Kar Kardeşliği (La sociedad de la nieve / Society of the Snow, 2023)

14 Ocak 2024

Kız kardeşi hariç tüm ailesini (annesi, babası, erkek kardeşi, karısı) Nazi zulmüne kurban veren Dr. Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı o olağanüstü kitabında toplama kamplarında bir tanesi hariç her türlü özgürlüğünü yitiren bireylerden (ve elbette kendi tutsaklık deneyiminden) yola çıkarak bir tür anlam felsefesi inşa eder. Frankl’a göre insanın elinden alınamayan yegâne özgürlük, “kişinin belli bir durum karşısında kendi tavrını belirleme yetisi”dir. Koşullar ne olursa olsun, belirli bir durum karşısındaki tutumunuzu siz belirlersiniz. J.A. Bayona’nın Kar Kardeşliği (La sociedad de la nieve / Society of the Snow, 2023) filmini izlerken aklıma sık sık Frankl’ın bu tespiti geldi.

Kar Kardeşliği 13 Ekim 1972’de Uruguay Havayolları’na ait bir yolcu uçağının And Dağları’na düştükten sonra yaşanan trajediyi anlatıyor. Aslında mürettebat dahil 45 kişinin (40 yolcu, 5 mürettebat) bulunduğu ama sadece 16’sının kurtulabildiği bu elim hadise daha önce çeşitli kurgu filmlere (Yaşamak İçin / Alive, 1993) ve belgesellere (Stranded: I’ve Come from a Plane That Crashed on the Mountains, 2007) konu olmuştu. Yaşamak İçin filminin bizim nesilde travmaya yol açtığını unutmak ne mümkün? Filmin tartışmaya açtığı soru basit ama yakıcıydı: Hayatta kalmak için insan ceseti yer miydin? Yaşamak için neyi ne kadar feda edebilirsin? Ve bu soruları 72 gün boyunca hayatta kalma mücadelesi veren kişiler en az 60 gün cevaplamak zorunda kaldılar. Hemen her gün bir etik çıkmazda buldular kendilerini. Filmde cesetlerden gıda olarak faydalanma fikrinin tartışıldığı sahne bu etik soruna eğiliyor. Ayrıca Kar Kardeşliği’nin dış sesi (Numa), o dağda hayatta kalmaya çalışan kişilerin artık kaza öncesindeki kişiler olmadığından yola çıkarak bu meseleyi eşeliyor. Kurtarılan kişiler değişti, başka değerlere sahip yepyeni insanlar hâline geldiler demeye getiriyor. Takındıkları tutum, aldıkları ve uyguladıkları kararlar, yaptıkları fedakârlıklar yeni anlam daireleri yarattı, bu da onları bambaşka insanlara dönüştürdü.

blank

Filmi izlerken birçok şeyi çok beğendim, kaza sahnesindeki (çarpma anındaki) şoke edici detaylar (kırılma, ezilme vs.), pilotun ölmeden hemen önce “Tanrı yardımcınız olsun” deyişi, kaptanın ölümünün görsel açıdan sunuluş biçimi, soğuktan çatlayan şişe, ölenlerden hatıra kalan kişisel eşyalarla dolan çanta, dağın korkutucu çehresi, bulutların tehditkâr ilerleyişi, insanın kanını donduran çığ sahnesi… Öyküyü yamyamlık üzerine yığmamış olduklarına da sevindim. Ama beni en çok düşündüren, böyle bir durumda kişilerde görülen davranışların çeşitliliği ve karakterlerdeki değişim oldu. İnancını yitiren, inancına sarılan, deliren gençler… Ama aynı zamanda arkadaşı için çırpınan, ekibi kurtarmak için âdeta bir ölüm görevine çıkmayı göze alanlar… Evet, bu film tüyler ürpertici bir hadiseyi anlatıyor ama dikkatli bakıldığında trajedinin yerini usulca mucizeye bıraktığı bir inanç, umut, dayanışma ve fedakârlık hikâyesi de… Mesela Nando’nun tekrar antrenmanlara başladığı sahne bir motivasyon videosu gibi, izlerken acayip gaza geldim. Bana Viktor E. Frankl’ın “Yaşamak acı çekmektir; yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktadır. Eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır” sözünü hatırlatan o oldu.

Frankl kitabında, “Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz. Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşam, yiğitçe, onurlu ve özgecil/diğerkâm (selfless) olabilir”, der. Bu imkândır onun altını çizdiği. Filmde elden ele geçen ve sonunda üzerinden “Dostlar Uğruna Canını Vermekten Daha Büyük Bir Sevgi Gösterisi Yoktur” yazdığını öğrendiğimiz kâğıt parçasını bu bağlamda değerlendirmek lazım. Kurtuluşu getirecek olan (geri kalan herkesin hayatta kalmasını sağlayan) keşif yürüyüşünü hızlandıran bu vasiyeti andıran not oluyor.

“Bu olanların anlamı ne? …herkesin ölmesinin anlamı ne?”

Filmdeki en güzel anlardan biri, kazazedelerin kafiyeli şiirler uydurdukları sahneydi. Burada hem zaaflarını, tutkularını öğrenerek onların insani yönlerini daha yakından tanımaya başlıyor hem de kişiliklerindeki değişimi gözlemliyoruz. Mesela Coco, “Annemin doğum günüydü 13 Ekim / Tanrı’dan var tek bir dileğim / Evime sağ salim döneyim / Annemin partisini göreyim” diye bir dörtlük okuyor. Basit, uyduruk bir şiir, değil mi? Hemen ardından gelen korkunç çığ sahnesinde Coco feci şekilde can veriyor ama biz onu hayatının anlamını/gayesini/amacını açık eden bu dörtlükle hatırlıyoruz. Çünkü bu dörtlük, hakikatin perdesini kaldıran, basit ama kusursuz bir veda.

blank

Aynı çığdan sağ çıkan Javier’in de bir anlam arayışında olduğunu görüyoruz, üstelik sevdiği birinin ölümünü kalkış noktası olarak alan bir arayış bu. Uçağın içini dolduran çığı hatırlayan Javier şöyle diyor: “Ben kurtulmadan Liliana kurtulamazdı. Ama ayaklarım göğsüne dayandığı için hareket edemiyordum. Çıkmaya çabaladığımda onu daha da derine ittiriyordum.” Ezilerek can veren Liliana’nın cansız bedeninin çıkartıldığı ânı hatırlayarak şöyle devam ediyor: “Ona var gücümle, sımsıkı sarıldım. Ve hayatta hiç hissetmediğim bir sevgi hissettim. Bir amacım olduğunu fark ettim. Göğsüme sımsıkı bastırdığım bu sevgiyi alıp çocuklarıma götürmem lazım. Liliana boşuna ölmedi.” Tüm ana karakterler kendi meşreplerince felaketin içinde gördükleri ufak bir ışık hüzmesine sarılıyorlar, tıpkı Malick’in İnce Kırmızı Hat (The Thin Red Line, 1998) filminde olduğu gibi. Film boyunca herkes Uruguay’da bıraktığı insanları, kaza mahallinde olanları ve ölenleri düşünüyor. Yaşamın ve ölümün neliği üzerine Kar Kardeşliği kadar ince düşünen film azdır. Numa’nın Pancho’yla arasında geçen diyaloğu bu minvalde değerlendirebiliriz:

Ben daha 25 yaşındayım Pancho. Önümde koca bir hayat vardı, yapacağım işler vardı. Kardeşlerimi tekrar görebilmek istiyorum. Anne babamı görmek istiyorum. Dans etmek istiyorum.
– Sen dans etmezsin ki.
Biliyorum. Ama artık istiyorum.

Her şeye rağmen direnen gençler umudu inancında, ailesinde, arkadaşlarında ya da bambaşka yerlerde buluyorlar. Herkes zamanla kendi anlamını yaratıyor. Bence bu açıdan filmdeki en çarpıcı konuşma Arturo ile Numa arasında geçiyor. Arturo onu değiştiren, dönüştüren ve hayata bağlayan inancı şu şekilde anlatıyor:

Artık hiç olmadığım kadar inançlıyım Numa.
– Ne o, dine mi döndün?
Bana gülme. İnanç dediğim, kusura bakma Numa ama, senin tanrına değil. Çünkü o tanrı, evdeyken ne yapacağımı söylüyor olabilir ama dağlarda ne yapacağımı söylemiyor. Burada olan şeylere o eski gözlerimle bakamam. Numa, bu benim cennetim. Benim inandığım bambaşka bir tanrı. Ben… Roberto yaralarımı tedavi ederken kafasında olan tanrıya inanıyorum. Nando ne olursa olsun yürümeye devam ederken bacaklarında olan tanrıya inanıyorum. Daniel et keserken onun ellerine inanıyorum. Fito’ya inanıyorum. Eti verirken hangi arkadaşımızın olduğunu söylemiyor, böylece yerken gözlerindeki ışıltıyı anımsamıyoruz. İşte ben o tanrıya inanıyorum. Roberto’ya inanıyorum. Nando’ya. Daniel’e. Fito’ya. Can veren arkadaşlarımıza.

İnsan, “her şeyden yoksun kalmış yaşamından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını” ansızın kavradığında bambaşka şeyler yapmaya başlar, yaşamının nihai hedefi değişmiştir. Yaşlı insanların derin sükûnetindeki o gizemli bilgeliğin sebebi budur. Ölüm bir son değildir artık, sadece yeni bir varoluş merhalesidir (“Seninle ölmemi istiyorsun.”). Ne olursa olsun, bizi biz yapan şey, olaylar karşısında takındığımız tavırdır. Bu tavrı belirleyen de arayıp bulduğumuz, kazıp çıkardığımız ya da sıfırdan yarattığımız anlamdır, hayatın anlamı. Yaşam, en korkunç, en travmatik, en acınası ânlarda bile potansiyel bir anlam taşır ama bu anlamı bulmak bireylere/fertlere kalmıştır. Bayona’nın filmi ve Frankl’ın kitabı işte bunu anlatıyor.

Andrey Tarkovski insanın anlam arayışına ortak olan filmleri, “hakiki filmler” olarak adlandırıyordu. Pablo Vierci’nin aynı adlı kitabından uyarlanan Kar Kardeşliği, bu bağlamda hakiki bir film, hem de en hakikisinden. İzlemenizi tavsiye ederim.

Öteki Sinema için yazan Ertan Tunç

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

A Day to Kill / Mall (2014)

Linkin Park'tan tanıdığımız Joseph Hahn mahsulü Mall, sadece görsel anlamda
blank

The Devil’s Advocate / Şeytanın Avukatı (1997)

1997 yapımı The Devil's Advocate / Şeytanın Avukatı, insanın en