Her yazımda mutlaka bahsederim, icadından bu yana 100 yıldan fazla süre geçmiş ve kitlenin bağrına bastığı bir sanat/eğlence formu olan sinemada yeni bir şeyler denemek zor, imkansız değil ama zor! Söz konusu olan bir tür filmiyse zorluk derecesi yükseliyor. Bu hafta gösterime giren Katliam Günü (The Windmill Massacre) filminin de duvarları yıkmak, aşmak gibi bir amacı yok. Keşke yönetmeninin, Amsterdam, günah şehri, yel değirmeni gibi bazı “turistik” anahtar kelimeler üzerinden üretilmiş gibi duran ama hiç fena olmayan senaryosunu altlık yapıp şiddet seviyesi yüksek katliam sahnelerine spot tutmaktan başka bir derdi olsaydı. Katliam Günü, türü aşmak şöyle dursun, duvarın dibine kilim açıp piknik yapan filmlerden biri sadece.
Olayımız ne; bir grup turist ki girişte bu arkadaşların gayet sıradan tipler olduğunu düşünüyoruz, hep birlikte bir tura çıkıyor, o arada küçük tanışmalar-kaynaşmalar yaşanıyor. Akabinde tur otobüsü bozulduktan sonra bir yel değirmenine sığınıyorlar ve orada anlıyoruz ki her biri geçmişinde “hesaplaşılmamış” ve affedilemeyecek günahlar barındıran zavallı ruhlarmış. İşte bu noktada 80’ler slasherlarından çıkıp gelmiş olan kötücül karakterimiz devreye giriyor ve her günahkâr için ayrı bir günah çıkarma seansı düzenliyor. Filmin kötüsü, size günahınızı yeniden yaşayacağınız bir vizyon yaratıyor ve o günahın bedelini uygun şekilde ödetiyor. Göze göz, dişe diş, kalın bağırsaka kalın bağırsak…
Elbette burada “teşekkürler Peder” diyebileceğiniz bir durum yok çünkü bu arınma seansından sonra günahkârdan geriye pek bir şey kalmıyor. Az önce de yazdığım gibi filmin asıl seyirlik yerleri de bu kısımlar ama hepsinde aynı başarım yok. Kalp cerrahının katledilişi tam bir gore festivaline dönüşürken diş macunu modeli kızımızın başına gelenleri izlemek sıkıntı veriyor. (sakın bunları izlemekten zevk alıyor musunuz diye sorup bana 10 sayfalık bir “neden korku filmi izliyoruz” yazısı yazdırmayın!)
Katliam Günü, çok sevdiğim Nazi korkusu Frankenstein’s Army’nin yapımcısı da olan Hollandalı sinemacı Nick Jongerius’un ilk uzun metrajı. Yönetmenin Amsterdam’ın ününe bir itirazı yok ve bunu pek turistik bir amaçla kullanmadığı da ortada ama Katliam Günü, Hostel ya da Turistas kadar turist düşmanı bir film değil. Amaç etkileyici birkaç katliam sekansı ile filmin şiddet seviyesini yukarda tutarak dünya çapındaki fantastik film festivallerini dolanmak gibi görünüyor. Biraz gecikmiş bir şekilde yaz vizyonuna girdiğine göre de yapımcı amacına ulaşmış demektir. Filmin, Rondo Hatton Klasik Korku Ödülleri organizasyonunda “en iyi bağımsız film” dalında bir adaylığı var.
Ama işte sıkıntı da yine burada… İlk katliam sekansına kadar ne olup bitiyor diye merak ederken bundan sonrasında sadece, “bir sonrakinin günahı ne ve bakalım onun ölümü ne şekilde olacak” meselesinden ibaret bir seyirliğe dönüşüyor. Yönetmenin unuttuğu, tüm o eski iyi korku filmlerinin gerçek bir hikayesi vardır! Otursun bir kez daha Halloween, Elm Sokağı, 13. Cuma falan izlesin.
Uzun lafın kısası; Katliam günü ortalama bir film, türün meraklısı seyircilere hikâye tarafında bir ödül yok ama onlar şiddet sekanslarını seveceklerdir. Geri kalanı için de sıcak yaz gününde klimalı bir salonda film izleme keyfi yaşatabilir. Genç sevgililer birlikte izlediklerinde, erkek tarafına sevdiceğinin elini tutup onu sakinleştirme fırsatı yaratabilecek birkaç sekans mevcut. Nihayetinde, CGI efektlerle dolu bir film değil, hepsi aynı kalitede olmasa da el emeği göz nuru plastik makyajlar ve bol bol iç organ göreceksiniz. Filmin başka da bir önemi yok. İyi seyirler…