1990’ların ortalarından itibaren, sinemadaki değişimle beraber Yeni Türkiye Sineması olarak tanımlanan dönemde, hem popüler hem de bağımsız anlatıları ile auteur yönetmenler varoluşsal sorunları, bireysel problemleri, toplumsal ve siyasal mevzuları kendi üslupları ile anlatmaya başlarlar. Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem gibi öncü yönetmenlerin kendi dillerini kurdukları bu dönemde, sinema, anlatı yapısından yapım olanaklarına, festival sürecinden izleyici profiline kadar her alanda ciddi bir değişim yaşar. Suner (2006; 15), Hayalet Ev: Yeni Türk Sinemasında Aidiyet, Kimlik ve Bellek adlı kitabının giriş bölümünde Yeni Türk Sineması’nın temel meselesini, Hayalet Ev üzerinden yorumlar. Ardından da hayaletli evlerdeki tekinsiz öyküleri mesele eden filmler ile nostalji duygusu ile anımsanan, romantik bir imgeye dönüşen aidiyet tasavvurunu mesele eden filmleri kitabında tanımlar. Bu dönem filmlerinden pek çoğu travma ve travma ile yüzleşmeyi kendisine tema edinirken inşa edilen bireysel ve toplumsal fantaziler de konuşulmaya, dillendirilmeye başlanır.
Bu yıl 59.’su düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal uzun metraj film yarışmasındaki on filmden üçü (Kar ve Ayı, Karanlık Gece ve Kurak Günler) taşra hikayesi olarak inşa ettikleri travma anlatıları ile dikkatleri çekti. Asuman Suner “Yeni Türk sineması, tekrar tekrar geçmişteki travmatik yaşantıların izlerinin hissedildiği, geçmişteki suçların ortaya çıktığı, normal ve sıradan görünenin altında dehşetin kol gezdiği ‘hayaletli evler’de geçen tekinsiz öyküler anlatır bize.” der ilgili kitabında. Güncelde de çıkışsız ve hapishane gibi mekanlarda tekinsiz karakterle beraber travmatik yaşantılarının izlerinin sürüldüğü, geçmişteki suçların ortaya çıktığı/çıkarıldığı, vicdan muhasebelerinin yapıldığı ve sistemle beraber toplumun da eleştirildiği filmler ortaya konulmaya devam ediyor.
Dünya prömiyerini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapan Kar ve Ayı, genç hemşire Aslı’nın (Merve Dizdar) mecburi hizmetle atandığı kasabadaki erk ilişkilerini ve vicdan ile yapılan muhasebeyi bir travma üzerinden anlatısına taşıyor. Gerilimli bir atmosferde, karlarla kaplı bu ataerkil köydeki eril şiddet üzerinden anlatısını kuran yönetmen Selcen Ergun, Hasan (Erkan Bektaş) ve Samet (Saygın Soysal) adlı iki karakter üzerinden toplumda öğrenilmiş erkeklik rollerine odaklanırken bir yandan da bu dağ köyünün çıkışsızlığında, doğa ile insanın kurduğu farklı ilişkileri de anlatısına dahil ediyor. Bir kadın yönetmenin bir kadın karakterden (Aslı) kamerasını ayırmadan inşa ettiği filmini, bir kadın senaristle (Yeşim Aslan) ortak yazdığı ve bir kadın kurgucunun da ekipte olduğu görülüyor. Bu anlamda kadın duyarlılığı taşıyan film, insana dair karanlık ve aydınlık yanları anlatısına taşırken de çok incelikli davranıyor. Soğukla beraber tırmanışa geçen gerilimin filmin finalinde sakinlediği ve dengelerin doğadan yana kurulduğunu imleyen filmi ile Ergun, başarılı bir ilk yapıta imza atıyor.
Karanlık Gece (Özcan Alper), gezgin bir müzisyen olan İshak’ın ölmek üzere olan annesinin yanına bir dağ kasabasına dönüşü ile orada yaşanan erk ilişkilerini, vicdan muhasebesini ve toplumun iki yüzlü ahlakını bir travma üzerinden anlatıyor. Bireysel travmanın toplumsal travmaya dönüştüğü filminde Alper, linç kültürünü ve toplumun iki yüzlü ahlakını da anlatısına eklerken, bir yandan da yaptığı sistem eleştirisini genişleterek, eleştiri oklarını topluma saplamayı da ihmal etmiyor. Kurak Günler filmi ise genç savcı Emre’nin yeni atandığı kasabada yaşadığı erk ilişkilerini, toplumun iki yüzlü ahlakını ve sisteme dair sıkıntıları anlatıyor.
Kar ve Ayı bir kadına yönelmiş cinsiyetçi tavrı gösterirken Karanlık Gece ve Kurak Günler hegemonik erkeklik söylemi ve bu söylemi inşa eden toplumun iki yüzlülüğünü ve homofobik bakış açısını anlatılarına taşıyorlar. Diğer yandan “çukur” imgesi Karanlık Gece, Kurak Günler ve hatta geçen yılın festival filmi Kerr (Tayfun Pirselimoğlu) filminde önemli birer metafor olarak görülüyor. Pirselimoğlu’nun kapatılmasını önerdiği kuyular, Kurak Günler’de birer obruğa dönüşüyor ve bu obruklar sistemin çatlağını simgeliyor ve filmin kurucu ögesi olarak da anlatıda önemli rol üstleniyor. Filmin başında hakim ve savcının bakıp sohbet ettikleri bu obruklardan biri, filmin finalinde, sistemin karşısına dikilen iki karakterin kendilerini kurtarabildikleri bir alana da dönüşüyor. Karanlık Gece’de ise köylünün yaptığı linçe göz yumarak ve sonrasında da bu durumu saklayarak, onlardan biri olan İshak, amiyane tabirle “kazdığı kuyuya” düşüyor.
Filmlerin sonlarında yönetmenler, izleyicilerine ideolojinin üstünü örttüğü travma ve travmanın nedenleri ile yüzleşme olanağı verirlerken, aynı zamanda onları adalet kavramı üzerinde düşünmeye ve kendi gerçekleri ile yüzleşmeye çağırıyorlar.
Son olarak, Türkiye sinemasının, toplumunun dertlerini dert edinmeye devam ettiği, travmaları sorunsallaştıran bu filmlerin anlatıları üzerinden izleyicilere kendilerini, toplumu ve sistemi eleştirme şansı sundukları ve daha iyi bir dünyanın olanaklılığını da imlediklerini söylemek gerek…
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit