Genelde çok uzun ve detaylı yazılar yazma eğilimindeyim, bu konuda öteden beri çok şikâyet alıyorum, haklılar. Dürüst olacağım, işin aslı şu: Kısa ve rafine yazmak büyük bir yetenek gerektirir ve o yetenek bende pek yok. Bir de sinema tarihine mal olmuş bir film, yönetmen, tür ya da oyuncu hakkında, hele ki yazının nesnesine büyük bir sevgi besliyorsam kısa yazamıyorum. Olmuyor. Üzgünüm.
Yine de bu konuda bir şey yapmaya karar verip bazı teknikler denedim, bir yazı türü iyi sonuç verdi gibi. Boşluklu karakter sayısı kısıtı koyduğum kısa denemeler yazıp yayımlayacağım, daha çok Alain’in (Emile Chartier) Propos’ları tarzında. Belirli noktalara değinen, fazla derine kazmayan, öznel değerlendirmeler. Deneme konuları başka başka olacak, hatta tuhaf, sıra dışı başlıklar atmaktan çekinmeyeceğim ama yazıların yegâne ortak özellikleri sinema hakkında olmaları olacak. Takip eden makalelerde herhangi bir konu ya da tema bütünlüğü olmayacak, konudan konuya sıçrayacağım. Konuyu netleştirdikten sonra, fazla dağılmamak için, aylarca üzerinde çalıştığı 50 sayfalık makaleyi sunması için bir kongrede kendisine 10 dakika verilen bir akademisyenin yapacağı şeyi yapıp, üç-beş sacayağı belirleyip geri kalan ihtimalleri dışarıda tutacağım. Bu nedenle yazılar hiçbir zaman ilgili başlığı zengin bir şekilde karşılamıyor olacaklar, hep bir şeyler eksik kalacak. Ama zaten hayat da öyle değil midir?
İlk deneme konumuz kara filmlerde boks. Ben “kara film” (film noir) dediğimde 1940 ve 50’lerde ABD’de çekilmiş klasik kara filmleri kastederim. Bu bir tür müdür, alt-tür müdür hâlâ tartışmalı ama kara filmlerde belirli bir stilin ve atmosferin izlerini görmek mümkün. Nick Nolte’nin tarifini çok severim, “Kara film” diyor Nolte, “hikâyenin üzerine özel biçim koymaktır”. Her şeyden önce, bu türün olmazsa olmazı “suç”. Öyküsünde suç ve şiddet içermeyen herhangi bir kara film yok ya da en azından ben denk gelmedim. İlk çıktıklarında suç melodramı (crime melodrama) şeklinde nitelendiriliyorlar, film noir (kara film) olarak adlandırılmaları savaş-sonrasına düşüyor. Kara filmin atmosferi son derece karanlık, bir hayli depresif. Büyük Buhran/Bunalım’dan ve Büyük Savaş çıktıktan sonra, yani umudun çatlaklardan zar-zor sızdığı zamanlarda (kabaca 1940 sonrasında) çekilmiş filmler bunlar, hâliyle çok karamsar bir tona sahipler. Gelelim boksa…
Yaşlandığımdan mıdır nedir, son yıllarda giderek boksu (genel olarak dövüşleri) spordan saymama eğilimine girdim. Babam çok severdi, onunla televizyonda çok sayıda boks maçı izlemişliğim vardır, eskiden ben de severdim ama yalan yok, artık sevmiyorum, izleyemiyorum. Yine de şunu itiraf ediyorum, hayatta en sevdiğim spor filmi, bir boks filmi olan Rocky (1976) ve şahsi kanaatimce, gelmiş geçmiş en büyük sporcu da bir boksör olan Muhammed Ali’dir.
Boksör alt sınıftan gelir, bunun istisnası yok denecek kadar azdır. David Meyer’e göre boks, işçi sınıfının üst sınıfları eğlendirmek için birbirini yumruklamasıdır. Bense Cinderella Man (2005) hakkında yazdığım yazıda, bir boksörün ringde asıl mücadele ettiği şeyin hayatın tüm sıkıntılarının cisimleşmiş/bedenlenmiş hâli olduğunu öne sürmüştüm ve eklemiştim, “Bir boksör, sadece ringdeyken kendine yumruk atan şeyi görme fırsatı elde eder”. Boks, kara filmlerde sık rastlanan bir tema değil ama dört sağlam filmde her ikisinde de ortak olan şiddet ve hüsranın son derece iyi yansıtıldığını düşünüyorum: Body and Soul (Aşk ve Para, 1947), Champion (Şampiyon, 1949), The Set-Up (1949) ve The Harder They Fall (Şöhretin Sonu, 1956).
Hem bedenini hem de ruhunu satan bir adamın hikâyesini anlatan Body and Soul’un senaristi Abraham Polonsky, yönetmeni Robert Rossen, oyuncuları John Garfield, Anne Revere, Lloyd Gough, Canada Lee, Art Smith, Shimen Ruskin, yapımcısı Bob Roberts ve görüntü yönetmeni James Wong Howe daha sonra kendilerini HUAC’ın (Amerikan-karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu) başlattığı cadı avı neticesinde kara listede ya da gri listede buldular ve uzun süre işsiz kaldılar; Rossen arkadaşlarını gammazlayarak kurtuldu. Onları bu sürece götüren sadece eskiden Komünist parti üyeleri olmaları değil, bir de bu filmi çekmiş olmalarıydı. Daha önce organize suçla boksu ilişkilendiren çok sayıda film olmasına rağmen, Body and Soul’la beraber ilk kez toplumsal ve kurumsal yozlaşmanın bireyi etik açıdan nasıl bir açmaza sürüklediği bu kadar iyi anlatıldı. Charley Davis’in yenip kariyerini bitirdiği siyahi şampiyonu kendi antrenörü yapması, mikrofona konuşamaması ve gözlerinin Peg’i araması, 15. rauntta kazanması, 30 yıl sonraki bir başka dev boks filmini, Rocky’yi müjdeliyor. Hem sınıfsal hem de ırkçılık-karşıtı mesajlar içeren Body and Soul En İyi Orijinal Senaryo, En İyi Aktör ve En İyi Kurgu dallarında Oscar’a aday gösterildi ve En İyi Kurgu dalında heykelciği evine götürdü.
Champion (1949), Kirk Douglas’ı bir gecede yıldız yapan film. Sıfırdan gelip sürüne sürüne zirveye çıkan ve dünya şampiyonu olan bir boksörün hayatını, Steinbeck romanlarında gördüğümüze benzer müthiş bir toplumsal arka planla yansıtan filmin senaryosu Carl Foreman’dan, uyarlandığı öykü Ring Lardner’den. İki meşhur HUAC mağduru daha. Bu rolle ilk Oscar adaylığını elde edecek olan Kirk Douglas’ın âdeta ruhunu üflediği Midge Kelly karakteri çok iyi yazılmış, film Midge’i müthiş bir kurguyla birbirine ustaca eklenmiş çok sayıda sahnede bir kurban ve/veya kahraman olarak göstermekten özenle kaçınıyor. Yaramaz biri Midge ama çevresindeki aşağı yukarı herkes ve her şey öyle. Zaten iyi bir kara filmden beklentim az çok budur: Ardından güneş ve temiz hava gelmeyen berbat bir yağmur…
The Set-Up (1947) en sevdiğim kara filmlerden biri, hatta bir yazımda belirtmiştim, bu filmi uyarlandığı uzun şiire çok daha sadık kalarak tek planda çekme hayalim var. Hayal tabii. Neyse, Joseph Moncure March’ın 1928 tarihli şiirinin başkarakteri olan boksör Pansy bir siyahi. March şiiri bizim Nazım Hikmet’ten aşina olduğumuz bir tarzda kaleme almış, bir boksörün yaşamının çeşitli yıllarına ve dönüm noktalarına tanıklık ediyoruz. The Set-Up bu fikri ve şiirin merkezindeki bir ihaneti alıyor, bir boksörün 71 dakika içinde yaşadığı olayları bize gösteren 71 dakikalık bir film ortaya koyuyor. Başrolde beyaz bir aktör var, Robert Ryan. Ama rolüne dört elle sarılan Ryan öyle muazzam bir performans ortaya koyuyor ki ağzınız açık kalıyor. Son birkaç dakikasında insanın kalbini bu film kadar sıkıştıran çok az kara film vardır. The Set-Up, Cannes’dan hem FIPRESCI hem En İyi Görüntü Yönetimi ödülleriyle dönmüş bir kara film şaheseri.
The Harder They Fall (1956), Humphrey Bogart’ın son filmi. What Makes Sammy Run? adlı kitabıyla bir anda Hollywood’da istenmeyen adam ilan edilen ve hepimizin On the Waterfront (Rıhtımlar Üzerine) romanından (filmin senaryosu da ona ait) aşina olduğumuz Budd Schulberg’ün aynı adlı romanından Philip Yordan tarafından uyarlanan senaryo, boks dünyasının kirli çamaşırlarını gözler önüne seriyor. Birçok boks filmi, bu alanda yapılan yolsuzluğu daha çok yasa dışı bahislerin varlığına bağlar, yıllarca spor muhabirliği yapan Schulberg ise muhasebe hileleriyle yasalara uygun hâle getirilen dolapları gözler önüne seriyor. Humphrey Bogart, Rod Steiger, Mike Lane, hepsi dört dörtlük oynamış; sinematografi de müthiş.
Neden boks temalı kara filmlere örnek olarak Body and Soul (1947), Champion (1949), The Set-Up (1949) ve The Harder They Fall’u (1956) seçtiğime gelince… Her şeyden önce bu kara filmlerin dördü de iyi yazılmış, iyi yönetilmiş boks filmleri. Dördünde de müthiş oyunculuklar seyrediyoruz, dördünün de hem kurgusu hem görüntü çalışması çok iyi. Ama asıl özellikleri, kara filmlere özgü, kişiyi insan denen varlıktan soğutan o karamsar tonun tüm filme ustaca yayılmış olması. Dört film de bir dekadansı anlatıyor, çürümenin/yozlaşmanın hem bireysel hem toplumsal etkilerini gözlemleyebiliyoruz. Sınıflararası, kültürlerarası, ırklararası gerilimleri konu edinmişler. Kimi zaman şahsi, kimi zaman organize suç (bahis yolsuzluğu, hileli maç, muhasebe numaraları, hırsızlık, adam yaralama, cinayet vs.) ve bundan kaynaklanan gerilim, bu dört filmin hikâyesini ustaca sarmalamış. Boksu ana tema olarak kullanan dört filmde de kısa yoldan bir sınıf atlama çabasını/girişimini görüyoruz, bu da beraberinde ahlaki yozlaşma getiriyor. Felsefi açıdan etiğin inceleme alanına girebilecek ve sosyoekonomik derinliği olan kara filmler bunlar, o nedenle de zamana direnmeyi başarmışlar ve kendilerinden sonra gelen birçok filmi etkilemişler. Hem boks filmlerini hem de kara filmleri seviyorsanız sakın kaçırmayın.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
Not: Çok sevdiğim The Killers’ı (Boksörün Ölümü, 1946) boksu merkez almadığı için, World in My Corner’ı (1956) Audie Murphy’yi iyi bir kara film başrolüne kıyasla yumuşak ve nahif bulduğum için, Stanley Kubrick’in Killer’s Kiss’i (Katilin Busesi, 1955) ile The Square Jungle’ı (1955) pek beğenmediğim için listeye almadım. The Joe Louis Story (Yumrukların Zaferi, 1953) ünlü boksörün hayatına ve ırkçılığa yoğunlaşıp, biyografik niteliği nedeniyle yer yer kara film dokusunu yitiriyor. Bazı kaynaklarda görüyorum ama bence City for Conquest (1940) ve The Square Ring’i (1953) kara film olarak kabul etmek doğru değil, o yüzden onları değerlendirme dışında tutuyorum. The Crooked Circle (1957), Iron Man (1951) ve Whiplash (1948) ise başka bir yazının konusu olsun.