Killers of The Flower Moon / Dolunay Katilleri (2023)

27 Ekim 2023

Killers of the Flower Moon / Dolunay Katilleri, David Grann’ın 2017 tarihli Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu adlı kitabından Eric Roth ve Martin Scorsese tarafından uyarlanan tarihî bir suç draması. The Last Temptation of Christ (1988) ve Kundun (1997) ile birlikte Scorsese’nin belirli siyasi ve ekonomik güç odaklarını karşısına almaya cesaret ettiği ciddi bir film. Scorsese Cannes Film Festivali’ndeki basın toplantısında, “Bu bir ‘kim yaptı/whodunit?’ filmi değil, ‘kim yapmadı/who-didn’t-do-it?’ filmi” şeklinde çok tartışılan bir yorumda bulundu. Dolunay Katilleri, verdiği röportajlarda “O insanları biz öldürdük” deme yürekliliği gösteren Scorsese’nin, katilleri (Ku Klux Klan, Mason locası, açgözlü yerel kodamanlar ve idareciler ile onlara çanak tutan kanun kuvveti, petrol şirketleri, ırkçılar, handiyse tüm beyazlar!) doğrudan (Osage cinayetlerini anlatan radyo programında da bizzat oynuyor) işaret ve ifşa ettiği önemli bir film.

Dolunay Katilleri’nde Scorsese’nin alametifarikası olarak nitelendirebileceğimiz ustaya has gösterişli sinema dili yok, bundan özellikle kaçınmış. İki-üç sahne hariç (sigorta parası için arazinin yakıldığı sahne ve finaldeki ritüel gibi), dramatik kamera hareketi yok. Halbuki kaçak içki üretim yerinden mahkeme sahnesine, dinamitle infilak ettirilen evden soygun sahnesine, düğün sahnesinden gece kulübü sahnesine, masum yerlilerin infazından festival kortejine kadar Scorsese sinemasındaki stilize anlatımın vücut bulma potansiyeli taşıdığı çok sayıda sahne var, ancak yönetmen sade bir anlatıyı yeğlemiş, bunun temel sebebi, filmi, ikna etmek için uzun süre çabaladığı Osage yerlilerinin felsefesine uygun olarak, onlara yakışır şekilde anlatmak istemesi. Scorsese film boyunca gerçekçi, dingin, doğayla bütünleşik bir anlatımda karar kılmış, Robbie Robertson’ın etnik tınılarla zenginleşen duru müzikleri de bu atmosferi başarıyla destekliyor.

blank

Scorsese arşiv hissi veren sahneler gibi birkaç bölüm hariç, 2.39:1 kadraj ölçüsünde anamorfik lensi tercih etmiş, geniş plan görüntülerinin yumuşak bir his vermesinin sebebi bu. Renk paleti de çok özenli bir şekilde seçilmiş. Gördüğüm kadarıyla, daha çok Osage’ların gündelik kullanımdaki battaniyelerindeki pastel renklerden oluşan bir renk demeti var, Osage bölgesindeki tüm sahnelerde (kapalı mekân sahneleri dahil) hüzünlü hatıraları hatırlatan bu sepya tonlar (bilhassa toprak rengi) hâkim. Öte yandan, bol demir parmaklıklı tutukevi sahnesi ya da Ernest’in Kral’ın adamları tarafından kafakola alındığı ev sahnesinde daha keskin kontrastlar içeren bambaşka bir renk paletinin tercih edildiğini görüyoruz.

Filmdeki cinayetler de stilize olmaktan uzak, belli ki Scorsese kendinin ya da görüntü yönetmeni Prieto’nun öne çıkmasını istememiş. Ben bunu biraz da hayatını kaybeden masum ve mazlum insanlara gösterdiği bir saygı duruşu olarak yorumluyorum çünkü bu film bir kurmaca değil, gerçekten yaşanmış olaylara dayanıyor. Soğukkanlı bir şekilde katledilenlerin, kendi paraları üzerinde bile tasarruf sahibi olamayanların, mal-mülk içinde bile itilip kakılanların, hukuki bir çıkış yolu bile tanınmayanların, bir dönem yaşamış, kanlı canlı insanlar olduğunu bilmek insanın yüreğini yakıyor. Kitapta 1907 ila 1923 arasında hayatını kaybeden 605 Osage mensubunun ortalama ölüm yaşının 38 olduğu yazıyor (1907 sonrası doğumlular bu kayda dahil değilmiş). Bunlardan en az 200 tanesinin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Dolunay Katilleri silahlı saldırı, bilerek yanlış tedavi, zehirlenme, intihar veya kaza süsü verilen cinayetler, bombalama gibi yöntemlerle bir şekilde ortadan kaldırılan, ardından doğru düzgün bir soruşturma bile yapılmadan dosyaları kapatılan yüzlerce Osage’ın sadece birkaç tanesinin hayatına odaklanmayı tercih ediyor. Bu hâliyle bile hunharca işlenmiş çok sayıda cinayete şahit oluyoruz. Bu cinayetleri hem çok kısa tutuyor hem de abartıdan uzak, gerçekçi bir şekilde resmetmeyi seçiyor yönetmen. Bunu yapmak için eline geçen onca fırsata rağmen ağdalı, dramatik anlardan bilinçli bir şekilde kaçınıyor. Ve bu şekilde film âdeta Mollie’nin karakterine bürünüyor. Onun sükûnetle taçlandırdığı tavır ve tutumlarına benzer bir tarzda karar kılıyor Scorsese. 3 saat 26 dakikalık filmde büyük patlama anları, hüngür hüngür ağlanacak sahneler ya da dev katharsisler yok. Osage yerlilerinin ince ince kıyıma uğratılması gibi, Scorsese öyküsünün mütevazı dramatik çatısını sessizce inşa ediyor, üstelik bunun seyir deneyimini giderek güçleştireceğini bile bile.

blank

Martin Scorsese’nin projeye başladıktan sonra öykünün ana odağını FBI soruşturması ve bunu yürüten Tom White yerine Burkhart ailesine alması uyarlandığı kitaptan en çok ayrıştığı nokta. Senaryonun ilk hâli, seri cinayet soruşturması şeklindeymiş ve Leonardo DiCaprio filmde Jesse Plemons’ın canlandırdığı Tom White’ı oynayacakmış. Scorsese (ve DiCaprio) bir aile draması üzerinden Osage’ların dramını yansıtmanın daha doğru olacağını düşününce DiCaprio Ernest’i oynamış, böylece Mollie Burkhart ve ailesi öykünün merkezine çekilmiş. Bence bu, filme birkaç ay sonra En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar adaylığı kazandıracak bir dizi güçlü hamlenin ilki. İkinci hamle ise Ernest karakterinin çok boyutluluğu…

Film boyunca her yaptığıyla devasa bir çelişki yumağı oluşturan Ernest karakteri klasik bir film kahramanı değil, anti-kahraman da değil. Ernest’in bir zaafını fark etmezseniz filmden aldığınız haz otomatikman düşüyor çünkü çevirdiği dümenlerin ne gibi korkunç sonuçlar doğuracağının ayırdında bile olmayan bu adam her yeni eylemiyle sizi çileden çıkarabiliyor (bu açıdan, DiCaprio’nun bugüne kadar oynadığı en cüretkâr, en tehlikeli rol diyebilirim). Ernest Burkhart ortalama zekânın biraz altında biri, halk arasında böyle insanlara “alık” ya da “saf” denir. Genel olarak iyiyle kötüyü ayırt etme beceresinden yoksun, manipüle edilmeye çok yatkın biri, bu nedenle de her an her şeyi yapma potansiyeli taşıyor.

blank

Kitapla film birçok yönden ayrışıyor; kitap Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki bir tarihte başlıyor (1912), olayların geçtiği dönemde Ernest Burkhart 28 yaşında, bir değil, iki erkek kardeşi var falan. Kitapta Ernest zaten Fairfax’te yaşıyor. Film çok akıllıca birkaç hamle yaparak Ernest’in hafiften akıldane olma ihtimaline yeşil ışık yakıyor. İlk olarak, onu Birinci Dünya Savaşı’nda orduda görev almış, askerden daha yeni gelmiş biri olarak bize tanıtıyor. Yani bedenen sağlıklı olduğu yüzde 100. Mental olarak da kabul edilebilir seviyede olduğunu buradan anlıyoruz. Yalnız Ernest askerliğini aşçı olarak (yemekhanede patates, soğan doğramakla görevlendirildiğine eminim) yapmış, muharebe görmemiş, burada ilk ipucunu bize veriyor senaristler. Daha ilk konuşmasından itibaren Ernest’in kavrama güçlüğü çektiğini, muhakeme yeteneğinin de biraz zayıf olduğunu hissediyoruz. Dayısı William Hale ile olan her diyaloğunda, kendi başına aldığı kararlarla önceden belirlenmiş bir eyleme yeni bir yön verdiği her durumda (tetikçi olarak kullanacakları kanun kaçağına bilerek arabasını çaldırmasında olduğu gibi) bu his katmerlenerek artıyor. Ernest’in zihinsel kapasitesinden kaynaklanan saf, temiz bir yönü var ama arkadaşları, dayısı ya da ağabeyi tarafından çabucak kötü bir eyleme yönlendirilebilir biri. Daha filmin başında onu bir soygun yapıp, ardından soygundan elde ettiklerini aynı gece kumar masasında yitirirken görüyoruz, üstelik bunlar yaşandıktan sonra en ufak bir pişmanlığı yok, hâline bakılırsa gayet mutlu ve neşeli. İçki, kumar ve kadın düşkünlüğü var, ayrıca suça meyilli. Bunlarla beraber savaş sırasında geri hizmette kullanılma sebepleri biraz gün ışığına çıkıyor gibi. Eğer Ernest’in zihinsel kapasitesini ve kötülüğe meyletme potansiyelini gözden kaçırırsanız daha sonra yapacağı eylemler size saç baş yoldurabilir, baştan uyarayım.

Ernest’in karşısında sömürgeci kapitalizmin, ırkçılığın, ikiyüzlülüğün ve açgözlülüğün âdeta ete kemiğe bürünmüş hâli olan William “Kral” Hale var. Kitapta William Hale 45 yaşlarında, filmde en iyi ihtimalle 60 yaşında. Bu karakteri 80 yaşındaki Robert De Niro’nun canlandırdığını düşününce acaba çok mu yaşlı kalmış diye düşünebilirsiniz ama bu karakter çalışıyor. Hatta “Ne demeye bu kadar hırsı var?” sorusunu sordurtması açısından De Niro’nun ilerlemiş yaşının, canlandırdığı karaktere bir derinlik kattığını bile öne sürebiliriz. William Hale çevresindeki hemen herkesi kontrol edebilen veya en azından manipüle edebilen şeytani bir zekâya sahip. Şerif, yargıç, doktorlar, kasabanın neredeyse tüm ileri gelenleri, hatta kasabanın suçluları bile Hale’in başını çektiği karanlık bir organizasyonun, bir suç şebekesinin üyeleri gibi hareket ediyorlar. Hale tek başına ABD tarihinin karanlık geçmişini simgeliyor.

blank

Ama filmin merkezinde olmasa bile kalbinde Lily Gladstone’nun abartısız ama muhteşem oyunuyla öne çıkan Mollie Burkhart var. Mollie masumiyeti, güzelliği, sadeliği ve sükûnetiyle Amerika topraklarının kadim değerlerini simgeliyor. Sömürgeciliğin, vahşi kapitalizmin ve ırkçılığın neden olduğu yüzlerce yıllık yıkımın tüm mağdurlarının acısı âdeta Mollie’de cisimleşiyor. Mollie’nin soylu sessizliği, duygularını ve düşüncelerini kendine saklayışı (ve hatta mezar taşında yazanlar) insanı derinden etkiliyor. Ernest korkunç suçlarını itiraf ettiğinde dahi Mollie’de bir aşırılık eğilimi görmüyoruz. Mollie bu dingin ve bilge hâliyle filmin tonunu da belirliyor. Scorsese onun acısının, sessiz çığlıklarının ve dile getirilmemiş düşüncelerinin yarattığı boşlukları bizim doldurmamızı istiyor.

Dolunay Katilleri (Killers of the Flower Moon), ABD’nin karanlık bir dönemine ışık tutan, dürüst ve onurlu bir film. Martin Scorsese her türlü süsten ve gösterişten uzak, duru ve dingin bir anlatım yeğlediği için ve Leonardo DiCaprio’nun aptallık derecesinde saf karakteri Ernest Burkhart özdeşleşmeye izin vermeyen kriminal bir tipleme olarak çizildiği için seyri yer yer yorucu olabiliyor. Peş peşe işlenen suçlar bir noktadan sonra boğucu hâle geliyor ama izlediğimiz tüyler ürpertici olayların (ve çok daha fazlasının), gerçek hayatta, tek suçu belli bir bölgede yaşamak olan bir kabilenin başına geldiğini bildiğinizde nutkunuz tutuluyor. Ve film tam her şey çözüldü derken, finalde bir anti-katharsis bahşediyor. Son dakikalarında duyduklarınız nedeniyle size “Bu kadar da olmaz!” dedirten filmden çıkıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz bütün haberlerde başka bir halkın toprağına bir şekilde çökmüş insanlar, milyonlarca insana binlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk etmeleri için birkaç gün mühlet verip, gitmeyenleri de komple imha etmek için gerekirse hastane bombalayacak kadar ileri gitmişler. Martin Scorsese insanı anlatmaya devam ediyor, insan yaşamının etik boyutu olmadan herhangi bir anlam taşımadığının da altını çizmeyi unutmayarak…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Çok güzel bir yazı olmuş elinize emeğinize sağlık.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Rosemary’s Baby / Rosemary’nin Bebeği (1968)

Rosemary's Baby, sürrealist öğeler barındıran rüya sahneleri ve gerilimi bir
blank

Post-Modern Şeytan Çıkarma: The Cleansing Hour (2019)

Damien LeVeck’in yönettiği the Cleansing Hour, giderek artan şeytan çıkarma