Kartezyen Bir Ağıt: Gaspar Noé’den Vortex (2021)

1 Haziran 2022

Gaspar Noé’nin son filmi Vortex (2021), “Yüreklerini yitirmeden önce akıllarını yitiren tüm insanlara” ithafıyla başlıyor. Filmin ilk sahnesinde aynı evde birbirine bakan iki ayrı pencereden birbirine gülümseyen iki insan görüyoruz. “Aynı evde birbirine bakan iki ayrı pencere”, bu detayı aklınızda tutunuz.

blankİlk izlenimlere göre, yaşlı çiftimiz mutlu ve huzurlu. Bir şarap açmışlar ve anlaşılan, balkon sefası sürecekler. Yaşlı adam eşinin sorusuna (“Hayat bir düş/rüya değil mi?”) cevaben Edgar Allan Poe’nun A Dream Within a Dream şiirine adını veren mısrayı okuyor: “Bir düşün içinde bir düş”. Evet, böyle diyordu Poe, “Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz / Yalnızca bir düşün içinde bir düş” (All that we see or seem / Is but a dream within a dream). Burada uyku sırasında yaşanan zihinsel deneyimi karşılamak için kullanılan İngilizcedeki “dream” sözcüğünün hem “düş” hem “rüya” anlamına geldiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Yani, ilgili mısrayı “Yalnızca bir rüyanın içinde bir rüya” şeklinde çevirsek başımız ağrımaz. “Dream”, rüya deneyimini de ifade eder.

Yazar Edgar Allan Poe bariz bir şekilde René Descartes’ın felsefesinden etkilenmişti ve A Dream Within a Dream şiirinin kökleri de Descartes’ın Meditasyonlar’ındaki (Meditations of First Philosophy) “rüya argümanı”na dayanmaktaydı. Felsefesinin kökenine “şüphe” mefhumunu koyan Descartes’ın her türlü duyu verisinden şüphe etmemiz gerektiğine dair düşüncesinin kalkış noktası, gördüğümüz rüyalardır. Descartes rüyalarda birbirinden farklı deneyimleri sanki gerçekten onları yaşamışız gibi gördüğümüze göre, yaşamakta olduğumuz hayatı gerçekten yaşayıp yaşamadığımızdan asla emin olamayacağımızı öne sürer. Rüyayı gerçek hayattan ayırabilmemizin imkânsız olduğu görüşündedir. Hatta yaşadığımızı sandığımız şey, iç içe geçmiş rüyalardan ibaret olabilir ve bundan hiçbir zaman emin olamayız. Buradan, radikal şüpheciliğin çağdaş epistemolojideki temsilcisi olan BIV (Kap-İçindeki-Beyin) argümanına, oradan da Wachowskiler’in Matrix’ine (1999) giden düz bir hat vardır ama o başka bir yazının konusu…

Edgar Allan Poe’nun başta The Fall Of The House Of Usher olmak üzere birçok eserinde etkilerini gördüğümüz bir diğer Descartes teorisi de “Kartezyen düalizm (ikicilik)” adıyla bilinen zihin-madde ikiciliğidir (“Kartezyen” sözcüğü Descartes’ın adının Latincesi olan Cartesius’tan gelmektedir). Bu görüş, Antik Yunan’da, Anaksagoras’la başlatılan ve sonrasında Platon’a geçen, varlığın birbirine indirgenemeyen iki ayrı tözden (madde ve “nous”) oluştuğunu savunan düalist görüşün Descartes’çı bir versiyonudur. Descartes, VI. Meditasyon’da kendisinin gerçekten bir zihin olduğunu ve bedeni varlıktan ayrıldıktan sonra da var olmaya devam edeceğini savunur. Descartes’a göre, biri mental diğeri fiziksel olmak üzere iki ayrı töz/cevher (substance) vardır ve ayırt edici özellikleri şöyledir: Res cogitans (ruhsal/düşünsel töz) uzayda yer kaplamaz yani uzamı yoktur (maddi değildir) ve “düşünen şey” anlamına gelir, öte yandan res extensa (uzamlı töz) maddi bir şeydir (fiziksel olarak uzayda yer kaplar) ve “uzamlı şey” anlamına gelmektedir.

Bugün zihin felsefesi literatüründe zihin-beden ikiciliği (mind-body dualism) adı verilen Kartezyen düalizmin sinema tarihinde daha çok bilimkurgu filmlerine sızan bir düşünce olduğunu görüyoruz. Zihnin bedenden ayrı (bedensiz) var olabileceği, bir şekilde bir beden değiştirme gerçekleşse bile bilincin/zihnin yeni bedene (ya da kısmen “yeni bedene” ya da “deforme olmuş bedene” ya da düpedüz “makineye/robota”) aynen taşınabileceğine dair teoriler başta Robocop, Terminator, Edge of Tomorrow, Moon, Solaris, Universal Soldiers, Cyborg, Hardware gibi sayısız bilimkurguda çeşitli versiyonlarıyla karşımıza çıkmıştı. Gaspar Noé ise yüzyıllardır tartışılan bu önemli meseleyi dramatik bir filme güçlü bir sinema diliyle aktarmakla kalmıyor, bulduğu basit ama dâhiyane bir çözümle müthiş bir biçim-içerik örtüşmesi de yakalıyor. Bence Vortex (2021) gelmiş geçmiş en yaratıcı Kartezyen düalizm filmlerinden biri. Şimdi bunu biraz açalım.

blankFilmde yaşlı bir çift var. Adam entelektüel bir sinema yazarı (eleştirmen), sinema ve rüya ilişkisi üzerine bir kitap çalışması yapıyor. Bu arada, Tarkovsky gibi birçok ustaya göre sinema zaten bir rüya/düş sanatıdır. Neyse devam edelim. Adam çok yaşlı ama zihni berrak, handiyse zehir gibi, arkadaşlarıyla konuşurken bunu net bir şekilde görüyoruz. Lakin adam kalp hastası. Kalbi daha önce de yoklamış. Yürüyünce nefes nefese kalıyor. Bedeni hasta ama zihni sağlam. Kadın ise bir bilim insanı, bir ruh hekimi (kendisine reçete yazabildiğini öğreniyoruz). Yıllarca ruhsal sorunlar yaşayan hastalarını tedavi etmiş olan bu psikiyatrist, şimdi kendisi zihinsel açıdan çok zor bir süreçten geçiyor, akli melekelerini yitirmeye başlayan kadın maalesef demans hastası, büyük ihtimalle Alzheimer. Aklı/zihni gidip geliyor. Yaşlı kadının unutkanlığı giderek tırmanıyor, sıkça şuur kaybı yaşıyor. Zihni hasta lakin bedeni sağlıklı, evde oradan oraya sürekli hareket hâlinde. Dışarı da çıkıyor. Üstelik o yaştaki bir insana göre hızlı yürüyor. Bugün en yaygın demans türü olarak bilinen Alzheimer’ın beyin hücrelerinin yok olmasına neden olan ilerleyici bir nörolojik hastalık olduğunu biliyoruz. Ama Descartes, İnsan (De homine) adlı eserinde ruhun beyindeki epifiz/pineal bezinde (üçüncü göz) yer aldığını düşündüğünü belirtiyordu, bunu unutmayalım (modern sinirbilim çalışmaları Descartes’ın “epifiz bezi savı” dahil birçok tezini çürüttü ya da fena hâlde sarstı ama bu yazıda o konulara girmeyeceğim, amacımız o değil). O yüzden ruh-beden düalizminin/ikiciliğinin Descartes’çı varyasyonu diyebileceğimiz zihin-beden ikiciliğinin beyin-kalp dikotomisi (ikileşim) üzerine kurulu olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Vortex bu dikotomi üzerine inşa ediliyor.

Dikkatinizi çekmiştir, her iki ana karakterin de mesleği zihin-beden ikiliği içermekte. Birisi düşlerin/rüyaların/hayallerin sanatla somutlaştırılması (sinema filmi) ve somutlaşmış hâlin düşünce üretimiyle (sinema eleştirisi) ilgili, diğeriyse ruhsal sorunların fiziksel etkileri, daha doğrusu davranış dinamikleri üzerindeki etkilerini inceleyen bir meslekten. Kadın, ruhsal sorunlar yaşayan hastalarını ilaçla tedavi edebilen bir hekim. Beyninde yaşadığı sorunlar günden güne artıyor ve şuur kaybı gözle görülür derecede artmışa benziyor. Açtığı ocağı unutan, dışarı çıktığında ne için çıktığını unutan, genelde neyi niye yaptığını hatırlamayan hasta bir insan bu. Ama yine de evi derleyip toplamaya, temizlemeye çalışan, dışarı çıkıp ev için alışveriş yapmak isteyen, dükkânları gezip birine (muhtemelen torununa) hediye almaya çalışan altın gibi bir yüreğe sahip bir kadın bu. Başkaları için çarpan bir yüreğe sahip olduğu belli.

blank

Açılışta bu çiftimizi klasik çekimlerle görüyoruz. Açı-karşı açı, geniş plan vs. Çiftimiz uyuyor (belki rüya görüyorlar) ve uyandıkları andan itibaren (belki hiç uyanmadılar ya da belki hiç uyumadılar) Gaspar Noé ekranı ikiye bölüyor. Ama Lux Æterna’da (2019) pek çalışmayan bir yöntem burada giderek kusursuz bir hâl alıp, öyküye farklı bir boyut katmayı başarıyor. Ekranlardan biri bir karakterin adım adım zihinsel çöküşüne, diğeri de diğer karakterin fiziksel çöküşüne eşanlı tanık kılıyor bizleri. Biri yüreğini, diğeri aklını yitiriyor anlayacağınız. Noé ekran bölme tekniğini, ele aldığı ikiciliği (zihin-beden) sinemasal açıdan somutlaştırmak için kullanmış oluyor, bence filmin biçimsel açıdan önemi burada. Yani hem iki insanın kendileri açısından hayatı ayrı ayrı gözlemlemiş oluyoruz hem de yapısı gereği birbirinden bağımsız olması gereken iki töz (zihin-beden), kendilerine ait bir kulvarda kendi devamlılıklarını yerine getirmiş oluyorlar. Bir olasılık da kadın ve erkeğin aslında -ontolojik anlamda- tek bir Kartezyen varlığı anlatmak için kullanılan bir tür bölünme olma ihtimali. Film direk bölünmüş ekranla başlamadı, hatırlarsanız, aynı dairenin/evin içinde birbirine bakan iki pencereden birbirine bakan bir çiftle başlıyordu. Bu, res cogitans (düşünen şey) ve res extensa (uzamlı şey) arasındaki ayrıksılığa işaret eden bir nevi metafor gibi tasarlanmış olabilir. Öyledir, öyle değildir bilmiyorum ama filmin sırf bu ihtimali düşündürmesi bile heyecan verici.

Öte yandan Noé sadece ihtiyar bir çiftin yavaş yavaş ölümüne bizi tanık kılmakla yetinmiyor, öyle olsa basit bir yaşlılığa ağıt öyküsü olurdu, daha başka bir şey yapıyor. Bu iki insanın neden öldüğünü kavradığımız an aslında o ana kadar niye yaşadıklarını öğreniyoruz, bence filme asıl derinliğini bu küçük detay katıyor. Ben filmi İstanbul Film Festivali kapsamında sinemada seyrettim. Film sırasında adamın niye o gün öldüğünü hemen anladım, o çok netti ama kadın niye o gün o şekilde öldü anlayamamıştım. Filmden çıkınca bunu düşündüm ve sonra duruma uyandım. Bence filmin asıl sürprizi burada. Kusura bakmayın, “adam-kadın” diyorum çünkü Noé bu iki ana karaktere isim vermemiş, niye vermediğini de birazdan söyleyeceğim. Neyse, adam şundan ölüyor: Arkadaşlarıyla bir buluşmaya gidiyor. O buluşmada daha önce telefon mesajlaşmalarından ve telefon konuşmalarından bir ilişki yaşadığını öğrendiğimiz kadın da var. Kadın bu şekilde bir ilişki istemediğini, (karısının durumu bu hâldeyken) bunu yanlış bulduğunu söyleyip ilişkiyi bitiriyor. Bu ilişkinin bitişi, adamın yorgun kalbine son darbeyi vuruyor ve biz o hasta kalbi yaşatan şeyin, adamın karısına duyduğu merhamet değil, diğer kadına (aşığına/sevgilisine/metresine) duyduğu “yasak” (gayrimeşru) aşk olduğunu anlıyoruz. Yüreğinin atmaya devam etmesini sağlayan şey ortadan kalktığı için adam o gece ölüyor çünkü bedeni artık yaşamaya değer bir şey kalmadığını anlıyor ve görevine son veriyor. Peki, kadın niye ölüyor?

blank

Kadının niye öldüğü daha örtük bir anlatımın içinde gizli. Adam vefat etmiş, kadın aynı evde tek başına yaşıyor ve bir gün yine amaçsızca dolanırken dairesinden çıkıyor ama yan komşusu onu evine geri dönmesi için ikna ederken ölümcül bir hata yapıyor. Kadına kocasının öldüğünü ve bir daha asla geri gelmeyeceğini söylüyor. Bu nokta önemli. Nasıl ki, adamın bedeni onu hayata bağlayan şeyin (varoluş nedeni) ortadan kalktığında iflas ettiyse, benzer bir şey kadının da başına geliyor, varlık nedeninin ortadan kalktığını öğrenen kadın bilinci açıkken günden güne gizli gizli biriktirdiği ilaçlardan yaptığı bir karışımla kendi hayatına ritüelvari bir şekilde son veriyor. İnançlı bir kadın olarak, intiharın Tanrı tarafından bağışlanmayacağını biliyor olmasına rağmen yine de bu yolu seçiyor çünkü zihni, yaşam enerjisini aldığı kaynağın kuruması nedeniyle “Benden buraya kadar” demiş oluyor. Çünkü bu dünyada artık ona çiçek alabilecek bir ruh kalmadığının bilincine varıyor.

Gaspar Noé zihin/ruh olmadan bedenin, beden olmadan zihnin/ruhun tek başına ayakta kalamayacağı, bunların bir şekilde birbirine bağlı ve muhtaç olduğu görüşünde gibi. Bu noktada Noé’nin Kartezyen düalizmin en büyük açmazı olan ve daha tartışma yeniyken Kraliçe Elisabeth ile Descartes mektuplaşmalarında bile kendini açık eden zihin-beden ilişkisinin çalışma mekanizmasına dair meşhur probleme kendince bir cevap verdiğini söyleyebiliriz. Ama bunu Nicholas Malebranche’ın Aranedenci/Vesileci (Occasionalisme) yöntemiyle yapmıyor. Noé’nin cevabı “Tanrı” değil, Noé’nin cevabı “aşk/sevgi” (love/amour). Love (Aşk, 2015) filminde de bunu anlatmıştı; beden-ötesi bir deneyimi anlatan Enter the Void’deki (2009) otelin adının “Aşk” olması da tesadüf değildi. Noé’ye göre zihin/ruh ve cisim/beden tözleri arasındaki bağlantıyı aşk/sevgi sağlıyor. Vortex, ötenaziyi ve intiharı kişisel bir hak olarak gördüğünü açıklayan Noé’nin her fırsatta en sevdiği filmler arasında saydığı Amour’a (2012) bir yanıtı gibi geliyor bana. Michael Haneke’nin filmi, bir insanın bir insana duyduğu sevginin sınırlarını yoklayan bir filmdi. Sanki Noé Vortex’te “Seven bir insan asla Amour’daki Georges’un yaptığını yapmaz” diyor gibi. Ben izlerken öyle düşündüm.

blank

Descartes felsefesindeki iki varlık alanı olan zihin (mens) ve beden/cisim (corpus) kavramlarına ilaveten Vortex’in özel olarak ilgilendiği bir diğer felsefi kavram da “psike/psyche/psykhe”. Bu kelimeyi genelde “Ruh” diye çeviriyoruz ama bu şekilde çevirmek ne derece doğru, emin değilim. Sanki psykhe’yi “nefs” diye Türkçeye çevirmek ya da “psike” şeklinde bırakmak daha doğru olur. Latincede anima-spiritus ayrımı, nefs-ruh ayrımıdır (Almancada Seele-Geist ayrımı gibi). Geist’ı Türkçe’ye tin diye çeviriyoruz, İngilizcede soul psykhe/nefs, spirit spiritus/ruh gibi düşünebiliriz. Yunanca bir kelime olan “Psykhe”nin Latincesi “Anima”. Aristoteles’in Peri Psykhês/De Anima (bizde “Ruh Üzerine” adıyla çevrilmişti) adlı çalışmasından Sokrates-öncesi tüm doğa araştırmacılarının psykhe kavramını ya “hareket/kinesis” ya da “duyum/aisthesis” ilkesi olarak ele aldıklarını öğreniyoruz. Anaksimenes’ten itibaren “psykhe”, bedeni bir arada tutan bir ilke olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bence Gaspar Noé de “psyche”yi bir tür hareket ilkesi olarak benimsiyor. Kadın bir psikiyatrist ve hepinizin bildiği üzere bu sözcük adını “psike” sözcüğünden alıyor (“ruh hekimi” şeklinde çeviriyoruz). Adamın sinema ve rüyalar arasındaki ilişkiye odaklanan kitap taslağının adı “Psyche”. Bu adın “Psyche/Psike” olması elbette tesadüf değil. Eğer dikkatli bakarsanız, filmin finalinde, yerde, çöpe atılacak olan yığının içinde adamın Psyche adını vermeyi düşündüğü kitabının taslağının yer aldığı dosyayı görüyorsunuz. Yani hareket ilkesi psike/psyche/psykhe, hareketin son bulmasıyla yok olup gidiyor. Bilin bakalım, Climax’te (2018) içkiye kattığı LSD’yle tüm partiyi korkunç bir kaosa sürükleyen ve insanların ölmesine yol açan kişinin adı neydi? Evet, “Psyche”. Peki, bu sizce tesadüf mü? Tabii ki değil. Gaspar Noé incelemelerine Climax yazısıyla devam edeceğiz…

Ha, bu arada, Descartes gezegensel yörüngelerin, çarpışmalardan kaynaklanan maddenin girdapları olduğu bir sisteme dayanarak, evrenin işleyişine kendince bir açıklama getirmeye çalışmış ve kozmolojisinin işleyişini tesis eden bu temel teoriye de “Vortex/Vorteks” adını vermişti.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKÇA

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Batının Doğudaki Günahı: Kingdom of Heaven (2005)

Haçlı Seferlerinden birine komuta eden “Aslan Yürekli” Rişar ile Kudüs’ü
blank

Viy / Spirit of Evil (1967)

Yetenekli Rus sinemacıların, Sovyetler Birliği döneminde elinden çıkan tek korku