The Brutalist (2024), seyirciyi kendi dehlizlerine çeken, ana karakterinin ruh durumu ile kalbinizin bir nevi izometri yakalamasını sağlayan bir film. Adrien Brody birçok sahnede devleşiyor.
Sinemadaki büyüme hikâyeleri daha çok diyaloğa dayalıdır ama Close öyle değil. Filmde bir sürü iyi düşünülmüş, duyguları açığa çıkaran ve farklı anlamlara alan açan sahne var.
“Sisu, Fince bir kelimedir. Çeviride tam karşılığı yoktur. Durdurulamaz yiğitlik ve sarsılmaz azim anlamına gelir. Artık umut kalmayınca Sisu kendini gösterir.”
Kör Noktada merak duygusunu sürekli diri tutan, anlatımı dinamik, ritmi yüksek bir film. Michael Haneke’nin Cache ve Francis Ford Coppola’nın The Conversation filmlerini anımsatan bir muamma anlatısı var.
Andrey Tarkovski insanın anlam arayışına ortak olan filmleri, “hakiki filmler” olarak adlandırıyordu. Pablo Vierci’nin aynı adlı kitabından uyarlanan Kar Kardeşliği, bu bağlamda hakiki bir film, hem de en hakikisinden. İzlemenizi tavsiye ederim.
Uno (2004), bir hikayeyi başarılı bir biçimde işleyen ve klasiklerle beraber okunduğunda zevkli bir beyin jimnastiğine dönüşen küçük ve güzel bir film.
Yönetmenliğini ve senaristliğini Önder Esmer’in, yapımcılığını ise Matthias Kyska’nın yaptığı Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar (2023), Türk Sinemateki’ni ve kurucularından Onat Kutlar’ı anlatan bir belgesel.
Depresyon gibi son derece tehlikeli bir mental rahatsızlığı, ajitasyondan kaçınarak gerçekçi bir şekilde ele alan Güvenli Bir Yer, “Ateş düştüğü yeri yakar” deyiminin film formunu almış hâline benziyor.
Ticks, bir klasik olmaktan tabii ki fersah fersah uzak ama bütün saçmalıklarını kucaklayarak izleyebilenler için çok ama çok eğlenceli bir geceyarısı filmi.
Çeşitli sıkıntıları olmakla beraber Silent Night, John Woo’nun sinemanın köklerine dönüş çabasını simgeleyen, âdeta yüreğini ortaya koyduğu, ruhunu masaya sürdüğü kıymetli bir film.
New York’un birçok bilindik silueti, Manhattan’ın (1979) açılışından kapanışına kadar öyküye eşlik etmekle kalmaz, farklı ruh hâllerini yansıtmaya da bir nevi aracılık eder.
Alexander Payne’in The Holdovers’ı yokluk hissinin insanlar üzerindeki yıpratıcı ve yıkıcı etkilerine odaklanan bir drama. Farklı tarzlarda çeşitli yoksunluklar yaşayan üç insanın dramını izliyoruz.
Aşağı yukarı 20 yıl sonra Lawrence Kasdan’ın Silverado’sunu (1985) tekrar seyrettim, gene beğendim. Silverado, klasik western sinemasıyla revizyonist westernler arasında bir nevi geçiş sineması özellikleri taşıyor.
Tornatore’nin belgeseli Ennio (2021), insanı duygudan duyguya sürükleyen, sanatçının itirafları ve özeleştirileriyle zenginleşen, birinci sınıf bir belgesel.
David Fincher’ın son filmi The Killer (2023) öyle ahım şahım bir senaryoya sahip değil, oyunculuklarda da pek bir numara yok ama filmin montaj, ses ve görüntü çalışması sayesinde bariz bir şekilde sınıf atladığını düşünüyorum. Bu kritiği sırf bu yüzden yazdım.
Hayao Miyazaki tuhaf düşler görüyor olmalı, hepimiz görürüz ancak bu usta sinemacının bizlerden farkı o düşleri bitmek bilmez bir inatla çizip filme dönüştürüyor olması. Çocuk ve Balıkçıl’da da ustanın gördüğü düşlere, o düşlerin beslendiği çocukluk anılarına şahitlik ediyoruz.
Yüzbaşı Volkonogov Kaçtı (2021), bariz tarafgir ve komünizm nefreti baskın, bu besbelli. Ama tüm bunlar, kara mizaha da yakın duran filmin görece yaratıcı, hayli rahatsız edici ve çokça dikkat çekici olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Judy Blume Forever (2023), günümüzde bile süren sansür baskılarıyla karşılaşan Judy Blume'un yaşamını, okuyucularının gönüllerinde yer edinişini ve onlarla olan eşsiz iletişimini, asıl olarak da baskı ve yasaklamaların üzerinden gelme savaşını anlatan bir belgesel.
Son yıllarda karakterleri konusunda bu kadar kafası karışık bir ikinci film izledim mi, inanın bana, hatırlamıyorum. Do Not Disturb, önce güzel ve umut verici denizlere açılmış, sonra maalesef karaya oturmuş bir film, tıpkı Ayzek gibi.
Korku klasiklerinin belki de en önemlilerinden birinin gölgesinde bile rahatlıkla ezilen The Exorcist: Believer, sadece orijinal filmin isminden faydalanarak prim yapmaya çalışan, herhangi bir yaratıcılıktan yoksun, zayıf bir film.
Dönüş, SSCB’nin dağılmasının ardından ülkenin yaşadığı sosyo-ekonomik, kültürel değişim ve iktidar ilişkilerini, birbirlerinden farklı ama iç içe geçmiş üç baba-oğul ilişkisi ve üç dönüş hikayesi üzerinden anlatıyor.