçleriyle olan ilişkisinin kesilmesi gayretinden kaynaklanır. Saat, araba, kalem, kıyafet gibi adı ne olursa olsun bütün bu ürünlerin insan emeğine dayalı olduğu gizlenerek, nesnenin kökeni ile onu üretim işlemine bağlayabilecek toplumsal bağ kesilip atılır. Böylece çaba göstermeden ve bir “işçiye” muhtaç olmadan “ürün” elde edilebileceği gösterilmiş olur. İşçinin teri, kanı ve emeğinden kopartılmak suretiyle özelliksiz, köksüz ve gelecek nesillere aktarılamayan birer meta haline dönüştürülen ürünler hiçbir filmde iki kez kullanılmaz. Q’nun icatları anında tüketilmezse çabucak bozulabilir, modası geçebilir ve yerlerini başka şeyler alabilir. Bugün yeni olan yarın eskidir ve bugün kullanılan bir sonraki filmde çoktan unutulmuşlardır bile.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“İlk çakıl taşının insan eliyle işlenerek bıçak haline gelmesi için öylesine uzun bir zaman geçmişti ki, bizim tarih diye bildiğimiz zaman, bunun yanında önemsiz kalır. Ama zorunlu adım atılmış, insan eli özgürleşmiştir, bundan böyle de yeni hünerler kazanacak, bu yolla edinilen büyük el yatkınlığı insan soyundan soyuna geçecek, gittikçe artacaktır. Onun için, emeğin sadece bir organı değil ama aynı zamanda da bir ürünüdür el ve ancak emek yoluyla… insan eli mükemmellik derecesine ulaşabilmiştir’’ (Friedrich Engels)[/box]
Bond filmlerinde çarpma, düşme, kaçma, kovalama, kavga, dövüş türünden hareketlilik hiç bitmez. Gemiler, arabalar ve uçaklar parçalanıp, hayalgücünü zorlayacak ileri teknoloji ürünü silahlar ateşlenirken burjuva ideallerine bağlanmak istenen seyirci kapitalizmin teknik gücü karşısında büyülenir ve kendi “işlevsizliği” karşısında utanç duyar. Zaten Bond filmlerinde çalışanlar, kasiyer, resepsiyon görevlisi, hostes, satış elemanı ve garson gibi, üreten değil hizmetlerini satan kimselerden oluşur. Böylece üretim değil tüketim, hizmet ve satın alma sürekli yinelenmiş olur. Ülkemizde de hemen her sokağa birer alışveriş merkezi açılarak, güvenlik görevlisi ve kasiyere dönüştürülen ve elinde nitelikli hiçbir mesleği bulunmayan milyonlarca gencin durumunun çok acı verici olduğunu söylemeliyim.
Kira, elektrik faturası, yiyecek veya giyecek konularında asla bir sıkıntıyla karşılaşmayan, görevde olsun olmasın en lüks otellerde konaklayan, en pahalı içkileri içen, en iyi arabalara binen ve son teknoloji ürünü cihazlar kullanan Bond sihirli bir bolluk içinde yaşar. Geçinebilmek için emek harcamak zorunda kalınmayan, bu müsrif ve lüks toplumda kötü adamlar servetin kökenini gizlemek için birer araç olarak kullanılır. Casino Royale filminde Bond’un kumarda kazandığı paranın, Afrika’da bir dilim ekmek ve bir bardak su bulamayan insanların parası olduğu görmezden gelinerek –çünkü paraları çalan bu ülkelerin ihanet içerisindeki yöneticileridir ve Bond zihniyetine göre kötü adamdan çalmak onu cezalandırmak sayılır- Bond tarafından casinolarda harcanır. ‘’Para sayesinde ruhları cennete bile göndermek mümkündür’’ diyen Kolomb, torunlarının parayı en büyük amaç haline getirdiklerini görse mutlu olurdu herhalde…
Arkadaşlarına değil göreve sadakat duyan Bond, hiçbir zaman görevin başarılması veya önemsiz birinin hayatının kurtarılması gibi ahlaki bir ikilemle karşılaşmamış, bir yol varsa her zaman ilk kaçan ve sorumluluktan kurtulan hep o olmuştur. Yalnızca tek bir filmde, iyilerin safına geçen bir kötü karakter olan Jaws’ın, verdiği emri yerine getirmesi halinde kaçınılmaz bir ölümle karşı karşıya kalacağını bilmesine karşın bu duruma aldırış etmez ancak film bitmiş ve yazılar akarken Jaws’ın kurtulduğu haberi duyulur. Diğer filmlerle kıyaslandığında Jaws’ın kurtuluşunun Bond filmlerinin ruhuna aykırı düştüğünü ve bunun bir sapma olduğunu görebiliririz. Bu mucizevi kurtuluşun, Bond’un umursamazlığının seyircide oluşturacağı, belki de oluşturduğu tepkiyi azaltmak için yapımcılar tarafından sonradan filme eklenmiş olduğunu düşündüğümü söylemeliyim.
Bond’un temel karakteristiği yalnızlığıdır. Tek bir arkadaşı, tek bir dostu yoktur. Bond filmlerinde hikâye bitmez tükenmez bir şekilde sürekli tekrar edilir. Bond kendisine hareket imkânı sağlayan tank, jet uçağı, araba, tekne veya uzay aracı gibi bütün araçları kullanır. Bu mekanik araçların kolayca ortaya çıkışları ve birden kayboluşları şaşırtıcıdır. Nesnelerin işlevleri değiştirilmeden yeni bir renge boyanmaları gibi, Bond da faaliyetlerinin doğası ve dürtüsü değiştirilmeksizin her yeni filmde yüksek teknoloji ürünleri ile yeniden donatılır. Aynı şekilde, Bond da günlük yaşamından çekip alınır ve kötü adamı yakalamak adına sağa sola koşturur, görevini yapar ve sonra bir sonraki maceraya kadar gündelik yaşamına döner. Başlangıç ve sonun hep aynı olduğu hatta maceranın kendisinin bile, aynı eski malzemenin abartılmış yinelenmesinden başka bir şey olmadığı filmlerde, seyirci bir maceradan diğerine geçerken görevin bitirilmiş olması ve başka bir maceraya atlamak için kullanılan basamak olur.
Her filmde yaşanan, küçük ayrıntılar dâhil bir öncekiyle esasta aynıdır. Bond birbirinin taklidi olan maceralar içinde döner ancak bu dönüş bir gün bıkkınlık uyandıracağından seyirciyi perdeye çekebilmek için yeni malzemeler bulunmalıdır. Bezginlik, karakterlerin fiziki hareketlilikleriyle bastırılırken samimiyet, geleneksel karakterin kullanılmasıyla sağlanır. Maceranın çekiciliğine kapılan seyirci, yeni teknikler karşısında, karakterlerin kendi kendilerini tekrarlayıp durduklarını fark edemez. Son Bond filmlerinin yönetmeni Sam Mendes bu durumu şöyle izah etmektedir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Her yeni Bond filminin öncekilerden daha büyük, daha iyi, çok daha fazla görülmeye değer, daha heyecanlı ve daha şaşırtıcı olması gerekmektedir. Yeni tehlikeli sahneler, orijinal hileler, seyirciyi eğlendirmek ve heyecanlandırmak için yeni yollar aramak; senaryo yazarları, yapım ekibi, sahne koordinatörü ve her yeni sahnenin maliyetiyle ilgilenenler ile aylarca süren tartışmalar ve toplantılar sonunda belirlenmektedir. Maliyetler büyük bir baş ağrısıdır ancak tüm Bond filmleri gişede başarı elde ederek büyük kar sağlamıştır. Bu açıdan akıllı davranmak ve para kazanmak için Bond filmlerine daha çok para yatırmak doğru bir ticari yaklaşım olacaktır.’’ (Sam Mendes)[/box]
Skyfall filminde sıklıkla söz edilen gölgelerde savaşmak, bir Sovyet taktiği olarak yansıtılırken İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından Batı’nın, özellikle İngiliz ve Amerikalıların Napolyon’dan Hitler’e uzanan tarihsel süreçte, Avrupa’yı yok olmaktan kurtaran Rusları düşman ilan ederek artık savaşların gölgelerde yapılacağını söylemelerine hiç değinilmez. General Donovan’ın Başkan Truman’a ‘’Rusya, Birleşik Devletler için henüz bilmediğimiz çok daha büyük bir tehdit oluşturacaktır’’ derken Hitler’in henüz intihar etmediği unutulmamalıdır. “Artık gölgelerde savaşmak yok” derken Sovyet, tehdidinin tamamen bittiği söylenirken, filmin İstanbul’da geçiyor oluşu yeni düşmanın İslam olacağına dair ipuçları vermektedir. İngiltere Başbakanı Thatcher, Soğuk Savaş’ın sona ermek üzere olduğu günlerde İskoçya’da yapılan NATO toplantısında “Sovyetler yıkılmış, karşımızda düşman kalmamıştır. Düşman aramaya gerek yok, düşmanımız İslam’dır” demiş, 2002 yılında The Guardian gazetesine yazdığı bir makalede “İslamcılık yeni Bolşevizm’dir” diyerek fikrinin arkasında durduğunu bir kez daha ifade etmiştir.
Bir casus deşifre olmamak, sınır dışı edilmemek ve daha da kötüsü hapse düşmemek için kimliğini asla söylememek zorundadır. Oysa düşük profilli kalamayan Bond hemen her yerde casus olduğunu vurgulamaktan ve kendisini öne çıkarmaktan çekinmez. Sokak ortasında meraklı kalabalığın bakışları altında, yabancı bir ülkede İngiliz casusu olduğunu söylemenin dokunulmazlığı varmış gibi hem kendisinin hem de işbirliği yaptığı ajanın kimliğini açıklamaktan çekinmez. Başka bir filmde ise Rambo’dan önce Afganistan’a gider, esir tutulan bir Afgan liderini serbest bırakarak Amerika’dan önce harekete geçer. Bir İngiliz casusunun, Sovyet vatandaşı olmayan birine ilk kez verildiği öylenen “Lenin Şeref Madalyası” aldığının söylenmesi ise serinin en arsız sahnesi oluyor.
Daha üçüncü filmde kötü adam bir “00” ajanını satın aldıklarını söylese de üzerine gidilmez. Özellikle soğuk savaşın son ermesinden sonraki filmlerde ajan ihanetleri doruk noktasına ulaşır. Başka bir filmde, Avrupa’daki bütün “00” ajanlarının çağrıldığı bir sahnede dokuz ajan yan yana oturuken üç yöneticinin bir daire oluşturacak şekilde karşılarında oturduğu sahne ile Arthur’un şövalyeleri veya İsa’nın havarilerini simgeleyebilecek kadar ileri gidebilen filmlerde, ajan ihanetlerinin süreklilik oluşturması ne anlama gelmektedir, bilemiyorum. M’nin kişisel korumalığını yapan ajandan tutun da son filmin kurgusunun tamamen üzerine kurulduğu ajan ihaneti meselesi, anlaşılmayan ve açıklanmayan bir konudur. İhanetlerin üzerine gidildiği zaman da, sebep sonuç ilişkisine değinilmeyerek sistemi kendi çıkarları için kullanan çürük elmalar olduğu belirtilerek konu kapatılır.
Bond hemen her filmde olayı kişiselleştirmemesi için ikaz edilir. Patronunun kesin emirlerine uymadığı için filmlerin çoğunda yetkileri elinden alınsa da bu itaatsizliğinden ve başına buyruk hareket etmesinden dolayı asla cezalandırılmaz. Malum teşkilattan arkadaşı Felix’in karısının öldürülmesi üzerine yabancı bir ülkede kendi başına harekete geçse de, görevini emirler doğrultusunda tamamlar. Olayın tamamen kişiselleştiği bir başka filmde ise emirler doğrultusunda başlayan görev, İngiliz hükümetinin inisiyatif alamaması sonucu müstakbel kayınpederi, kötü adam Draco’nun adamlarının Bond’a yardım etmesiyle başarılır ancak bundan dolayı utanç duygusu hissetmez çünkü her şey düzmecedir ve aslolan İngiliz çıkarlarının korunmasıdır. Ve demokrasi “havariliğine” şüphe düşürmeyecek şekilde inkâr edilebildiği ölçüde kimin kiminle işbirliği yaptığı önemli değildir. Azılı düşman, kötülerin kötüsü, Bond’un karısının katili Blofeld’in ölümü, seyircideki intikam duygularını tatmin etmeyecek kadar sıradan bir şekilde gerçekleşir. Her zaman her olayı kişiselleştirmekle suçlanan Bond’un, karısını öldüren adamın ölümünü neden kişiselleştirmediği gizem dolu olarak kalır.
İki kutuplu bir dünya düzeninde seyirci, başka türlüsüne inanmayacağı için kötü adamın küresel bir yıkım getirmek adına New York veya Moskova’yı yok edebilecek planlar yaptığı vurgulanır. Seyirci Bond’un dünyayı kurtardığı zırvalıklara tahammül etse de Amerikan altınlarını korumak için yanında Amerikalı ajanlar varken “British İntellegence” adına Amerikan topraklarında operasyon yapmasına şaşırılmaz. Bond’un Amerikan topraklarında Kraliçe adına operasyon yapması seyirciye ne kadar tuhaf geldiyse, aynı tuhaflığı hisseden ‘’kuzenlerii’’ tarafından ikaz edilen yapımcılar başka bir filmde hiçbir işe bulaşmaması yönünde defalarca ikaz ettikleri Bond’u yalnızca ‘’gözlemci’’ olarak operasyona dâhil ederler. Ancak senaryo yazarlarının ve yapımcıların kulağının adamakıllı bükülmesi için yıllar geçmesi gerekiyor. “Die Another Day” ile İngilizlere ilk kez fırça çeken “malum teşkilat” bundan sonraki hemen her filmde Bond’u tokatlamaya devam eder. Bond’un “malum teşkilattaki” arkadaşı Felix ile aralarında şiddetli tartışma yaşanır. Eskisi gibi Bond’a koşulsuz yardım eden Felix yoktur artık.
İkinci Paylaşım Savaşı esnasında istihbarat ödeneği bulunamadığı durumlarda, zengin subayların kullanıldığı bilinmektedir. Mavi kana sahip Bond’un doğumundan itibaren para sıkıntısı olmamış, smokini üzerinde asla iğreti durmamıştır. Kraliyet donanma subayı olan Bond, Cambridge üniversitesinde ve İngiliz soylularının gittiği Eton okulunda okumuştur. Kraliyet donanmasında yarbay olan Bond’un, ailesinin kökenlerinin 1300’lü yıllara kadar gittiği bir filmde konu edilmiştir. Masonluğun İngiltere ve İskoçya’da ortaya çıkışı ile ailesinin kökenlerinin aynı yer ve aynı dönemde çakışmasına tesadüf diyemeyeceğimize göre Bond’un yarbay (commander) rütbesi, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 27. derecesindeki bir masonun kısaltılmış unvanı olan komandör rütbesini çağrıştırdığı için tercih edilmiş olabilir mi, bilemiyorum. Bir casusun ‘’İngiliz gücünün temsilcisi’’ olmakla takdim edilemeyeceği göz önüne alınırsa bu yönde bir okumanın doğru olduğunu düşünüyorum. Soylu ve zengin bir aileden geldiği açıkça bilinmesine karşın, Bond’un düşük bir maaş ve kraliçeden aferin almak için çalıştığının dile getirilmesi küçük burjuva desteğini yitirmemek ve seyirciyi yakalamak içindir.
Yapımcılara göre Bond filmleri, karmaşık bir dünyada (Bond açıktır, samimidir), içten pazarlıklı, sadakatsiz ve ahlaksız (Bond doğaldır, dürüsttür, fedakârdır), gençliğin düzenini bozucu (Bond muhafazakârdır. Birçok kadınla yatması hatta bu kadınların çoğunun bir sevgilisi veya kocasının bulunması Bond’u veya İngiliz kamuoyunu rahatsız etmezken, Bond’un ‘’kulaklarını tıkamadan’’ Beatles dinlenemeyeceğini söylemesi muhafazakâr kamuoyunun desteğini muhakkak kazanmıştır), dünyayı karanlığa götürecek Marksizm gibi kökü dışarıda ideolojiye sahip kötüler grubuna karşı (Bond halk tarafından benimsenmiştir) mücadele eden, özgür dünya için savaşan bir İngiliz “kahramanın” maceralarını anlatır. Tabii ki, bu büyük bir palavradır ancak Bond filmlerinin bu palavrayı tüm dünyaya satması manidardır.
Dünyanın en eski mesleklerinden ve doğası gereği gizli yapılması gereken casusluğun gizemli dünyasına duyulan merak insanları kendine çekmektedir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde dosta güven, düşmana korku vermek ve tarafsız kitleleri etkilemek maksadıyla çekilen “casus” filmleri Hollywood’un dünya çapında rakipsiz kalmasını sağlayarak, en fazla para kazandıran tür haline gelmiştir. Günümüzde de hemen her filmde kocaman silahı, parlak rozeti ve kural tanımazlığıyla bilinen bir “ajan” vardır ve böyle olması şaşırtıcı bir şekilde seyircinin ilgisinin azalmasını değil artmasını sağlar. Asker ve polis denilince aklına “faşizm”, “polis devleti”, “büyük birader” kavramlarından başka bir şey gelmeyen pek çok “entelektüelin”, emekli veya görevdeki bir polisin, askerin veya ajanın maceralarının anlatıldığı filmlere övgüler düzmesi ne anlama gelmektedir, bilemiyorum.
Bond’un görevi Batı denetiminden dışında gelişen sanayi, istikrar ve toplumsal dayanışmanın parçalanmasıdır. Batı’dan bağımsız hareket etmenin kötü sayılmak için yeterli olduğu bu filmlerde ele geçirilen bütün ileri teknoloji ürünleri daha iyi bir amaç uğruna kullanılmak yerine bütün planlarıyla birlikte derhal imha edilir. Böylece dünyaya yeterince gözdağı verilmiş olur, “yaparsanız yıkarız.”
Öteki Sinema için yazan: Salim OLCAY