Erkekler zor büyür. Yaşı kaç olursa olsun, Playstation görünce ¨hadi oynayalım!¨ demeyecek bir tanesini bulmanız zordur. Bazıları hiç büyümez, büyümek istemezler. Onlara sorarsanız; ¨hayallerimizi satmadık, bisikleti büyüttük sadece¨ derler ve bu yüzden, eve kurdelasıyla gelen Pinokyo (Belde) bisiklete binen çocuklar gibi, hava atarak binerler motorlarına ama şunu bilecek kadar da kurnaz büyümüşlerdir; kadınlar motora binen erkeklere bayılırlar! En azından bazıları..
Kaybedenler Kulübü Yolda, motora binen ve büyümek konusunda sıkıntılar yaşayan adamlarla, onlara kapılıp giden kadınların hikayesi… Aslına bakarsanız filmde hikayeden yana bir şey yok. Senaryo, Kaybedenler Kulübü’nün kurucu üyeleri Kaan (Nejat İşler) ve Mete’yi (Yiğit Özşener) aşağıda (güneyde) bir yerlerde yakalıyor. Uzun sıcak bir yazla birlikte biten bir tatilin sonunda, sahilden takıla takıla İstanbul’a dönme telaşında (telaştan yana da pek bir şey yok aslında) olan iki kafadara, karizmalarının gizemini çözmeyi kafasına koymuş, abayı da Kaan’a yakmış olan genç-güzel bir kadın, Sevda (Hande Doğandemir) ekleniyor ve macera başlıyor. Maceradan ziyade bu bir yol tribi. 25 yıllık motosiklet sevdalısı olarak yazıyorum; motor işi biraz böyledir. Araba gibi değildir motosiklet, bir yere götürmez, yolda tutar. Araba en kısa rotadan en konforlu şekilde ulaşma vasıtasıdır. Motor ise yolu uzatma bahanesi…
Kaybedenler Kulübü Yolda da öyle yapıyor, filmin derdi giriş-gelişme-sonuç düzleminde hikayeyi bir yerden alıp bir yerde bırakmak değil, bizi yola çıkarmak ve bunun iyi bir şey olduğuna ikna etmek. Bu anlamda ne çekseler seyredilir elbet ama filmi alıp yerden yere vurmak isteyenleri ikna etmek için atılan yemler var. İyi işlenmemiş bir Mete’nin alkol sorunu, Kaan özelinde iyi işlenmiş bir ¨ihtiyarlara yer yok¨ farkındalığı… İlk filmde düzenden kaçan Kaan’ın, düzen kurmaya gönüllü olduğu anda biriktirdiği şeylerin bir kadına yetmeyeceğini anlayıp dağılması da finalin hediyesi oluyor. Kaybedenler Kulübü Yolda, ilk filmdeki gibi yiyip-içip sevişmekten ibaret bir hayat yaşayan kahramanlarına övgüler dizmek yerine hayatı, seçim yapmalarına mecbur bırakacak şekilde önlerine getiriyor. Bir devam filmi için doğru rota.
Peki, senaryo bunu yaparken o eski moda cinsiyetçi bakış açısından kurtulabilmiş mil? Hayır, motorun gidonuna yapışanlar yine erkek eli. Kadınlar ise o serserilere sıkıca sarılıp memelerini yapıştırarak güçlü hissettiren artçı karakterler. Oysa hayat motora binmekten ibaret değil.
Film bu kadınlardan birini kurtarıcı (Mete’nin sevgilisi Heather), diğerini ise zalim ilan ederek bitiyor. Mete’nin adını koymaktan hep kaçtığı sürekli ilişkisi, onu yaşayacağı zorlu sınavda destekleyen yegane şey olacak. Kaan, kendisi de sıkı içtiğinden Mete’ye lanet okumaktan fazlasını yapamıyor ama kadınlar her şeyi düşünür. Doktorlar, hastaneler, tedaviler… Kaybedenler Kulübü evrenindeki ideal kadın Mete’nin sevgilisi olarak sunuluyor. Çağırıldığında gelen, sorgulamayan, erkek düştüğünde kaldırmaya çabalayan güzel kadın. Kanatsız ve dırdırsız bir melek… Filmdeki erkek çocukları ise ağaçtan düştüğünde bisikletine atlayıp kaçarken ağlar gibi yine hep mağdur ve masumlar. Ağaçları deviren baltalar gibi kendi aldıkları darbelere üzülüyorlar. Ne diyelim; onca romantik komedi kadınlar için çekilirken, bırakın bir de böyle testosteron sağanağımız olsun!
İyi bir filmde hikayenin gidişine ya da finaline etki etmeyen planlar yoktur ya da azdır. Oysa Kaybedenler Kulübü Yolda’nın hikayeye hizmet etmeyen sekanslarını atsak elimizde 15 dakikalık seyir malzemesi kalıyor. Filmin İstanbul’a bağlanma çabaları, 6:45 Yayınevi ve oradaki iki düşman kardeş olan Alper (Sarp Akkaya) ve Murat (Rıza Kocaoğlu) üzerinden yapılıyor. Bu sekansların üstlendikleri mizah yükünü taşıyabildikleri söylenemez. Arada gözüken Murat Menteş, Tuna Kiremitçi gibi isimler bilet sattırır mı bilinmez ancak izlerken en sıkıldığım yerler bu atışma sekansları oldu. Radyo günlerine dönüldüğünde bir masal gibi anlatılan Çiçek Mustafa’nın hikayesi ise filmin görsel açıdan en etkileyici kısmı… Kaan’ın dramına finalde ustaca eklemlenen bu hikayeyi çok sevdim.
Kaybedenler Kulübü Yolda özel bir iş… Çoğu eleştirmenin burun kıvırıp hata aramalara doymayacağı (ve bir sürü de bulacağı) bir film ama Kadıköy sokakları, rock müzik, motor patırtısı ve asfalt kokusu size herkese olduğundan farklı hisler taşıyorsa fena özdeşlikler yakalayabilirsiniz. Film beni de buradan yakaladı ve tavladı. Filme eşlik eden score etkileyici, drone görüntüleri havalı ama yönetmen Mehmet Ada Öztekin en güzel görselleri kullanacağım havasını atmamış, kamera çoğunlukla gerekli yerlerde duruyor.
İlk filmin yönetmeni Tolga Örnek de Devrim Arabaları üzerinden yapılan bir şakayla anılıyor. İlk filmdeki kadar güçlü bir soundtrack yok ama Nur Yoldaş’ın sesinden Mihrimah’ı duymak iyi geldi. Bu parçanın bestecisi olan, ansızın terk ettiği eşi Ergüder Yoldaş’ın, aşkı yüzünden Büyükada’da inzivaya çekilmesine yol açan hikayesini de bilince insan… Şarkı seçimi oldukça manidar. Zaten devam filminin çığlığı da bu; ancak en masum olduğu anda öldürülebilir bir erkek…
Son söz; amaçsızca yola çıkmak iyidir çünkü amaç sadece yolda olmaksa hayat netleşir ve hafifler. Hiç değilse biraz hafiflemek için seyredin derim. İyi seyirler…
murattolga@otekisinema.com