Bugün bazı sinemacılar Merian C. Cooper için hep aynı sıfatı kullanıyor 0 gerçek Indiana Jones idi. Cooper’ın serüven ruhunu ateşleyen şey, 6 yaşındayken okuduğu bir kitaptı. 1861 yılında P.B. Dun Chaillu tarafından yazılan “Adventures of Equatorial Africa” adlı bu kitap, Afrika’daki keşif gezileri ve goril avları sırasında yaşanmış inanılmaz olaylar hakkındaydı ve Cooper’ın goril merakı da böyle başlamıştı. Kitabı bitirdiğinde kafasında sadece kaşif olmak vardı. Bu keşfetme duygusu Cooper’ı hayatı boyunca terketmedi. Havacılığa merak saldı. (King Kong’a saldıran uçakların pilotlarından birini kendisi canlandıracaktı. Rol arkadaşı da iş ortağı Ernest B. Schoedsack idi.)
Birincisinde faal olmak üzere her iki dünya savaşına da katıldı. Bu mücadeleci ruhu nedeniyle yıllar sonra “Asıl King Kong benim” bile diyecekti. Kafa dengi meslektaşı ve kankası Schoedsack ile, dökümanter sinemaya merak salan Cooper, özellikle Afrika ve Asya’da çektiği belgesellerle ürün en ilgi çekici birkaç örneğine imza attı. Özellikle Grass ve Chang efsanevi başyapıtının temellerini de atan anahtar sahnelere sahipti. Ama Cooper’ın kafasında hep aynı imge dönmekteydi: Komodo adasındaki ejderlerle dövüşen dev goril!
Stüdyoları kapı kapı dolaşıp King Kong projesi olarak sunduğu şey de temelde bu Fikre dayanıyordu ve kabul ettirebilmesi için hikayenin üzerinde oynaması, Dun Chaillu’nun kitabına geri dönmesi ve serüven ruhunu öne çıkarması gerekmişti.“Dünyanın Sekizinci Harikası” olarak tanıtılan King Kong, dönemin yılgın seyircileri için büyük bir sürprizdi. Hikayesi yavaş yavaş açılıyor ve giderek genişliyordu. Canavar ürkütücü olduğu kadar dokunaklıydı da. Daha da önemlisi, seyirciler, ilk kez perdedeki görüntüyle eşzamanlı akan, organik uyumlu bir müzik çalışmasına şahit oluyordu. Max Steiner’ın çalışması, bugün çağdaş Film müziğinin öncüsü sayılıyor. Sadece bu değil; bugün kulağa cok ham gelse de (ama asla ilkel değil!) Murray Spivack’ın ses kurgusu çalışması da Steiner’ın öncülüğünü destekler nitelikteydi. Dönemin tüm görsel ve işitsel imkanlarının en karmaşık yöntemlerle uygulandığı King Kong da kullanılan teknikler, bugün hâlâ çağdaş canlandırma sanatçıları tarafından tahlil ediliyor, örnek alınıyor. Film, zaman içinde çoğu kez öncü sıfatını gölgeleyen diğer canavar Filmleriyle karıştırılmak gibi bir hataya kurban gitse de. Fantastik sinema, hala, King Kong’un seyircilerinde uyandırdığı, resimli masal kitaplarına özgü o benzersiz hayret duygusunu yeniden yaratabilmenin yollarını arıyor. İste o yolculuğun durak noktaları: Sinema tarihçileri ve akademisyenler, sonradan klasikler üzerine derin okumalara girişmekten ve onları eğretilemelerle süslemekten hoşlanırlar. Ama bazı Örnekler öylesine yalındır ki sinema sanatını zenginleştiren bu eğretileme girişimleri zorlama bir çabadan ibaret kalır. Güzel ile çirkin hikayesinin en görkemli yorumu King Kong’da olduğu gibi…
Önüne çıkan her şeyi yakıp döken, insanları çiğneyen dev bir gorilin siyah ırkla dolu bir adadan çıkıp da sarışın bir kadın karşısında süt dökmüş kediye dönmesini bir üstün ırk alegorisi olarak okuyanlar da çıkabilir. Yada neredeyse yarım yüzyıl sonra birileri çıkar ve Empire States binasına esas kızla birlikte tırmanan gorilin Fallik simgeden medet umarak bir erkeklik gösterisinde bulunduğunu da iddia edebilir. Oysa Cooper, Empire State binasının inşaatına bir mucizeymişcesine tanık olduğunu her fırsatta dile getiriyordu ve insan eliyle yaratılmış iki farklı sanat eserini buluşturduğu bu sahne onun için çok kişisel bir saygı duruş anlamı taşımaktaydı. Okumalara açık olsa, King Kong, yalın duruşunu hiç yitirmez: 0, serüven sinemasının temellerini kuran katıksız bir kaçış sineması örneğidir.
Belki de en önemlisi King Kong fikri ortaya çıktığı sırada, ABD halkı, derin bir ekonomi buhranının en berbat dönemini yaşamaktaydı. Bu buhrandan sinema sektörü de nasibini almak üzereydi ve King Kong gibi külfetli, riskli bir işi stüdyolara kabullendirmek için Cooper epey ter dökmüştü. Stop-motion canlandırmaya aşina olan seyircilere hem yepyeni bir şeyle karşılaştıkları izlenimini vermek hem de tatmadıkları bir serüven duygusunu yaşatmak kolay değildi. 0 noktada Cooper’in belgesel sinemacılık geçmişi ve Willis H. O’Brien’ın sihirbazlık yetenekleri devreye giriyordu.
Kong, sadece yıkıp döken bir canavar olmayacaktı. Kişilik sahibiydi ve gururluydu. Güzelliğe karşı hassastı. Bir çiçeği kokladığı esnada keyfine mani olan su yılanını yere çarpa çarpa doğduğuna pişman edecekti. Yaşadığı ortamda doğal uyum söz konusu değildi. Her nedense bariz bir “paylaşamamazlık” söz konusuydu. Kendisi gibi aşırı gelişmiş (ya da evrimini tamamlayamamış) her yaratıkla kapışıyordu; çünkü sarışın bebek Ann’in (Fay Wray) cazibesi diğerlerini de mıknatıs gibi çekmekteydi. Kong, çocuksuydu da. Hasmını alt ettikten sonra onun kırık çenesiyle meraklı meraklı oynuyordu. Onun gardını düşüren ve kaçınılmaz trajik sonuna götüren de aynı merak ve hayranlık duygusu olacaktı. King Kong, teknik açıdan hayli karmaşık olsa da düşünmekten ve kaygılanmaktan yorgun düşmüş buhran çağı izleyicisini yormayacak, sade bir duygusal öyküye sahipti. Kasıtlı kurulmuş ve yüzeyden görülebilen basit alt metninin dışında seyircisine karşı talepkar değildi. 0 denli zorlamasız, kendiliğinden ortaya çıkmış. naif bir formüldü ki düşperest serüven fabrikatörleri Cooper, Schoedsack ve senarist Ruth Rose bile daha sonra matematiksel bir tavır aldıkları için çok uzun bir süre aynı başarıyı tekrarlayamayacaklardı.
King Kong her şeyi bu sarışın için yaptı: Fay Wray
Kong’un büyük bir tehdit olarak ilk kez ortaya çıktığında simgelediği şey sadece hayalgücünün sınırsızlığıydı. Günümüzde istesek de onun üzerine simgeler yerleştiremeyiz. Gücünden ziyade, yalınlığı ve safkan naifliğinden dolayı tüm etiketleri silkeleyip atabilir. Fantastik sinemaya malzeme oluştururken korkutucu dev hayvanların her zaman aynı anlamsal sadeliği koruduğu söylenemez. En azından 80lere kadar durum böyleydi. Kong’u çok seven Japonlar, kısa filmler ile bir süre deneme yanılma yöntemleriyle oyalandıktan sonra, kendi canavarları Gojira’yı (Batı dünyasının bildiği adıyla Godzilla) yarattılar. Yıl 1954′ü gösteriyordu ve bu gecikmenin haklı bir nedeni vardı: Japonya iki atom bombasının yaralarını sarmakla meşguldü. Gojira kaçınılmaz olarak bir atom çağı eleştirisine dönüşecekti. Politik mesajı öylesine belirgindi ki hızla bir kültür ikonuna dönüşen Film Amerika kıtasına ulaştığında, bu eleştirilerden gocunan Amerikan stüdyoları, filmi yeniden kurgulayarak kuşa çevirdi. (Bugün ABD’de Godzilla’nın gerçek kurgusuna ulaşmak hâlâ mümkün değil.)
Hollywood belki de yıl çekilen yerli atom çağı eleştirisi Them’in önünü tıkamak istememişti. Gordon Douglas’ın fevkalade ciddi ve inandırıcı felaket filminde, atom bombası deneyleri yüzünden devasa boyutlara ulaşan karıncaların yarattığı dehşet konu alınıyordu. 70′lerin ortasına doğru felaket filmleri, başka toplumsal kaygılara bağlı olarak bir furyaya dönüşürken dev hayvanlar sadece dehşet salmak için boy gösterdiler. İlla ki bir eleştiri boyutu aranacaksa hızla gelişen sanayi dünyası hedef gösterilebilirdi; çünkü bu hayvanlar Food of the Gods (1976) ve Empire of the Ants’te (1977) olduğu gibi genellikle kökeni meçhul kimyasal atıklar nedeniyle evrimsel açıdan sapıtıyorlardı. Bu filmlerin her ikisi de bir H.G. Wells uyarlamasıydı ve yazar/yönetmen Bert i. Gordon, yaklaşık 30 filme ulaşan Godzilla tekrar çekimleri kadar olmasa da güdük bir kurdelaya yol açacaktı. Aynı nedenle, King Kong’un yeniden çevrimine cesaret edilmesinin sebebi olarak da rahatlıkla Gordon sorumlu tutulabilir. Bu akımdan akılda kalıcı çok az film çıksa da, John Sayles’in yazdığı ve metropolde dev timsah gerilimini konu alan Alligator’da (1980) olduğu gibi, doğrudan korku/komediyi hedefleyen kült örnekler aradan sıyrılmayı bildi. Aynı dönemin sonuna doğru patlayan video furyası, araklama örneklerle (rip-off) birlikte içinden çıkılmaz bir dev canavarlar cenneti yaratmıştı. Ama hem komik isimli ve gerçekten komik Gnaw (1989) hem de King Kong Lives (1986) için hoşgörü zamanları çoktan bitmişti. Sinema düşperestleri, tarih öncesi dev canavarlarla yeniden eğlenebilmek için yaklaşık bir 10 yıl daha bekleyecekler ve o noktadan sonra naiflik değil, foto-gerçekçilik ile ezici aksiyonun öne çıktığı bir tavır benimsenecekti.
Perdede artık her şeyin mümkün olabildiği günümüzde, Peter Jackson’ın King Kong’a ve dolayısıyla fantastik sinemanın en eski malzemesine geri dönüşü, elbetteki kişisel nedenlere de dayanıyor. Ancak bunun, insanlığın serüven ruhu peşindeki bitmek bilmeyen yolculuğun bir uzantısı olduğunu da göz ardı etmemek gerek. Peki yeni bir furya doğar mı? Jurassic Park sonrasında yeni bir furyanın doğma ihtimali ne kadarsa, şimdi de o kadar diyebiliriz herhalde!
Okuyuculara not: Okuduğunuz bu yazı Kerem Sanatel tarafından, artık yayınlanmayan Film+ dergisi için yazılmıştır. Öteki Sinema tarafından yazar kimliği belirtilmek şartı ile kaynak olarak faydalanılması amacıyla internet ortamına aktarılmıştır.